17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
28 MAYIS 2012 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 Doğadaki büyük çığlık Munch, 19. yüzyıl sona ererken (1893) Berlin’de yaptığı ‘Çığlık’ tablosuyla, ‘ruhun modern yaşamı’nı kayda geçirmek istemişti Schopenhauer, insan çığlığını betimlemenin olanaksızlığının sanatın ifade gücünün sınırlarını çizdiğini söylemişti. 1863’te doğan Norveçli ressam Edvard Munch’un “Çığlık” adlı tablosu belki de bu iddiaya resim sanatından verilmiş en radikal yanıttı. Munch, 19. yüzyıl sona ererken (1893) Berlin’de yaptığı “Çığlık” tablosuyla, “ruhun modern yaşamı”nı kayda geçirmek istemişti. 1895 ve 1910’da yapılmış iki versiyonu, ayrıca 1895 tarihli bir de taşbaskısı bulunan tablonun 1895 versiyonu geçtiğimiz günlerde New York’taki Sotheby’s Müzayede Salonu’nda tam 119 milyon 922 bin 500 dolara (yaklaşık 212 milyon TL) satılarak, bugüne kadar satılan en pahalı tablo rekorunu da eline geçirdi. söz ederken, “Benim Çığlık adlı tablomu bilirsiniz, doğa da benim kanımda çığlık atıyordu” diyen Munch, belki de kendi ruhuyla, kendi çatışkılarıyla başa çıkmaya çalışırken yaptığı, son derece öznel bir noktadan hareket eden yapıtıyla modern insanın en temel varoluşsal sorunlarından birini, tüm sınırları aşan ve tüm dünyada karşılık bulan evrensel bir boyuta taşıyabilmişti. Sanatın gücü bundan güzel nasıl ifade edilebilir? Üstelik Petter Olsen’in tablonun “mesajı” hakkında yaptığı yorum, “Çığlık” hakkındaki yorum ve farklı okuma olanaklarının tükenmediğini, hatta değişen dünyayla birlikte bu olanakların yenilendiğini göstermesi bakımından çok ilginç geldi bana: “Çığlık, benim gözümde, insanın doğa üzerindeki etkisini ve neden olduğu, dünyayı giderek yaşanmaz bir yer haline getiren geri döndürülemez değişiklikleri idrak ettiği o dehşet verici anı gösteriyor.” Can Bonomo Haftaya Haziran... Şimdi yolculuk. Haziran yaklaşınca “Yolculuk nereye?” diye sorulmaz. Sorulsa da gülümsemeden daha güzel bir yanıt alınmaz. Haziran, gülümseme, güzel, derken galiba yolculuğun hem neye hem de nereye olduğunu sezmeye başlıyoruz. İyilik dururken başka yere yolculuk edilir mi? İyilik: Öyle bir yer var mı? Hem yok hem çok. Yol gibi tıpkı, haziran gibi. Yunus’un “Bilmeyen ne bilsin bizi/ bilenlere selam olsun” dediği gibi bir de. Kim demiş insanın yaşlandıkça daha sabırlı olduğunu, bana kalırsa, tam tersi oluyor, zamanın azaldığını bilen “geçkin”, baharı kıştan, yazı bahardan yaşamak istiyor. Geçkin, erkenci oluyor. Ben de öyle yaptım, hazirana kendimi önceden hazırladım. Dayanamayıp, “haftaya haziran” diye de yazdım. Haziran, yazmış olabilirim ama bir daha yazmanın kime zararı var, içinde “haz” sözcüğü geçen ay. Öyleyse haz, hazır, haziran derken ona duyduğumuz aşkı da yenilemiş oluyoruz. İnsanı yol yeniler, insanın da yarısı yoldur hem. Bir gelirken yaptığımız bir de giderken yaptığımız yolculuktan ibaret sayılırız. Bu arada unutmadan söylemeli, ben daha “yol” diye başlayıp da biten bir yazı görmedim. Yolunuz açık olsun der gibi yazınız açık olsun demişlerdir belki de. Şükür, üç paragrafta yazının girişini toparlayabildim. Benim de öyle sizin gibi yol deyince ağzım kulaklarıma varıyor. Yolcunun bavulunu bir türlü toplayamadığı gibi yazı da kolayca toplanamıyor. Bu yazıyı da hem hazirana hem de onsuz yola çıkmadığımız aşka “yolluk” diye yazıyorum. Yolluk, hem yol öncesine hem de yola çıkana bir armağandır, bana kalırsa da yolun kendisi bir armağandır.Tıpkı kalp gibi. Anayurdumuzun da kalbimiz olduğu gibi. Yolculukların oradan başlayıp uzaklara yakınlığı duyurduğu gibi. Kalbin de yolculuğu vardır, olmaz mı, sonunda tüm yollar oraya çıkar. Kalpten geçmeyen bir yol var mıdır yolcular için? Yol hali, hele bir de şarkının dediğine benzer “aylardan haziran ise”, insan hangisini yazacağını şaşırıyor, ama mayısı da gücendirmemek gerekiyor haziran aşkıyla. Gücenik nisanlar ve hüzün sebebiyle aşka kapalı eylüller var daha... Günün şiiri hiç unutulur mu, Cemal Süreya’dan, “Çay Bahçesi”: “24 Mayıs Cumartesi/ Burda bu çay bahçesinde/ Duvarlar kuşlarla dolu,/ Bilsen öyle yorgunum ki/ Yalnız alnımı örtüyor uyku/.../ İki çocuğuyla oturmuş/ Karşı masada bir anne,/ Beklediği tren saati/ Bir olanak arıyor kendine/ Gözlerine dolan beyaz çiçekte...” Şiir sürüyor. Tren saati, yolculuk saati, gençlik saati, şiir saati, kalp saati, iyilik saati. Bilin bakalım hangisi hiç geçmiyor? Yani bizden geçmeyen hangisi? Ya da insanın geçemediği hangisi? “Beyaz Yollar Mavi Deniz”, Fikret Adil’in mavibeyaz kitabı, yoldaşa yol armağanı. 1959’da Yeditepe Yayınları’ndan çıkmış. Yolculukla yaşıt olmak da varmış, 1956 yılında İstanbul’dan İzmir’e, oradan da Bodrum’a yapılmış bir eylül yolculuğu. Hep karadan. Oysa mayıs yolculuğu trenle yapılacak, gençlik de tekrarlanmaz anılar da, bazen onların peşinden gidildiği olur, bulmak üzere değil elbette, yalnızca unutmamak üzere. 40 yıl ne mi oldu, küçük bir trendi, yine Basmane Garı’ndan kalkıyordu, adı neydi? Şair Kemal Varol’un şiir gibi bir iş yaparak derlediği “Memleket Garları” (İletişim Y., 2012) kitabı ne güne duruyor? Açtım baktım, haziran da oradaydı, nisan da eylül de. Öyleyse bizim gençliğimiz, anılarımız da orada sayılırdı. En uzun yaşayan yakınlarımız, anılarımız. Orhan Berent kitaptaki “Demiryolu ve Çocuk” yazısında: “Denizli’ye giden Fiat mototrenleri ya da Söke, Tire, Ödemiş gibi yerlere giden iki vagondan oluşan Man otorayları görürdük” diyor. 40 yıl önce bunların biriyle gitmiştim ve Ege’yi de ilk o trenlerdeki insanlarda görmüştüm. Ege onlardı. Ne köydü Ege ne şehir, baştan başa insan, baştan başa şiir. Şimdi Ödemiş’e gideceğiz şair Gonca Özmen’le, bizim şiir yazmamızın önemi yok, şiir bizi götürecek olan o İzmirÖdemiş treninde. Yazımız da onun içinde, şiirimiz de. İki vagon iyi, birinde anılarını taşır insan, birinde kalan haziranlarını. EUROVISION ŞARKI YARIŞMASI’NDA TÜRKİYE 7. OLDU İsveç Eurovision’da ‘coştu’ BAKÜ (AA) Azerbaycan’da yapılan 57. Eurovision Şarkı Yarışması, İsveçli pop yıldızı Loreen’in birinciliğiyle sonuçlandı. Bu yılın favorileri arasında gösterilen, yoğun ilgi gören ve ninelerden oluşan, Rusya’dan “Buranovskiye Babuşki” grubu ise ikinciliği elde etti. Üçüncülüğü Sırbistan temsilcisi Jelko Yoksimoviç’in kazandığı yarışmada Türkiye temsilcisi Can Bonomo yedinci oldu. Başkent Baku’da Crystal Hall’da düzenlenen ve 42 ülkenin katıldığı yarışmada, iki yarı final serisinden sonra finale çıkmaya hak kazanan 20 ülke ile yarışma finaline doğrudan katılan İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya, Almanya ve ev sahibi Azerbaycan temsilcileri büyük finalde performanslarını sergiledi. Eurovision bahisçileri tarafından favori olarak gösterilen İsveç temsilcisi Loreen ve şarkısı “Euphoria” (Coşku) yarışmayı 18 ülkeden tam puan alarak 372 puanla bitirirken, komşusu Norveç’in temsilcisi Tooji ve şarkısı “Stay” 3 ülkeden toplam 7 puan alarak sonuncu oldu. Türkiye’yi “Love Me Back” şarkısıyla temsil eden Can Bonomo, Sırbistan, Azerbaycan, Arnavutluk ve Estonya’nın ardından 112 puanla yedinci oldu. Loreen ir tablonun öyküsü Aslında satılan tablonun öyküsü, bir sanat yapıtının 20. yüzyıl içindeki serüvenini yansıtmasının yanı sıra, sanatın modern dünyadaki konumu hakkında da ilginç çağrışımlar uyandırıyor. Tablonun sahibi olan Norveçli işadamı Petter Olsen’in müzayededen önce (21 Nisan) Financial Times gazetesine anlattığına göre, babası Thomas Olsen tarafından 1937’de satın alınan tablo hep evlerinin duvarında asılı durmuş. Zaten Edvard Munch da 1920’lerden beri bir aile dostuymuş ve babasının kişisel koleksiyonunda Munch’un 30’un üzerinde yapıtı bulunuyormuş. II. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Thomas Olsen büyük bir öngörüyle Munch’ün bu eserlerini gizlemiş. (Çok da iyi etmiş, çünkü etkisi zaman ve mekânın ötesine uzanan bu büyük ressamı “dejenere” ilan eden Naziler, 1940’ta Norveç’i işgal etmişlerdi.) Satılan versiyonu, diğerlerinden ayırt eden önemli bir özelliği daha var. Çerçevenin üzerinde bulunan Munch’un el yazısıyla yazılmış şiir tablonun dayandığı görüyü anlatıyor: B İSTANBUL TASARIM BİENALİ KAPSAMINDA ‘Neden Bienal?’... Kültür Servisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 13 Ekim12 Aralık tarihleri arasında ilk kez düzenlenecek olan İstanbul Tasarım Bienali kapsamında önceki gün Milli Reasürans Konferans Salonu’nda “Neden Bienal?/ Why Biennial?” başlıklı bir panel düzenlendi. İstanbul Tasarım Bienali Direktörü Özlem Yalım Özkaraoğlu moderatörlüğünde düzenlenen panele 8 ayrı bienal ve trienal direktörü Giovanna Massoni, Matevz Celik, Elsa Francés, Guta Moura Guedes, Dr. Serge Serov, Weiwen Huang, Brendan McGetrick, Beatrice Galilgee katıldı. Toplantıda, bienallerin tasarım değerini arttırıcı özellikleri, sosyal çevreye katkıları, toplumsal gelişim, politika, ekonomi ve eğitim gibi unch’leri anlamak “İki arkadaşımla birlikte yürüyordum yol boyunca / Güneş batıyordu – Gökyüzü kanlı bir kırmızıya dönmüştü / Ve bir melankoli esintisi hissettim – Durdum / Ayaktaydım, yorgunluktan ölecek bir halde – mavisiyahın üstünde / Fiyort ve kent asılı duruyordu kan ve ateş dilleri / Dostlarım yürüyüp gitti / Ben arkada kaldım – Boğuntu ile ürpererek / Hissettim doğadaki büyük çığlığı ¦ EM.” Bir tabloda hem Hobsbawm’ın deyimiyle, “Aşırılıklar Çağı”na girmek üzere olan bir dünyanın nesnel çalkantıları karşısında duyulan korkuyu, hem modern dünyada ruhun varoluşsal yalnızlığını ve boğuntusunu hissettirebilmek, aynı zamanda herkesin kendi kişisel çığlığını bulmasını sağlamak… Munch’un resim sanatında yarattığı bu ifade gücü, bana hep Dostoyevski’nin edebiyattaki yerini düşündürmüştür. Kendini kazan, ruhuyla boğuşan sanatçının insanı ve evreni kavrama gücüdür bu. “Çığlık” tablosunun kat ettiği, bir ucunda “dejenere” diye nitelenmenin, diğer ucunda bir müzayedede satılan en pahalı tablo olmanın bulunduğu yol, sanatın modern dünyadaki çilesinin de özetidir aslında. Munch’ları anlamanın başka yolları da vardır. O yollara girebilmenin ilk koşulu ise, sanatı ve sanatçıyı sevmek, en önemlisi saygı duymaktır. M Sanatın gücü Edvard Munch’un 1863’te başlayan ömrü 1944’te sona erdi. 80 yıllık bu ömre, 19. yüzyıl sonu, I. Dünya Savaşı, iki savaş arası dönem ve II. Dünya Savaşı’nın kanlı yılları sığdı. Berlin’de çalıştığı dönemde ekspresyonizmin manevi babası olarak nitelenen Munch, 1908’den sonra Norveç’e döndü ve bir daha oradan hiç ayrılmadı. Kendi kişisel tarihinden alanlardaki etkileri hakkında da konuşuldu. Direktörler, çok katmanlı bir şehir olarak niteledikleri İstanbul’da bineal yapmanın zor ama çok önemli olduğunu, geleneksel bienal formatı içinde de çok yeni şeyler yapılabileceğinin altını çizdiler. Shenzhen Kentsel/ Mimarlık Bienali Direktörü Weiwen Huang konuşmasında etkinliğin doğuş sebebini, “Artık kullanılmayan yapıların ve alanların fonksiyon kazanması gerekliliği” olarak açıkladı. Orhan Boran son yolculuğuna uğurlandı Kültür Servisi Önceki gün yaşamını yitiren radyo ve televizyon sunucusu, aktör Orhan Boran (84) dün, Erenköy’deki Galippaşa Camisi’nde öğle vakti kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. Boran’ın cenaze törenine Sezen Cumhur Önal, Erkan Yolaç, Halit Kıvanç, Behzat Uygur, Müjdat Gezen, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, CHP İstanbul Milletvekili Süleyman Çelebi, Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül ile radyo ve televizyon dünyasından birçok isim katıldı. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da Orhan Boran için yazılı taziye mesajı yayımladı. Günay mesajında, “Yıllar yılı elinde beyaz mendili, o mükemmel Türkçesi ve doyulmaz sohbetleriyle gazetedeki köşesinden, radyo ve televizyon ekranlarından evlerimize konuk olan bu usta sanatçımızı çok ama çok özleyeceğiz” dedi. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle