28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
18 MAYIS 2012 CUMA CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR 17 ‘Leyla Gencer Altın Orfe Ödülü’ Pervin Çakar’a verildi O akşam, Paris’te... “Paris’te 2012 Altın Orfe Ödülleri verilecek: Leyla Gencer’e adanmış, büyük divanın adını taşıyan ödülü, jürimiz, genç Türk soprano Pervin Çakar’a verme kararı aldı. Opera Bastille’deki törende Pervin Çakar’a ödülü sizin vermenizi istiyoruz. Gelebilir misiniz?” Soruyu tekrarlatmadım, Paris’e vardım! Ama önce kısa bir geriye dönüş: “Academie du Disque Lyrique” Fransa’nın köklü müzik kuruluşlarından biri. Yıllardır opera ve şan dünyasındaki plakları, kayıtları, başarılı çıkışları çok geniş bir yelpazeye yayılan “Altın Orfe Ödülü”yle ödüllendiriyor. Altın Orfe Ödülleri, gelmiş geçmiş büyük sanatçıların adlarını taşıyor. (Toscanini Ödülü, Karajan Ödülü, Charles Münch Ödülü vs.) Geçen yıl akademi, aldığı bir kararla, bundan böyle her yıl, bir de “Leyla Gencer Büyük Ödülü” (Le Grand Orphée d’Or Leyla Gencer) vereceğini açıkladı. Bu kararda iki insanın önemli rolü var: Pierre Bergé ve Stephane Blet. Pierre Bergé sanat tutkunu iş adamı, mesen, Opera Bastille ve Paris Ulusal Operası’nın başkanlığını yapmış, François Mitterand’ın yakın dostu, Sosyalist Parti destekçisi, kendini toplumsal sorumluluğa adamış, ortağı, arkadaşı ile Yves Saint Laurent’la adlarını taşıyan müze ve vakfın kurucusu… Halen bunların ve nice sanat kuruluşunun ve de akademinin onursal başkanı… Ayrıca Leyla Gencer hayranı… Stephane Blet, ünlü bir piyanist ve besteci. Onu Türkiye’de İdil Biret’le verdiği konserlerden tanıyabilirsiniz. Tam bir Türkiye hayranı, “Türk Rapsodileri” besteliyor ve bunları dünyanın her yerinde verdiği konserlerde çalıyor. (24 Mayıs’ta İstanbul’da Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nde konseri var, meraklılar kaen uzun konuşmasıydı!) Ardından Stephane Blet, Gencer’in gençleri destekleme misyonunu, Pervin Çakar’ın yaptığı başarılı çıkışını anlattı. İki konuşmacı da “yakında Fransa’da Fransızca okunabilecek” Leyla Gencer kitabım için (burada tekrarlamaktan utanacağım) güzel şeyler söylediler. ‘İsyankâr Yüzyıl’ Diye Bir Kitap... 2004 Nisan’ında Sel Yayıncılık, “İsyankâr Yüzyıl” başlıklı, neredeyse yedi yüz sayfalık, yalnızca içeriği ile değil fakat baskı boyutlarıyla da ancak devasa diye nitelendirilebilecek bir kitap yayımlamıştı. Alt başlığı “Yirminci Yüzyılın Başkaldırı Sözlüğü” olan kitap, Emmanuel de Waresquiel yönetiminde Philippe Gavi ve Benoît Laudier tarafından hazırlanmıştı. Özgün adı “Le siècle rebelle” olan, dilimize İsmail Yergüz tarafından çevrilen eserin yayın danışmanlığını yapan Enis Batur, kısa ama bütün birikimini konuşturduğu sunuş yazısında, kitabın başlığında yer alan “isyankâr”lığın nasıl bir başkaldırı duygusunu dile getirdiğini şöyle açıklıyordu: “Siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel mekanizmaların tümüne nüfuz etmekte gecikmeyen, çekirdek bir coğrafyadan, ihtiyar Avrupa’dan başlayarak yeryüzünün en ücra köşelerine dek sıçrarken engel tanımayan isyan duygusu, Modern Zamanlar’ın hiç şüphesiz ana damarı olma niteliğini taşımıştır: Bir Zürih kahvesinde Lenin’le satranç oynayan kişinin Tristan Tzara adını taşıması bir rastlantı değildi; Meksika’da Troçki’yle buluşanın André Breton olması da, Küba’dan 1968 Mayıs’ına mesafe topu topu bir adımdı. Öte yandan, Gandi’den Mustafa Kemal’e, Ernst von Salomon’dan Yukio Mişima’ya olan uzaklık da sanılan ölçüde olmayacaktı. Camus’nün ‘yazgılarının akıntısına kapılmış adamların uzun dayanışması’ sözleriyle tanımladığı bireyler, yalnızlığın yerine sırt sırta vermeyi yeğlemişlerdi. Şüphesiz, İsyankâr Yüzyıl’ın çehresini belirleyen sayısız olayın, çıkışın içinde münferit davranışlar yok değildir, gene de asıl ağırlığı toplu hareketlerin, akımların, gruplaşma ve örgütlerin üstlendiği apaçık ortadadır…” “Sunuş”una Camus’nün “Başkaldıran İnsan”ıyla başlayan Enis Batur, satırlarını yine Camus’ye ait ve kitabın bütününde sözü edilen isyankârlığın kaynağına ilişkin şu sözüyle noktalamış: “Anlaşılmaz ve adaletsiz koşullar karşısında ortaya çıkan akıldışılığı seyrederken doğar başkaldırı.” Yirminci yüzyılın nasıl olup da düşünsel düzlemdeki onca başkaldırının yoğunlaştığı bir sahne olabildiği sorusuna yanıt arayan bu kitabın sayfalarını ilk karıştırdığımda, yine her zamanki çocukça heyecanıma yenik düşmüş ve “Bu kitap kim bilir ne yankılar uyandıracak, insanları düşüncenin denizlerinde ne serüvenli yolculuklara çıkaracak!” diye sevinmiştim. Ama böyle bir şey olmadı. Her zaman unuttuğum –yoksa unutmayı mı yeğlediğim?– bir gerçek, yine ağır bastı: Yaşadığımız ülke, insanlarının yüzyıllar boyunca, zamanın gelişimi içersinde, düşünmek ve eleştirmek için değil, biat etmek, boyun eğmek, tapmak, söz dinlemek, “büyüklerinin” sözünden çıkmamak için eğitildikleri bir iklimdi. Böyle bir iklimde dünyaya, hayata ve insana aklın rehberliği ile değil, ancak alışılagelmiş kalıplar içerisinde bakılabilirdi. Bunun sonucunda da, Camus’nün deyişiyle, anlaşılmaz ve adaletsizlik karşısında ortaya çıkan akıldışılığı seyretmek, bu ülkede başkaldırıya değil, ancak onları benimsemeye ve hiçbir şey olmamışçasına eski yollara devam etmeye yol açabiliyordu. “İsyankâr Yüzyıl”, yayımlanışının üzerinden henüz sekiz yıl geçmiş olmasına rağmen, kanımca bugün ülkemizin “unutulmuş kitaplar” listesinin başlarındaki yerini aldı. Ama bu durum, sıra dışı bir uygarlık tarihi diye de nitelendirilebilecek bu dev eserin Türkiye’de yayımlanmasına hizmetleri geçmiş olanların onurlu çabalarına elbette gölge düşüremiyor! Pervin Çakır’ın heyecanı Pervin Çakır’a ödülü verip onu kucaklarken, heyecandan tir tir titrediğini hissedebiliyordum. Aynı heyecanla akademiye İngilizce teşekkür ederken, ilk iş Fransızca öğreneceğine söz vererek, büyük sempati topladı! Ben akademiye ödülün adı ve sürekliliği için teşekkür ederken, sevgili divamızın mutlak bizi izlediğini ve belki de “abartmayın, ben bir şey yapmadım ki” dediğini duyar gibi olduğumu vurduladım! Tören ve töreni izleyen davet boyunca Pervin Çakar’ın yükselişini düşündüm: Mardin’in bir köyünde doğup (1981) Diyarbakır Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’ne, oradan Ankara’ya ve İtalya’nın Ancona şehrine uzanan bir serüven… Garsonluktan, Leyla Gencer Ödülü’ne muhteşem bir öykü… (Bu öyküyü daha önce anlattığımdan tekrarlamıyorum. Bakınız: 29 Ağustos 2010, Cumhuriyet) Bu yaz, Pervin İrlanda’da Lismore Festivali’nde “Sevil Berberi” (Rosina rolü) ve İtalya’da Macerata Festivali’nde “Carmen”de (Frasquita rolünde) oynayacak. Sonra da 6 Eylül’de Modena’da Pavarotti Vakfı’nın düzenlediği Pavarotti yıldönümü konserinde sahneye çıkacak… Yolun açık olsun Pervin Çakar! Nice nice başarılara! zeynep@zeyneporal.com mayan ve feodal ilişkiler içinde yaşam kavgası veren yoksul insanlardan oluştuğunu, konunun sınıfsal boyutunu da işleyen bir öykü etrafında anlatıyor. Senaryosu gerçek olayların akışıyla yavaş yavaş belirlenmiş olan bu filmde, Mısırlı kadınların, özellikle eğitim görmüş aydın kadınların üstlendikleri önemli rolün de altı çiziliyor… Üç yıl önce “Peygamber” ile alkışlanan Jacques Audiard (1952), bu kez, geçirdiği kaza sonrasında bacakları kesilen bir genç kadının iç dünyasındaki gelgitleri koşut öyküler içinde anlattığı “De rouille et d’os” ile, Fransız sineması içindeki yerini bir adım daha yukarılara taşıyor. Marion Cotillard’ın, kapanış gecesi belki de kendisine ödül getirecek incelikteki yorumunun da hemen altını çizmeliyiz. Şiddetin değişik biçimlerini, bireysel ve toplumsal boyutlarıyla yerli yerine koyarak, tüm çiğliğiyle görüntüleyen Jacques Audiard, konusunun içerdiği tuzaklara düşmeyen gerçek bir mizansen ustalığı sergiliyor. Festivalde kendisini şaşırtacak filmler görmeyi, yeni heyecanlar yaşamayı beklediğini söyleyen Nanni Moretti başkanlığındaki jürinin işi bu yıl da kolay olmayacak herhalde… çırmasın!) Stephane Blet, “Ödül Program” dergisine yazdığı yazıda, “20. yüzyılın en büyüleyici, efsanevi sanatçısının anısına adil davranmak için bu ödülü sürekli kıldıklarını” açıklıyor; aynı zamanda “Türkiye gibi büyük bir ülkeye bir çeşit kültürel dayanışma” selamı verdiklerini vurguluyordu. Sahnede övgü seli Paris’te Bastille Meydanı. Birkaç gün önce Hollande’ın zaferiyle, yani daha adil, daha eşitlikçi, daha özgür, daha ilkeli bir dünya umudunun sevinciyle dolup taşmıştı bu meydan. Şimdi ortalıkta o sevinç ve umuda denk düşen bir aydınlık vardı. Tören akşamüstü 17.30’da başlayacaktı. Opera Bastille’in 3 bin kişilik büyük salonunda değil, 300 kişilik Olivier Messiaen Salonu’ndaydı. Altın Orfe Ödülleri’nin jürisi, çoğu Fransız, uluslararası 23 müzik uzmandan oluşuyordu. Kayıtları dinleyerek, seyrederek seçim yapmışlardı. Ödül töreni başladığında, benim gözlerim dolu salonda hâlâ Pervin Çakar’ı arıyor ve bir türlü bulamıyordu! (Eyvah ya gelmediyse?!) Farklı alanlarda tam 30 ödül verilecekti. Burada tüm bu ödülleri sıralamaya olanağım ve yerim yok. Ödüller arasında birkaç mini konser vardı… Leyla Gencer Büyük Ödülü, 13. sıradaydı. Pierre Bergé ve Stephane Blet birlikte kürsüye geldiler. Pervin Çakar’ı, UNESCO Daimi Temsilcimiz Büyükelçi Gürcan Türkoğlu’nu ve beni sahneye çağırdılar. Önce Pierre Bergé, Leyla Gencer’e hayranlığını en şairane biçimde dile getirdi. (Törenin 65. CANNES FİLM FESTİVALİ’NDE FARKLI SİNEMALARDAN ALTIN PALMİYE ADAYI ÜÇ FİLM Masallar ve gerçekler… MEHMET BASUTÇU CANNES Önce, her yaştan seyirciye seslenen güzel bir masalın gizemli düş dünyasında hoş anlar yaşadık. Ardından, dünya gerçekleri tüm çelişkileriyle önümüze geliverdi. Altın Palmiye adayı ilk üç film, birbirinden çok farklı üç yaklaşımın, üç değişik sinema dilinin ürünüydü. Amerikan sineması, Wes Anderson ile eğlendiriciydi... Mısır sineması, ‘Arap Baharı’nın toplumsal yansımalarını bireysel öyküler gerisinde irdeleyen Yusri Nasrallah ile alabildiğine heyecanlıydı... Fransız si ? Amerikan sineması, Wes Anderson ile eğlendiriciydi… Mısır sineması, Yusri Nasrallah ile alabildiğine heyecanlıydı… Fransız sineması, Jacques Audiard ile insan gerçeğinin derinliklerine dalıvermişti… nemasının geleneksel içtenciliği, Jacques Audiard’ın mizansen ustalığıyla buluşunca, insan gerçeğinin derinliklerine yenilikçi bir anlatımla dalıvermişti. Wes Anderson (1969) imzalı açılış filmi “Moonrise Kingdom” Bruce Willis, Tilda Swinton, Edward Norton, Bill Murray gibi ünlü adları, başarılı iki küçük oyuncuyla (Kara Hayward ile Gared Gilman) bir araya getiren, şaşırtıcı bir denemeydi. Büyük stüdyoların bu tür filmler için geliştirdikleri kalıpları kıran Wes Anderson, gerçekleri dışlamadan gerçekötesi olmayı başaran özgün bir çalışma gerçekleştirmiş. ‘De rouille et d’os’ 1960’lı yıllarda, küçük bir adada yaşayan 1213 yaşlarındaki iki çoWillis’in yorumladığı polisin bececuğun evden kaçarak ilk aşklarını öz riksizliği. Ne sosyal yardım kurumgürce yaşamak istemelerini anlatan larının bürokratik ağırlığı kalıyor, ne film, mizah gücünü toplumsal eleş de yerleşik toplumsal düzenin boğutiri alanında da kullanıyor. Ne aile ya cu ağırlığı... Bu masal, gerçekten pısının çürüklüğü kalıyor, ne Bruce hoş, üstelik anlamlı bir masal! Sinema yaşamına Yusuf Şahin’in asistanlığını yaparak başlayan Yusri Nasrallah (1952) kurmaca ile belgeseli çok iyi harmanlayan “Après la bataille” (Çatışmadan Sonra) adlı filminde, Mısır’da yaşanan ‘Arap Baharı’ gerçeğine farklı bir yaklaşımla eğilmiş. Tahrir Meydanı’ndaki göstericilerin üzerine at ve develerle saldıran Mübarek yanlısı güçleri oluşturan bireylerin, aslında politik bilinçleri ol Cannes jürisinden açıklaması u yıl 65’incisi düzenlenen Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışacak 22 filmin tümünün yönetmenlerinin erkek olması nedeniyle yaşanan “cinsiyetçilik” tartışmaları üzerine, festivalin jüri üyesi İngiliz yönetmen Andrea Arnold, konuyla ilgili bir açıklama yaptı. Arnold açıklamasında, “Eğer yalnızca kadın olduğum için filmime ödül verilmiş olsaydı, bu durumdan nefret ederdim. Filmimin yalnızca doğru gerekçelerle ödüllendirilmesini isterdim” ifadelerini kullandı. B Sevenleri Kardeseci’yi uğurladı ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Devlet Tiyatroları’na yıllarını veren oyuncu ve yönetmen Erol Kardeseci, ailesi ve sevenleri tarafından son yolculuğuna uğurlandı. Kardeseci için ilk olarak Büyük Tiyatro’da tören düzenlendi. Törene, ailesi, yakınları ve oyuncu arkadaşlarının yanı sıra Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Lemi Bilgin, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengim Gökmen gibi pek çok isim katıldı. Büyük Tiyatro’daki törenin ardından Kardeseci, Kocatepe Camisi’nde kılınan öğle namazını müteakiben Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verildi. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle