13 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 12 TEMMUZ 2012 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Korkudan Korkmak ya da... Başka Bir Türkiye Olacaktık! Toplum çıkmazlara doğru sürüklendiğinde aklınıza gelmez mi? Köy Enstitüleri bugüne kadar sürdürseydi varlığını diye. Bambaşka bir Türkiye’de olacaktık... Köyden, kasabadan, kentten yetişen genç öğretmenler şimdi yaşlandılar. Ama gençliklerini daha yitirmediler. Ağalar, beyler, beyefendiler, birtakım paşalar istemedi. “Halkı uyandırıyorsunuz, bunlar gelip yerimizi alacak” korkusuyla... Oysa niye kurulmuştu bu Enstitüler? Toplumu daha geliştirmek, daha güçlendirmek, toplumun bütünüyle aydınlanmasını sağlamak için... Daha ilk adımda, “bunlar kitap okuyor, bunlar vatansever değil, bunlar solcu, bunlar zararlı” diye başlatılan bir kampanya ile bir bir kapattılar bu yararlı kuruluşları... Birkaç bin aydın yetiştirilebildi mi? Hemen bu okullar değiştirildi, eski bildik okullara döndürüldü. Kitap mı okuyorsun, Gorki mi, Marx mı, Kant mı? Sana ne onlardan, okuyup da ne olacaksın? Elinde, çantasında, yatağının kenarında işe yarar bir kitap görüldü mü işi bitmişti gencecik öğrencinin... Ülkenin birkaç yerinde kurulan bu okullar binlerce öğrenci yetiştirdi, sağduyulu, bilgili, yurtsever öğretmen... Sonra paşası, prof’u, milletvekili, bakanı koştular yakılan bir aydınlanma ateşini söndürmeye... Önce Hasan Âli’ye kıydılar. Onun yakınlarına, onun çizgisindekilere... Demokrasi diye diye halkın oylarını ele geçiren politikacı takımının iktidara gelir gelmez yaptığı ilk iş, Köy Enstitüleri’ni önce değiştirmek, derken kapatmak oldu. Bu okullarda yetişen öğretmenlerin başına gelmedik kalmadı. Sen Enstitülüsün, öyleyse bizim için zararlısın, ordan oraya sürüleceksin, vazgeçene kadar, aydınlıktan, çağdaşlıktan, bilgiden, kültürden... Bugün koskoca bir ülkeyiz, yetmiş beş milyonuz. Ama yüzde kaçı gerçekten okuryazar? Bunu bir hesaplayan çıksa... Gün geçtikçe cemaatler, gerici dernekler atılan güzel tohumları da yok etmeye çalışıyor. Din değil, din sömürüsü, dinsel çıkar hesapları... Köy Enstitüleri yaşatılsaydı bugün Türkiye çağdaş dünyanın ileri toplumlarından biri olabilirdi diye düşünmek acı veriyor. Bu okullardan yetişmiş, artık yaşlanmış aydın öğretmenlere daha çok... Daha doğrusu, hepimize!.. Bağımsızlık savaşlarını atom bombasından tehlikeli saymıyor mu kapitalistler? Ve Güney Amerika’da ve Afrika’da ve beş anakarada, sürüp gidiyor korkudan korkuyu yenme, görünmez zincirleri kırma savaşımı... Bu yapıtla, tüm sorunların köküne ışıldak tutuyor, aydınlatıp aydırıyor büyük usta. Mehmet BAŞARAN ziz Nesin, gülmece ustamız, denemelerine bu adı vermiş. Gülen, güldüren, güldürürken düşündüren sanatçımız. Çatalca’daki Nesin Vakfı’nı gezdik yakında, vakfın yetiştirdiği öğrencilerce yönetiliyor. Asıl kaldığı yer, yapının arka tarafında kalıyormuş; üstünde çocukların oynamasını istediği yer de orası... Antenleri, radarları, dünyanın en uzak köşelerine uzanıyor. Tüm insanlığın nabzını tutan, bir Türkiyeli yaman bir dünyalı... Bir değil, birkaç delikanlı gibi çalışıyor. Büyük bir maratoncu sanki. Hastalanmaya bile vakit bulamıyor, ancak öyle dinlenebilecek. Türk ekinin, sanatının büyük hasatçısı, yapıtları üst üste konsa boyunu aşar... Korkudan Kormak ilginç bir yapıtı. Çok okunuyor. Sabahattin Ali’yle, Rıfat Ilgaz’la yürüttükleri Marko Paşa imecesi, en güçlü muhalefet olmuş. Döneminde en çok satan gazete. Bildiğiniz gibi kendisi asker. Bizim köylü Mimar Mustafa, onun bölüğündeymiş. Her ay İstanbul’a saygı ziyaretine gider, toplatılmış da olsa birkaç Markopaşa getirdi. Yaşamboyu “komünist” diye izlenmişti. Bulgaristan’da Türklerin adları değiştirilirken, birlikte Bulgar Yazarlar Birliği’ne “Nasıl sessiz kalırsınız?” mektubu gönderdik. Koyu komünistlerce kınandık. Çeşitli konulardaki denemeleri, konuş A maları toplanmış yapıtında. Kıldan ince, kılıçtan keskin zekâsıyla, kalın bir çizgiyi sürdürüyor. Korkusuz, baskısız, onurlu bir toplum olarak, insanca yaşamak... Sömürünün her çeşidine karşı çıkmak... Toprağımızı derin işleyen bir çiftçi gibi... Okurları silkeliyor, beyinlerini zonklatıyor. Okunan kitapları değerlendirmede kendince ölçütleri var: “... uyandırdığı çağrışımlardan başka, benim için değerlendirici öğelerin birkaçı da toplumun gereksinimlerine yanıt verebilmesi, insanların yaşamlarını kolaylaştırıcı biçimde aydınlatması ve okurlarda değişme, değiştirme isteğini yaratabilmeleridir...” Korkudan Korkmak, hem zengin çağrışımlar uyandırıcı, hem de “Eline sağlık usta, nasıl da, ne güzel dövmüşsün demiri, nasıl da yerine vurmuşsun neşteri” dedirtici. Değişimi, değiştirmeyi özendirici, aydırıcı bir yapıt... Kitaba adını veren yazı, yirmi altı sayfalık bir inceleme. Sargut Sölçün’ün dilimize çevirdiği Kapitalizmde Korku (Dichter Duhn). “Türkiye’de korkudan korkma” konusu enine boyuna incelenmiş. Nasıl bir korku sarmalında yaşadığımız somut örneklerle açıklanıyor... “Türk insanında ve özellikle aydınlarımızda, yüzyılların birikimiyle korkudan korku, çocukluğumuzdan beri içinde yaşadığımız sarkom. Sarkom gi bi sarmış öylesine içselleşmiş ki, çocukluğumuzdan beri yaşadığımız ortam, soluduğumuz havanın varlığını nasıl soluduğumuzu ayrımsamıyorsak, korkudan korktuğumuzu da ayrımsamıyoruz.” (s.21) İşin can alıcı noktası bu işte, iliğine kemiğine korku işlemiş insanın. Nasıl sağlıklı düşünebilir dünyayı, düşüncesi doğrultusunda nasıl değiştirebilir? Bundandır aklın, gökyüzü adına üretilen korkulardan kurtulup özgürleşmesi, görünmez olmuş zincirlerini kırmak, kırarak gerçekleri görmek, insanlığın kurtuluşu savaşımına dönmüş. Rönesans, Reform, Aydınlanma Çağı, Fransız Devrimi... Kurtulduk kurtuluyoruz derken, kapitalizm bindirmiş. Kapitalistler kendileri herkesten daha iyi bilirler ki, sermaye dünyanın en korkak varlığıdır; kendisi yaşayabilmek için korkutmak zorundadır. Varlığını ancak böyle sürdürebilir. Şöyle bir hadis (Muhammet Peygamberin sözü) var: “Hainler korkak olur. Sermayenin korkaklığının nedeni sömürüyle oluşmasındandır.” (s.14) Eski sömürgecilik, yeni sömürgecilik silah fabrikaları, atom bombası, hidrojen bombası... Dünyaydı paylaşım savaşları... Hep sermayenin başı altından çıkmıyor mu bunlar? Tarihin en korkak varlığı yüzünden, başı dertte değil mi dünyanın? Bu yüzden, bağımsızlık savaşlarını atom bombasından tehlikeli saymıyor mu kapitalistler? Ve Güney Amerika’da ve Afrika’da ve beş anakarada, sürüp gidiyor korkudan korkuyu yenme, görünmez zincirleri kırma savaşımı... Bu yapıtla, tüm sorunların köküne ışıldak tutuyor, aydınlatıp aydırıyor büyük usta. Anısına saygılar... AKPSS... Şimdi diyorsunuz ki; AKPSS soruları yandaşa verilmiş olabilir mi?.. Olmaz... Çünkü kaç gündür televizyonlarda 11 polis bir adamı kamera önünde yarım saat dövüyor, sonunda dayak yiyen adam suçlu çıktı... 5 ile 6 yıl hapsi isteniyor... Polislere de rapor verdi Adli Tıp... Elleri incindi diye... ? Yok öyle adaletsizlik... 770 üniversite genci hapiste... Suçlu bulunmuş da mahkum olmuş değiller... Henüz suçlu oldukları kanıtlanmış değil yani... Ama kimisi iki senedir, kimisi aylardır orada... Tutuklular... Şimdi dikkat: Bakanların, müsteşarların, milletvekillerinin oğul ve kızlarını saydılar, kamuda işe başlamışlar siz aylak gezinirken... Sayıları aşağı yukarı eşit: 800 kadar... ? AKPSS sınavlarını kazanıp bir gelecek kapısı aralamak için mutlaka cemaatten mi olmak lazım diyeceksin... Öyle deme ama... ? Cumhurbaşkanı; “dindar”dan... Başbakan; imam... Milletvekili olmanın asgari şartı; kayıtsız biat... Bürokraside yükselmenin koşulu; badem bıyık... Terfi için; türbanlı eş... Ayrıca; üniversitelerde, belediyelerde, bakanlıklarda, kamu işletmelerinde, devlet ortaklığı kurumlarda ne kadar Atatürkçü ve laik varsa attılar ki... Seni alacaklar... ? Öyle hile, entrika, sahtekârlık yok... Bak; terfi sırası gelen subayları hapiste tutuyorlar, önümüzde YAŞ toplantısı var, terfi zamanı geçsin “kanıt bulunamadı” diye salarlar... Hak, hukuk, adalet, vicdan bunlarda... Daha önceki gün; hakkında hüküm olmayan masum insanlar için kanun çıkartıyormuş gibi yaptılar... Kim çıktı hapisten?.. 7 üniversite öğrencisini telle boğanlar... Genelkurmay Başkanı içeride kaldı... ? AKPSS’de hile yapıldı mı diyor hâlâ... Elini vicdanına koy... Yapılmadığı için zaten; kamu işletmelerinde, bakanlıklarda, poliste, yargıda, milli eğitimde, tepeden tırnağa cemaat kadroları oluştu... Sen sokaktasın... ? Çok da kurcalarsan... Bakarsın Sincan F Tipi Cezaevi’ni tutturdun... AKPSS’de... Eğitimimizde Almanların rolü İstanbul Üniversitesi’nin yeni kurulmasına aktif olarak yardımcı olanlar ve kalıcı değişiklikler gerçekleştirenler Hitler iktidarından ve zulmünden kaçan Alman bilim adamlarıdır. Ama sadece İstanbul Üniversitesi değil aynı zamanda Ankara’da da birçok önemli kuruluşun yapılanmasına Alman uzmanlar imza attılar. Meral AVCI İktisat tarihçisi ğerlendirmeye çalışmıştır. Alman tarafı olarak biz bu çabayı, özellikle de birinci dünya savaşındaki müttefiklikten dolayı destekliyoruz. Bundan dolayı Almanya’da bulunan bütün Türkler bir Avrupalı halkın mensubu gibi muamele görecektir. Irk yasası da bu durum dikkate alınarak uygulanacaktır. Bu karar yalnızca Türk ırkına ait olanlar için geçerlidir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup Yahudi ise veya başka bir renge (kökene) sahipse, bunlar temiz ırk kategorisine girmemektedir. Sonuç olarak diğerleri gibi aynı uygulamaya tabi tutulacaktır.” C umhuriyetin kurucu kadroları birçok alanda gerçekleştirdiği köklü reformlar içinde önceliği eğitim alanına vermiştir. Yaşam ve uygarlık düzeyi olarak hedefe Batı düzeyi konulduğundan bunu gerçekleştirebilmenin yolunun eğitimden geçtiğinin bilincine sahiptiler. Onun için 1928 Harf Devrimi’nin gerçekleştirilmesinden bir süre sonra 1933’te Darülfünun’un İstanbul Üniversitesi’ne dönüşümü sağlandı. Reformun içeriği yalnızca isim değişikliğinden oluşmuyordu, aynı zamanda eğitimin yapısında da önemli değişikliklere gidildi. Örneğin üniversitelerde araştırma yönteminin öğrenilmesi bu temel üzerinde geliştirildi. Alman uzmanlar İstanbul Üniversitesi’nin yeni kurulmasına aktif olarak yardımcı olanlar ve kalıcı değişiklikler gerçekleştirenler Hitler iktidarından ve zulmünden kaçan Alman bilim adamlarıdır. Ama sadece İstanbul Üniversitesi değil aynı zamanda Ankara’da da birçok önemli kuruluşların yapılanmasına Alman uzmanlar imza attılar. Örneğin Karl Ebert Ankara Konservatuvarı’nın kurucularındandır. Hirsch sadece İstanbul Üniversitesi’nde değil, 1943’ten itibaren dekan Esad Arsebük’ün isteği üzerine Ankara Hukuk Fakültesi’nde de öğretim görevlisi olarak çalış mıştır. Ernst Hirsch’e Esad Arsebük onu aralarında görmekten çok mutlu olacağını yazar. 1945 yılında Almanya dönüşü sonrası Berlin Belediye Başkanı olan Ernst Reuter, Ulaştırma Bakanlığı’nda uzman olarak çalışmıştır. Katkıları o kadar önemlidir ki, ona Türkiye Cumhuriyeti’nde öğretim görevlisi olmadığı halde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde kamu yönetimi konusunda ders verme olanağı tanınır. Bu alandaki birçok terim yine ona aittir. Türkiye o dönemde haksızlığa uğrayan ve can güvenliği olmayan insanlara kucak açarken, onların bilgilerinden de geniş ölçüde yararlanmayı bilmiştir. 1930’lu yıllara bakıldığında Türkiye, siyasal ilişkilerinin iyi olmasından dolayı Almanya’ya Türk öğrenciler gönderir. Fakat 1910 ve 1930 yılları arasında büyük bir fark vardır. Nazi yönetimi kendisinden olmayan, kendisi gibi düşünmeyen ve bunu dile getiren her insanı tutuklamaktadır. Bu insanlar, çoğunlukla ya işkencelerde ya da Nazi kamplarında tutuklamadan kısa bir süre sonra keyfi uygulamayla öldürülmektedir. Bunu bilen Türkiye, yine de Almanya’ya öğrenci göndermeyi sürdürürken aynı zamanda onlar için endişelenir. Türk konsolosluğu, ‘Acaba 1935’te yürürlüğe girmiş olan ırk yasası, Türk öğrenciler için de geçerli midir’ diye 1936 yılında Alman Dışişleri Bakanlığı’na başvurur. Bu başvuru sonucu Almanya İçişleri Bakanlığı, Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve “Führer”in ırk politikası dairesinde oturan yardımcısı 30 Nisan 1936’da Türkiye’nin lehine şu kararı alır: “15 Eylül 1935’te ırk yasaları olarak yürürlüğe giren Nürnberg yasaları artık ari ve ari olmayan kişiler şeklinde bir ayrıma gitmeyecektir. Bundan sonra bu yasa Alman ve Alman ırkına yakın ve Yahudi ve Yahudi ırkına yakın kişiler arasında bir ayrıma gidecektir. (RWTH ArşiviAachen, 30 April 1936, Z II a Nr. 1676, M.) Bir halkın kandaş bir topluluk olarak Alman ırkına yakın olabilmesi için ırksal oluşumunda Almanlara benzer bir evrimi geçirmiş olması gerekir. Bu açıklama Avrupa’da yaşayan bütün halklar için geçerli olduğu gibi, Avrupa dışında yaşayan ve aynı soydan gelen ve ırksal bozulmaya uğramamış bütün halklar için de geçerlidir. Türk halkının bizim ırkımıza yakın olup olmadığına karar verebilmek için, Türklerin Avrupa bünyesine yerleşmiş bir halk olup olmadığına karar verilmelidir. Modern Türkiye, kendisini Avrupa halkları arasında görmektedir. Bunu gerçekleştirebilmek için de her koşulu de Türkiye’nin tutumu Bu durumun sonucu olarak görülüyor ki, Türkiye, bir yandan kendine sığınan insanları kendi çıkarlarına uygun olduğu için korur ve kollarken, öteki yandan koşullardan yararlamayı da ihmal etmez. Bu konuda Türk yöneticilerin kendilerine güveni o denli yüksektir ki, Milli Eğitim Bakanı 1933’te Philip Schwartz’a şunu söylemekten çekinmez: “İstanbul Üniversitesi’nde çalışmayı her kim kabul ederse, ister serbest olsun, ister hapishanede ya da Nazi kamplarında, biz onları Türkiye Cumhuriyeti’nin bir memuru olarak görüyoruz ve bizim korumamız altındadırlar. Onlar (yani Naziler) bize zorluk çıkaramazlar. Biz onlarla nasıl baş edeceğimizi gayet iyi biliyoruz.” Bakan son derece haklıydı, çünkü silah üretiminin temel maddesi ve Almanya’nın vazgeçilemez gereksinimi olan krom madeni, Sovyetler Birliği’nden sonra en çok Türkiye’nin elinde bulunmaktaydı. Menekşe’den Önce... Erdal ATICI ankaya Belediyesi Sakarya Meydanı’nda beyazperde kurmuş, çığ gibi insan… Çoğunluk ayakta… Yapılan konuşmalardan sonra “Menekşe’den Önce” adlı belgesel film gösterimi başlıyor. İzliyoruz; azgın bir kalabalık Madımak Oteli’ni kuşatmış, “Yak, yak, yak…”, “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak” sloganlarıyla yakıyorlar… “Cehennem ateşi bu…” diyor biri… Perdeye giderek büyüyen bir ateş düşüyor... Sonra alevler otelinin her yanını sarıyor. Sesler, çığlığa, çığlıklar ağıda dönüşüyor. Birdenbire sahne kararıyor ve derin bir sessizlik içinde yitip gi Ç diyoruz hep birlikte… Sanat insanı insanlaştırma yolunda en büyük araç. Sakarya Meydanı’nda toplanan binlerce insanla birlikte bir kez daha anlıyoruz bunu. Koca meydan on dokuz yıl sonra yeniden acıya ve göz yaşlarına boğuluyor. Sivas’ta tüm dünyanın gözleri önünde katledilen 33 canla birlikte bir kez daha ölüyoruz. Sivas’ta katledilenler arasında Menekşe’nin 14 yaşındaki ablası Menekşe ve 12 yaşındaki Koray abisi de var. Menekşe katliamdan dört yıl sonra doğmuş ve ölen ablasının adını ona vermişler. Bugün 15 yaşında bulunan Menekşe, Sivas’ta çocukları, kar deşleri katledilen aileleri ve olayda yaralı olarak kurtulanları tek tek bularak o günü anlatmalarını sağlıyor. Olaydan ağır yaralı olarak kurtulan yazar Lütfiye Aydın ve Serdar Doğan’ın anlattıkları, insanlığımızdan utanmamıza yetiyor. Kanımız çekiliyor… Dakikalar geçtikçe belgesel Kızılay’ın artasında insanlığın yargılandığı bir büyük mahkemeye dönüşüyor. Çoğumuzun gözü yaşlı… Çocuklarını yitiren anaların, ailelerin yüreklerini bir kez daha yakıyor alevler… Kızılay’da, Sakarya’da, bulvarda herkes bir kez daha yanıyor… Birkaç yıl öncesine kadar orada bir kebapçı vardı. İnsan şaşıp kalıyor… Niçin? Niçin? Sorular çoğalıyor. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle