25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 25 HAZİRAN 2012 PAZARTESİ 2 unutmayalım. ktidar çevrelerinin o konudaki cesaretsizliğini ve Arap Baharı’ndaki Batı yandaşlığının dışına çıkamayışlarını ayıplarken, Türkiye’deki siyasal muhalefetin ve özellikle ana muhalefet partisinin de o konuda edilgin ve hatta sessiz kaldığı unutulamaz. Demek ki özet olarak, Türk dış politikasında Amerikan etkeninin iktidar kadar muhalefetin davranışlarına da gölge düşürdüğünü ve o noktada sinsi bir yanılgının sürüp gittiğini söylemek yanlış olmaz. Ankara diplomasisi bu sürüklenişten ne kadar önce kurtulup gerçekten bağımsız bir ulusal politika gütmeye başlayabilirse o kadar doğru olur. Soğuk Savaş döneminde sırtını bir yere dayamanın kaçınılmazlığından söz etmek bir ölçüde haklı görünse de, son yıllar açıkça göstermiştir ki, hep aynı ninniyle uyutulmayı sürdürmek ülkenin çıkarları açısından çok daha başarılı olabilecek başka politikalara yönelmeyi engellemektedir. Böyle bir tutum ne Avrupa’yla ne de başta Rusya olmak üzere yakın komşularıyla doğru ilişkiler kurmakta pek yararlı olmadığı gibi, Türkiye’nin “kendisi olabilme”sini de zorlaştırıyor. OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İ İktidar Savaşları Kavga ve çelişki tırmanınca, Başbakan’ın en yakın danışmanlarından birisi “Bizim hiçbir cemaat ve görüşle ilişki ve kavga içinde olmamız mümkün değil. Biz iktidarız. İşte o kadar..” dedi. Alev COŞKUN aşbakan Erdoğan , geçen hafta (14.06.2012) Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış gecesi yaptığı konuşmada bir çağrı yaparak, ABD’de yaşayan Fethullah Gülen hocayı Türkiye’ye davet etti. Bu çağrıya 24 saat içinde, F. Gülen tarafından “Zamanı değil, gelemem” diye yanıt verildi. Başbakan’ın, Arena’daki son toplantıya gitmesinin ve bu daveti yapmasının, siyasal iktidarla Gülen hareketi arasında bir süredir giderek yükselen çatışmayı yumuşatmak amacını taşıdığı belirtiliyor. Tarihe not düşmek açısından konuyu özetleyelim: Süregelen bir çatışma belirgin olarak ortaya çıkmıştı. Çatışma, özel yetkili mahkemelerin yetkilerinin tırpanlanması, hatta bu mahkemelerin tamamen ortadan kaldırılması konusunda en üst düzeye ulaşmıştı. Ama bu çekişmenin bir geçmişi, bir altyapısı var. Şöyle ki: Şike Davasında, siyasi iktidar şike cezalarını düşürmeye çalışırken, özel yetkili mahkemeler bu düşünceye karşı gelen kararlar almaya yöneliyordu; MİT konusunda, özel yetkili mahkemeler, Başbakan tarafından görevlendirilen MİT yetkililerini soruşturmak istiyordu; Eski Genelkurmay Başkanı’nın, yargılanmasının Yüce Divan’da yapılması konusunda görüş bildiren siyasal iktidara karşın, özel yetkili mahkeme eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ’u tutukluyordu... Başbakan Erdoğan özel yetkili mahkemelerin bu tutumunu siyasal iktidarın yetki alanına, egemenlik alanına karışmak olarak görüyor, hatta, bu alana bir saldırı olarak yorumluyordu... Çatışmanın sert bir biçimde gün yüzüne Teenni ve Ninni Öyle bir övgü, beğenme ve şişinme furyası ki demeyin gitsin. Hep aynı sözlerle... Neymiş, Türkiye “büyük devlet” olduğunu göstermiş, bölgenin sağduyulu ve temkinli yönetimi bizimkiymiş, bir kriz ancak bu “düşen jet” krizinde olduğu kadar iyi yürütülebilirmiş. Tamam, bunlar doğrudur ve Suriye’nin tutumu yanlıştır da aslında, Arapça dağarcığı yeterli bir kişinin “teenni” sözüyle daha kolay özetleyebileceği bir iktidar davranışını böylesini övenlerin “komşularla sıfır sorun” politikasıyla nasıl bu noktaya gelinmiş olunabileceği üzerinde hiç durmayışları tuhaf değil midir? erçekten, vaktiyle aileler düzeyinde sarmaş dolaş oluşla başlayan bir ilişki Batı’nın Suriye politikasına ortaklaşma noktasına vardırılmasaydı, bir radar sistemini sınama sırasında yakın komşuyla gerekli önlemlerin birlikte düzenlenmesi daha rahat olmaz mıydı? İktidarın teennisini şimdi göklere çıkaran AKP yandaşlarının Ortadoğu politikasında ABD’ye taşeronluk edilmesini etkili biçimde eleştirmediklerini B çıkması “MİT krizi” adı verilen olayla oldu. 7 Şubat 2012 tarihinde özel yetkili savcılık, MİT Başkanı Hakan Fidan’ı sorguya çekmek istedi. Başbakan buna izin vermeyeceğini, MİT Müsteşarı’nın, Oslo’daki görüşmelere kendi talimatıyla gönderildiğini belirtti. Hatta “Talimat veren benim, alacaksanız beni alın..” dedi. (7.6.2012) Bu söz siyasal satranç tahtasında rest çekmenin ötesinde bir meydan okumaydı... Anayasa hukuku açısından Başbakan anayasa hukuku ve kuvvetler ayrılığı ilkesi açısından, “siyasi iktidarın başı olarak ben talimat verdim, benim talimat verdiğim bürokratı siz sorguya çekip tutuklamak istiyorsunuz, bunu yapamazsınız, bu işin siyasal sorumlusu benim, eğer gücünüz yetiyorsa beni mahkemeye davet edin” diyordu. İşte krizi özetleyen cümle budur. Aslında, savcılığın MİT Müsteşarı’nı sorguya çekme konusunun içeriğini tam bilmiyoruz. Ancak, siyaset bilimi ve anayasa hukuku yönünden Başbakan Erdoğan haklıdır. Bu konu ile ilgili olarak Başbakan’a ancak yasama organı soru sorabilir, hatta gensoru verilip “güvensizlik oyu” mekanizmasını işletecek Başbakanlık’tan düşürebilir. Olayın çetrefilleşmesi karşısında, siyasal iktidar yasama organına bir yasa tasarısı gönderdi ve MİT Müsteşarı ile MİT mensuplarının savcı ya da mahkemelerce sorguya çekilmesi Başbakan’ın iznine bağlandı. G başlatıldı. Hatta, gazetelere göre tasarı çalışması, adalet bakanlığında değil, Başbakanlık’ta yapılıyordu. Özel yetkileri düzenleyen CMK’nin 250. maddesi hakkında Başbakan: “Bu madde ister istemez haddinden fazla yetki alanı doğmuyor... Devlet içinde devletim diyor... Cumhurbaşkanı’na varıncaya kadar istediğimi buraya çağırırım diyor” diye de bir yorum getirdi. Bu sözler aslında yorumu aşan bir “yakınma” idi. Hükümet, özel yetkili mahkemelerle ilgili çalışma başlatınca, cemaate yakın yazarlar bu tasarıya şiddetle karşı çıktılar. Hatta hükümet destekleyicileri, Hükümet yandaşları ve cemaat yazarları arasında da çekişme başladı. Örneğin Yeni Şafak’ta şöyle yazılıyordu: “Siyasi iktidarın amacı sadece siyasi düzeltme değildir. MİT krizi bir şeyi gösterdi. Kendi başına hareket eden bir yargı karşısındayız. Bunun ameliyat edilmesi gerekiyor” (Ali Bayramoğlu, 14.06.2012) Ancak cemaat gazeteleri, bu yeni düzenlemeye ve özel yetkili mahkemelerin kaldırılmaları ihtimaline şiddetle karşı çıktılar. Örneğin Hüseyin Gülerce, bu düzenleme sonunda dışarıya çıkabilecek tutukluların siyasal iktidarı sarsacağını şöyle dile getiriyordu: “Özel yetkili mahkemelerle ilgili değişiklikler sayesinde, topluca tahliye edilecek yüzlerce sanığın portreleri, AKP’yi, ummadığı bir sıkıntıya sokabilir. Siyasi istikrarsızlık, ekonomik istikrarsızlığa ve kaosa dönüşebilir” diyerek konuyu üst düzeye tırmandırdı. Vesayet kavramı Bu noktada, yansız yorumcular tarafından AKP’nin iktidara geldiği günden beri konuşulan “siyasal vesayet” konusu gündeme getiriliyordu. Kötülenmesi için her gün binbir gayret sarf edilen “vesayet sistemi” yerine yeni bir “yargı vesayet sistemi” ile karşı karşıya gelindiği belirtiliyordu. Aslında, 2011 yılı referandumunun amacı yargıyı denetim altına almak, yargıyı tarafsızlaştırmak değil miydi? Özel yetkili mahkemeler Bir süre sonra da özel yetkili mahkemeleri yeniden düzenleyen bir yasa tasarısı çalışması Ama ne oldu? AKP’nin kendi yandaşları arasındaki tartışmalar bile yargının bağımsızlaşması bir yana denetiminin başka güçlerin eline geçtiğini gösteriyordu. Bu süreçte, Zaman, Bugün ve Taraf AKP’ye karşı çok sert yazılar yazdılar. İşte birkaç örnek: AKP, devleti dönüştürürken kendisi de eskisi gibi kalmamış, bugün devletleşiyor görüntüsü vermektedir. Taraf’taki başyazılar epeyce ağırdı. Hatta “Kasımpaşalı Başbakan’dan mı korkacağız” diye dikleniyorlardı... Zaman’da Türköne “AKP çözülüyor mu” başlığıyla yazdığı yazıda şöyle diyordu: “Her şey fani. İktidarlar da. Gelecekte bir gün AKP iktidarı da sona erecek. Peki, ne zaman? İşte bu soruyu sormaya başlarsanız, sonun başlangıcındayız demektir.” (14.06.2012) Böylece günlerce bütün gazetelerde hükümet cemaat kavgası ve sorunsalı işlendi. Kimileri: Yargı vesayetinden şikâyet eden AKP, kuşkusuz kesin bir “yürütme otoritesi” kurmak istemektedir” diye yazdılar. Kavga ve çelişki tırmanınca, Başbakan’ın en yakın danışmanlarından birisi “Bizim hiçbir cemaat ve görüşle ilişki ve kavga içinde olmamız mümkün değil. Biz iktidarız. İşte o kadar..” dedi. Özel yetkili mahkemelerin yeniden düzenlenmesi önlemleri alınma noktasında ise cemaata yakın kalemler özel yetkili mahkemeleri kıyasıya savunuyorlar; hükümeti eleştiriyorlardı. İşte Başbakan’ın Türkçe Olimpiyatları’na gidişi ve davet çağrısında bulunuşu tam da bu yüksek gerilim ve tansiyon ortamında gerçekleştirilmiştir. Pensilvenya’dan yanıt veren F. Gülen, “Bu koşullarda gelemem” diyerek bu davete olumsuz yanıt verdi. Acaba, iktidarcemaat çatışması son buldu mu? Her şey eskisi gibi mi olacak? Bilinmez! Ama binlerce yıldır bilinen bir kural var: “İktidar bölünme kabul etmez!” Yani, “iktidar bölünme ve ortak kabul etmez!” Bakalım göreceğiz... Şehirler Yok Edilirken Şehir Tiyatroları Yaşayacak mıydı! Mahir ERGUN “Bunlar, sanatı sanat için yaparlar. Bunlar, sanatı toplum için yapmazlar. Sanat toplum için yapılırsa değer ifade eder. Bunlar elitisttir. (...) Rahmetli Cem Karaca’nın deyimiyle, bunlar barlarda, barların önlerinde, viski, bir elleri çenelerinde, kaşları hafif yukarda hiçbir şey üretmeden sadece hakaret ederler.” Bunlar Tayyip Erdoğan’ın 4 Mayıs 2012 tarihinde Maraş’ta yaptığı konuşmadaki sözleridir, Erdoğan bu sözlerle “Şehir Tiyatroları yok edilemez!” diyerek protesto eylemlerinde bulunan sanatçılara yöneliyor. Burada ilgi çekici olan, aynı konuşmanın başında “tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet” vurgusu yapan Erdoğan’ın sanatçılara yönelirken solun söylemlerini kullanması, toplumcu bir sanatçı olan Cem Karaca’dan alıntı yapmasıdır. İşin gerçeği saldırdığı temellerin büyük çoğu da gerçekten çürüktür ve bunları yıkmak için solun argümanları bire birdir. Tarihte her faşist iktidar, eski devlet aygıtını ele geçirirken solun argümanlarını kullanmıştır. Bilindiği gibi Hitler’in partisinin adı, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ydi ki bunu Türkçeleştirirsek bazı kesimlerinin pek hoşuna gidecek bir tabir olan “ulusal sosyalizm” ya da “ulusal sol” diyebiliriz ve Mussolini de faşizmi ilk bakışta hayli toplumcu görünen korporatif demokrasi üzerine tesis etmişti. Bu bakımdan her ne kadar bizim ülkemizde at izi it izine karışmış gibi görünse de aslında AKP tutarlı ve düzgün bir biçimde faşizmi tesis etmektedir. Yalnız muhaliflerinin kafasının biraz karışık olduğu yukarıdaki çağrışımdan da anlaşılacağı gibi söylenebilir. Özetle AKP’nin sanatçılara yönelirken kullandığı söylemlerde bir anlaşılmazlık yoktur. AKP iktidarı öncülüğünde TC, Ortadoğu’nun yeni İsrail’i olmaya adaydır. Bu hedefini gerçekleştirmesi için yalnız dışarıda değil, içeride de “şahin” olmalıdır. Bunun için de tıpkı Nazi iktidarı gibi, AKP iktidarı da kendine karşı olan her unsuru temizlemelidir. En küçük tiyatro sahnesine varıncaya dek. Diğer yandan, “Şehir Tiyatroları yok edilemez!” diyenlere gelirsek, Erdoğan’ın onlara karşı sözleri tamamen haksız mıdır? Protestolarda bulunanların büyük çoğu için, söylenen sözler geçerli değil midir? Şimdi “Şehir Tiyatroları yok edilemez!” diyenler, şehirler yok edilirken neredeydiler? Protestocuların büyük çoğu, bıçağın ucu kendilerine dokunana kadar ses çıkarmadılar. Belki “muhalif” göründüler ama koruyucu kabuklarından hiç çıkmadılar. Halkla aralarına hep duvar ördüler. Gözlerinin önündeki katliamlara sessiz kaldılar. Ne bekliyorlardı? TEKEL özelleştirilecek, DT, Şehir Tiyatroları özerk mi kalacaktı? Her yere ekilen faşizm tohumları sahneden uzak mı kalacaktı? Oyuncu Mehmet Esen, Gündoğusu dergisinin 2. sayısında yayımlanan röportajında şöyle diyor: “Ben Sivas davasına gittim, biz üç tane sanatçıydık orada. Orada insanları yakmışlar, sen sanatçı olarak kardeşim, burada durmayacaksan nerede duracaksın? (...) 12 tane işçi yandı. Sigortaları yok, kötü şartlarda yatıyorlar. Git onların yanında dur kardeşim! Ondan da korkuyorlar. (...) Bu halkın bir derdine gel bir çare olmaya çalış, bir merhem olmaya çalış! (...) ‘Aman susalım, aman ben koltuğumda oturuyorum, oh oh oh, oturayım biraz daha susayım, biraz daha maaşımı alayım’ dediler. Bunlar ne kadar kaypak olurlarsa belediye de, hükümet de, yani iktidar da bunlarla o kadar oynar.”(1) Sonuç olarak Erdoğan, sözlerini hangi gayeyle söylemiş olursa olsun, bunlar doğru sözlerdir. Dahası bunlar toplumcuların söylemleridir. Toplumcu sanatçılar bu sözlere saldırmaktansa, bunları inkâr etmektense kendi söylemlerine sahip çıkmalıdırlar. Sanatçıların halka, “vergisini verdiğiniz tiyatrolarınıza sahip çıkın” yönündeki çağrıları da oldukça yersizdir. AKP iktidarı döneminde vergi yolsuzluklarının azaldığını, kamu harcamalarının arttığını bu ülkede yaşayan herkes görmektedir. Vergilerimizle pek çok cezaevi yapılmış, polis jopu, yeni teknoloji kelepçeler, bolca biber gazı, mermiler, napalm bombaları ve bir yığın yeni kimyasal silah alınmıştır. Üstelik devletimiz bunları halkımızdan hiç esirgememekte, tasarrufa gitmeden kullanmaktadır. Devleti Âli vergilerimizle tiyatroda da ne yapacağını mutlaka bilir. Tıpkı napalmların dövdüğü dağlarda olduğu gibi, tiyatrolarda da vergilerimizin yerinde kullanılacağından şüphemiz yoktur. Devletin tiyatrosu devletindir. Tıpkı devletin kendisi gibi, sahneleri de hiçbir zaman halkın olmadı. Şu kafa karışıklığını üzerimizden atalım, devletin sahnesini devlete bırakalım. Biz söylemlerimize sahip çıkalım. Faşizmin sardırmalarına karşı devrimci halk sanatını yükseltelim. Sanatın da sanatçının da tek kurtuluşu budur. (1) Mehmet Esen ve Zafer Diper’le “Politik Tiyatro Üzerine”, Burak Mise, Gündoğusu Dergisi sayı: 2, hup://www.gundogusu.net/ C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle