10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 TEMMUZ 2012 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Amerika Suriye’de Savaşır mı? Suriye’ye yapılacak herhangi bir askeri müdahalede Amerika, başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerin ellerini taşın altına koymasını bekliyor ve istiyor. Biz de zaman zaman dışarıya karşı bu konuda hevesli olduğumuz izlenimi veriyoruz. Oysa, fazlasıyla dikkatli olmamız gerektiği ortada. Atılacak yanlış adımların maliyetinin çok yüksek olabileceğini unutmamak lazım. uriye’de bir türlü önü alınamayan karmaşa ve kanlı olaylar dünya kamuoyunun dikkatini Ortadoğu’ya çekmeye devam ediyor. Bu ülkede yönetimin kendi halkına karşı yürüttüğü kıyım her yerde endişe ile izleniyor. Uluslararası düzeyde başlatılan çabalar şimdiye kadar herhangi bir çözüm getirememiş durumda. Hemen herkes Türkiye’nin ne yapacağını merakla bekliyor. Türkiye Başbakanı ve Dışişleri Bakanı’nın Suriye’ye yönelik arkası kesilmeyen itham ve tehditleri dünyada yankı buluyor. Çoğu çevreler Türkiye’nin müdahalesi beklentisi içinde. Bu çevrelerin başında da Amerikan hükümeti geliyor. Bütün işaretler bu ülkenin Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesini beklediğini, hatta umduğunu gösteriyor. Aslında Amerika dünyanın herhangi bir bölgesinde savaş başlatma ya da savaşa girme konusunda çekingen davranmayan bir ülke. Bunun çok sayıda örneğini yakın geçmişe bakarak görmek mümkün. Son S Baran TUNCER yirmi yıl içinde Kuveyt’te, Irak’ta, Afganistan’da başlatılan askeri müdahalelerin hâlâ sonu gelmiş değil. Yine yakın tarih gösteriyor ki, gerçekten de Amerika’da “savaş kartını” oynayan başkanlar seçmenden ve kamuoyundan ciddi destek bulmuşlardır. Bunu en iyi yapan başkanlardan birisi Ronald Reagan olmuştur. Reagan devamlı Sovyetler Birliği’ni mutlaka karşı konulması gereken bir “şer imparatorluk” olarak göstererek kamuoyundan aldığı destekle, diğer programların aleyhine, savunma harcamalarını çok yükseklere çekme olanağını bulmuştur. Bu konuda savunma sanayii şirketleri, asker bürokrasisi ve bir grup akademisyen yönetimi desteklemiş, hatta tahrik etmiştir. Ancak uluslararası alanda gelişmeler Reagan’ın büyükçe bir savaşı başlatması için bir ortam yaratmamıştı. Belki de o yüzden Başkan 1983 yılında, sudan bir bahane ile Karayipler’deki minik Grenada Adası’nı istila etmiştir. Öte yandan, sanal nedenlere dayanarak Irak’la savaş başlatan oğul Bush kendi ifadesiyle tarihe “savaşçı başkan” olarak geçmek istemiştir. Irak’a müdahalenin yarattığı bütün kötü sonuçlara rağmen Bush seçmenin desteğini korumuş, ikinci defa başkanlık seçimini birinciye göre daha yüksek bir oy çoğunluğu ile kazanmıştır. Buna karşılık, asıl savaşın “enerji bağımlılığına” karşı açılmasını söyleyen Jimmy Carter ikinci dönem başkanlık seçimini Reagan’a karşı kaybetmişti. 1960’lı yıllarda Amerika’nın Vietnam’da yürüttüğü savaş toplumun, özellikle de genç kesiminde ciddi reaksiyona neden olmuştu. O zamanlar Amerika’da mecburi askerlik vardı. Savaşa gitmek istmeyen gençler yalnız yönetimi protesto etmemekle kalmamışlar, birçoğu da ülkesini terk etmişti. Daha sonra Amerika’da mecburi askerlik hizmeti kaldırıldı. Son yıllarda yürütülen savaşların yükü profesyoneller yanında “yedekler” ve “ulusal muhafızlar”ın üzerinde. Bir de bir süreden bu yana çeşitli askerlik hizmetlerinin özel şirketlere ihale edildiği gerçeğini unutmamak lazım. Başlangıçta yalnız bazı lojistik hizmetlerin ihale edildiği bu şirketler, zamanla doğrudan muharip görevler de üstlenmeye başlamış bulunuyor. Amerika’nın devam ettirdiği savaşların parasal yükü ötesinde toplumun bir kesimine verdiği acı göz ardı edilemeyecek kadar yüksek. Buna rağmen toplumun bu maliyete katlanmış gözükmesinin açıklanması zor değil. Bugün Amerika’nın erkek nüfusunun yalnız yüzde biri savaşta aktif rol üstlenmiş durumda. Yükün büyük bir bölümünü “yedekler” ve “ulusal muhafızlar” taşıyor. Savaş uzadıkça ve askere olan ihtiyaç arttıkça aynı insanlar tekrar tekrar hizmete sürülüyor. Sonuçta nüfusun çok küçük bir bölümü her yönüyle aşırı yıpranıyor. Cepheden dönenlerin büyükçe bir bölümü “savaş sonrası sendromu” yaşıyor. Normal yaşama dönmekte güçlük çekiyor. Aileler dağılıyor. Cephedeki askerler arasında intihar olayları giderek artıyor. Buna rağmen genelde toplum savaşın bu cins maliyetinin farkında bile olmuyor. Ülkenin her yerinde normal yaşam devam ediyor. Kayıp İnsanlar... Yeni bir kaza türü diyelim... Bir anda yok oluyorsunuz... ? Minibüs çarpmıyor, polis götürmüyor, başınıza tabela düşmüyor, kurşun sıkmıyorlar, yangın yok, sel yok, deprem yok... Dümdüz yoldasınız... Sessizce.. Aniden yoksunuz... ? Yanınızdaki yerinde duruyor... Hatta sizi orada sanıp anlatıyor da: “Ondan sonra ben de dedimkkk....” Dönüyor... Yok... Tabii ki yanınızdaki, ramazan nedeniyle gece televizyonda ilahiyatçı hocadan oruç tutmanın mükafatlarını dinlediyse, havaya bakacak: Uçtu mu?.. ? Düz yolda giderken (Ankara’da 1, İstanbul’da 6 kişi) yer yarılıp içine giriyor insanlar... Alttan her taraf fare yuvası gibi kazıldığı için, kimi yerlerde çökme oluyor, yandaki sağa sola bakıp bağırıyor o zaman: “Enişteeee...” ? Doğrusunu isterseniz kayıp insanlar ülkesidir burası... Televizyonda gördüm geçen gece; taşradan İstanbul’a gelmiş, aynalı binaların arasında, şaşkın, işsiz, çaresiz, gözlerinin altı birer karanlık çukur... İçine düşmüş... Orada gibi, ama yok... ? Ya da bir genç... Diploması işe yaramıyor, iş aramaktan yorgun, sakalı uzamış, artık umudu bitmiş, tepki gösteremiyor, hapishanede çürümekten korkuyor, içinden çıkılmaz bir zifiri karanlık dünyası... Bu içinde... ? Bir kadın... Ankara Barosu’nun “Gelincik Projesi’nde” genç avukata derdini anlatırken ağlamamaya çalışıyor, ama yitirdiği yuvasını ve çocuklarını anlatmaya sıra geldiğinde... Yuvarlanıyor dibe... Bir genç kız... Bir hasta yaşlı... Bir yalnız adam... ? İyi bakın... Bilim adamları, profesörler, gazeteciler, yazarlar, askerler, yargıçlar, sendikacılar, sivil toplum önderleri... Bir anda yok olup gidiyorlar... Var sanıyorsunuz... Seslenin... Oradaymış gibi... Ama yoklar... ? Kaşla göz arası... Kayıp insanlar ülkesi burası... Sonuç: Ancak her şeye rağmen öyle gözüküyor ki, Amerika’nın bu koşullarda yeni bir cephe açması artık kolay olmayacak. Özellikle personel yönünden kısıtlı oldukları çok açık. Anlaşılır nedenlerle Suriye’ye yapılacak herhangi bir askeri müdahalede Amerika, başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerin ellerini taşın altına koymasını bekliyor ve istiyor. Biz de zaman zaman dışarıya karşı bu konuda hevesli olduğumuz izlenimi veriyoruz. Oysa, fazlasıyla dikkatli olmamız gerektiği ortada. Atılacak yanlış adımların maliyetinin çok yüksek olabileceğini unutmamak lazım. Bağımsız Dış Politika Onuru... B angladeşli ozan Nazrul İslam 1919 yılında yazdığı ünlü şiirinde, Anadolu’da başlayan antiemperyalist ihtilali; “Kükre, bize kuvvet ver kutsal hıncından / Bu hınçta özgürlük var, bağımsızlık var” dizeleriyle niteler. Doğu Asya’dan yükselen bu sese Latin Amerika’da kurulan “Kemalist Gençlik” örgütü ortaya çıkarak yanıt verir. Çünkü AsyaAfrika ve Güney Kurtuluş ve kuruluş yıllarındaki; başı dik, etkin ve kararlı dış politik tavrı, emperyalizmle özdeş, itibarı düşük ve bağımlı yandaşlıklarla yitiren Türkiye’ye bu durum yakışmamaktadır. Bir ülke ancak kendince değerlendireceği siyasetlerle uluslararası saygınlık kazanabilir. Ertuğrul KAZANCI Eğitimci/Hukukçu Amerika halkları emperyal sömürgeciliğin hükmü altındadır. İşte o süreçte “mazlum uluslar” adına görkemli bir direnç, Anadolu bozkırında evrensel bir etkiyle yükselir. Kapitalist saldırganlığın tutsağı olmuş ezilen halklar, başarıların utkusuyla taçlanan şanlı Anadolu ihtilalinden aldıkları güçlü esinlenmeyle varoluş kudreti kazanırlar. Bu esinlenme uzun tarihsel dönemeçlerden geçerek, günümüze değin uzanacaktır. nesnel dış politikası İnönü’nün de katkısıyla İkinci Dünya Savaşı’nda özenle sürdürülür. 52 milyon cana kıyan savaş kasırgasında Türkiye yaralanmaz. Ama aslı olmayan Sovyet üs ve toprak istemlerine ilişkin “yalan rüzgârına” inanılınca öngörüsüzlükle işler değişir. Hele 1950’ler sonrasının dış politika felaketleri, üst üste dizi olur. Bir İrdeleme: Kuruluş yıllarında Türkiye Cumhuriyeti dış politikası, geçmişindeki şanlı mücadelesinden esinlenir. Gerçekçi, hukukun üstünlüğünü esas alan, maceracılıktan uzak ve “Lozan” dengeleri içinde bir yol izlenir. Ulusal çıkarlar önde tutulur. Bilimsel ve çağcıl kıstaslarla örtüşen, eşit ilişkileri gözeten bir bakış devlete egemen olur. Diğer devletlerin yönetimlerini etkilemek veya halklarını kışkırtmak ise asla söz konusu olmaz. 36 milyon insanın yaşamını yitirdiği Birinci Dünya Savaşı’nın henüz etkileri silinmeden yeniden çatışma çığlıkları atmaya başlayan faşist karakterli emperyalizme karşı süreçte Ankara; “Yurtta ve dünyada barış” ilkesine bağlı ama bağımsızlığını her ne pahasına mal olursa olsun koruyan bir siyaseti dış dünyaya sergiler. “Kimin uşağı olursak ayakta kalır, durumu idare ederiz” düşüncesi akıllardan geçmez. Önce komşularıyla dostluk ve saldırmazlık zemininde bağdaşıklıklar kurulur. Sovyetler’le her türlü dayanışma içinde yaşanırken “Balkan Antantı” 1934 yılında, Ortadoğu’yu kapsayan “Sadabat Paktı” da 1937’de Türkiye’nin asli kurucu öğe olarak ülkeyi yücelttiği bir dönem olarak tarihte yer alır. Komşumuz İran, içtenlikle dostluğunu arttırır. 1924’te başlayan “mübadele” Türk ve Yunan hükümetlerince anlaşmaya bağlanır. İki devlet arasında ilişkiler gelişir. Başbakan İnönü Atina’da, Venizelos Ankara’da uygun koşullarla karşılanırlar. 1926 tarihinde “Musul” sorunu, petrolden yüzde 10 pay alınma esasına oturtulur. Eğer “Şark İsyanı” körüklenmeseydi durum çok daha değişik olurdu. 1936’daki “Montrö” Antlaşması, Türkiye’yi Boğazlarda egemen kılar. “Hatay” 19361939 sürecinde dikkatle izlenerek, anavatana katılır. Dünya ülkeleriyle ilişkiler onurluca geliştirilir. Atatürkçü dış politikanın; ulusal güce dayalı, sınır dışı serüvenci sarkmalara kapılmayan Sonrası: “Kore” savaşı pahasına girilen NATO veya emperyalizmin Ortadoğu siyaseti için üye olunan CENTO paktlarıyla ya da Güneydoğu Asya’daki SEATO’ya yandaşlık, Türkiye’yi başı dik konumundan söktü attı. Özellikle 1955 tarihli “Bandung” konferansı, sömürgeciliğe mücadele eden halkları Türkiye hesabına kapsamlı bir tepkiye sürükledi. Çünkü Türkiye, artık mazlum uluslara “asiler” diyor ve: “Eğer bağımsızlık isterseniz yeni sorunlarla karşılaşırsınız” diyerek “sömürge kalın” şeklinde inanılmaz beyanlarda bulunuyordu. 1956’daki “Süveyş” saldırısında Türkiye Mısır’a karşı Batı’nın yanında yer aldı. Nasır ve Nehru gibi saygın devlet adamlarının o tarihlerde Türkiye dış politikası için dile getirdiği söylemler, tam anlamıyla aşağılamadır. Türkiye’nin Batı bağımlısı hükümetleri yıllardır iş başındadır. “Bir koy, beş al” sloganlı ve emperyalizm yandaşlığına tutsak dış politikalar yürütülmektedir. Örneğin; ABDAB şemsiyesinde; Irak’a girmek için çaba göstermek, Libya saldırısına destek, Suriye’ye karışarak bir tarafa lojistik payanda olmak, İran’ın burnuna füze yerleştirmek son hünerlerdir. Bu tutumun ülke ve ulus çıkarlarını kollayan nesnel Atatürkçü dış politika çizgisiyle birleşen yönü var mıdır? Sonuç: Yarım yüzyılı aşan bir süreçte dış politikada ciddi ve tutarsız yöntemler izlenmiştir. Bangladeşli ozan Nazrul İslam’ın şiirinden esinlenmeyenler, Karayipler’e Atatürk’ün “Nutuk” yapıtını bile getirerek okuyan Fidel Castro’nun: “Mustafa Kemal varken neden başka önderlikler arıyorsunuz?” öğüdünden ders alsınlar. Şili başkenti Santiago’da İsmet İnönü’nün “Vatan sana minnettardır” levhalı Atatürk büstünün niçin orada olduğunu düşünsünler veya Venezüellalı devrimci Chavez’in ülkesinde model olarak donattığı “Kemal Atatürk” tanıtımlı sosyal fabrikalara, yani kamu iktisadi teşekküllerine bir baksınlar... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle