23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 ARALIK 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Başkanlık mı, Sultanlık mı, Diktatörlük mü?.. KİGEM’in Encamı SİHİRLİ sözcükler vardır. İnsanları sevindirir, ferahlatır; iç karartıcı sözcükler de vardır, keyif kaçırtıp günleri zehir eder. Sözcüklerin etkisi bireylerle sınırlı kalsa bir şey değil ama olumsuz etki toplumu sarınca bireysel üzüntü çok daha yaygın ve derin oluyor. Küreselleşme işte böyle bir sözcük oldu. Gerçi kavram olarak yeni değildi ama, medyanın yardımıyla moda sözcük olarak toplumu ters yönde etkiledi ve güçlü ekonomilere sahip toplumların yarattığı özelleştirme furyası gelişme yolundaki ülkelerin bireylerini de ister istemez özelleştirmeden yana olmaya sürükledi. u yanlış gidişi durdurmak ve Türkiye gibi karma ekonomiye dayalı bir modele bağlı kalması gereken bir ülkede güçlü bir kamu girişimciliğinin ayakta tutulmasını savunmak bir zorunluluk olmuştu. Siyasiler bu davaya sahip çıkmayınca, iş sosyal bilimcilerle hukukçulara ve emekçilerin haklarını koruyacak sendikalara kalmıştı. KİGEM gibi bir kuruluş bu zorunluluğun ürünüdür. Baş harflerin bir araya gelişiyle oluşan bu ad “Kamu Girişimciliği Geliştirme Merkezi” diye bir vakfın kurulmasını müjdeliyordu. Merkez, bir yandan bu düşüncenin ayakta tutulmasını sağlayacak, bir yandan da kamu yararına olmayan özelleştirilmelerin hukuk yoluyla durdurulması için mücadele verecekti. Maddi destek işçi sendikalarından gelecekti. Çünkü, kamu işletmelerinin özel girişimcilere satılması emeğiyle geçinen insanlar açısından çok parlak sonuçlar vermiyordu. Özelleştirme, sermayenin yeni yatırımlara gitmesi yerine zaten kurulmuş işletmelerin el değiştirmesi demekti. Ayrıca, kâr unsuru en değerli amaç olunca, çoğu zaman bu amaçla işçi ücretlerinin kısıntıya uğraması kolayca başvurulan bir çare oluyordu. e var ki özelleştirme furyası bütün dünyada öylesine büyük desteklerle sürdürülen bir tutum olmuştu ki onu durdurmak için gösterilen çabalar bu çullanış karşısında sonuçsuz kalmaktaydı. Siyasilerin çabucak gerçekleştirdikleri mevzuat değişiklikleri hukuk alanını daraltarak sendikaların mücadele azmini kırmaktaydı. Kaldı ki Seydişehir Alüminyum Fabrikası satışının iptali gibi hukukla elde edilen sonuçlar neredeyse hukukla alay edercesine yok sayılıyordu. Bu tutumlar ne denli umut kırıcı olursa olsun, güçlüklere karşın mücadelenin henüz bitmediğini göstermek için hiç değilse KİGEM gibi bir kuruluşun ayakta tutulması gerekmez mi? A Dr. Alev COŞKUN (toplayan) antidemokratik bir sistemdir. Bu sistem bir ölçüde bugün Rusya’da uygulanıyor ve buna “Putinizm” adı veriliyor. Bu sistemde başkana verilen “TBMM’yi feshetme” yetkisi, ABD’de yoktur. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde böyle bir yetkiden söz etmek, insanları sadece güldürür. “Türk tipi başkanlık sistemi”dir. Açıkçası padişahlığı da aşan “Türk tipi sultanlık” önerisidir. Bu sistem kısaca ABD başkanlık sisteminden aşağıdaki noktalarda ayrılmaktadır. 1 ABD Başkanı’nın genel nitelikli kararname çıkarma yetkisi yoktur. Zaten kanun gücünde kararname çıkarma yetkisi başkanlık sisteminin temeline aykırıdır. Başkanlık sistemi kesin güçler ayrılığı ilkesine dayanır. Başkana Meclis’i dolanarak (bypass ederek) kararname çıkarma yetkisi vermek güçler ayrılığı ilkesinin temelden “tahrip” edilmesi demektir. Böylesi yasama yetkisine sahip olan başkanlık sistemleri ancak Latin Amerika’da görülüyor. Prof. Özbudun’un belirttiği gibi böylesi yetkiler başkanlık sisteminin dejenerasyonu olduğu için bunlara “decretizmo” (kararname ile yönetim) adı veriliyor. 3 ABD başkanlık sisteminin en önemli noktası “frendenge” mekanizmasıdır. Yasama organı her vesile ile başkanı denetler, yüksek düzey atamalarında, bütçede, bütçe harcamalarında denetleme yetkisi vardır. 4 ABD’de yüksek dereceli federal yöneticileri, büyükelçileri, yüksek mahkeme üyelerini başkan atar. Ancak Senato’nun onayı gereklidir. ABD Başkanı bu yetkiyi tek başına kullanamaz, ama AKP’nin önerisi bu çok önemli kuralı da ortadan kaldırmaktadır. 5 ABD başkanlık sisteminde başkanın meclisi feshetme gibi “hukuk üstü” bir yetkisi yoktur. Türk tipi başkanlık sistemi diye, anayasa hukukuna bir sistem (!) bağışlayan AKP, böylece başkana bir de Meclis’i feshetme yetkisi veriyor. Bu sistem başkanlık sistemi değildir. Bu sistem “tek adam”, “tek lider”, “tek seçici”, “tek karar verici” zihniyetinin meşrulaştırılması girişimleridir. Buna sadece bütün dünya kuşku ile bakacaktır. B N KP, başkanlık sistemini öneren anayasa değişikliği tasarısını, TBMM Partilerarası Uzlaşma Komisyonu’na sundu. Tasarının Uzlaşma Komisyonu’nda çelişki yarattığı anlaşılıyor, ancak tasarı basında gerekli ölçüde tartışılmadı... Bu tasarı kabul edilmesi olanakdışı, demokrasi karşıtı, 21. asrın hukuk devleti düşüncesine zıt görüşler içermektedir. Ancak tasarı aslında, AKP’nin demokrasi anlayışını ve zihniyetini de apaçık ortaya koymaktadır. Bu sistemin temelleri şöyle özetlenebilir: l Başkan tek dereceli seçilecek. l Başkan Meclis’e karşı sorumlu olmayacak. l Meclis’in başkana soru, gensoru gibi yöntemlerle soru sorması ve güvenoylaması söz konusu olamayacak. l Başkan kabinesini parlamento dışından seçecek, bakanların dokunulmazlığı olacak. l Üst düzey devlet görevlileri Meclis’in onayı aranmaksızın başkan tarafından atanacak. l Başkan, istediği zaman “Kanun Gücünde Kararname” çıkarabilecek, bu kararnameler Meclis’in denetimine bağlı olmayacak. l Başkan gerek duyduğunda parlamentoyu feshedecek. Tasarıyı hazırladığı anlaşılan Burhan Kuzu’ya göre böylece başkanın gece gündüz ağlayıp parlamentoya yalvarmasına son verilecekmiş. Ancak şurasını belirtmeliyiz ki, bu tasarı onu hazırlayanların bilançosuna, tarih boyunca “bir hukuk ucubesi” olarak geçecektir. Bu sistem ABD’de uygulanan klasik başkanlık sistemi değildir. Bu sistem Latin Amerika ülkelerinde görülen, iktidarın tek kişide toplanmasını sağlayan, “başkancıl”, diktatörlük yönetimidir. Bu yaratılan sistem, Erdoğan’ı sultandan öteye taşıyan, rejimi tek bir şahsın kişiliğine “temerküz eden” 1924 Anayasa tasarısısı Meclis’te görüşülürken, tasarıda Cumhurbaşkanı Atatürk’e gerektiğinde hükümetin görüşünü aldıktan sonra Meclis’i feshederek, seçimleri yenileme yetkisi verilmek isteniyordu. Bu husus anayasa tasarısının 25. maddesinde yer almıştı. Bu teklife özellikle iki genç milletvekili Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saracoğlu kürsüden açıkça karşı çıktılar. Mahmut Esat Bozkurt bu maddenin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine aykırı olduğunu sert biçimde belirtmişti. Saracoğlu da Meclis kürsüsünde: “... Bugün Millet Meclisi’nin kişiliğinde toplanmış olan haklarından hiçbir şey geriye döndürülemez... Seçimlerin yenilenmesi kelimesi altında saklanan fesih hakkını milletten başka herhangi bir başa veya birkaç başa vermek, bir irticadır efendiler” diyordu. Burada açıkça yeni Cumhurbaşkanı seçilmiş olan Atatürk’e verilmek istenen “Meclis’i fesih” yetkisine bir direniş söz konusuydu. Meclis’i fesih yetkisini öngören anayasa taslağındaki 25. madde için 23 Mart 1924’te Meclis’te 130 milletvekilinin katılımı ile yapılan oylamada 127 ret ve bir çekimser oyla bu madde reddedildi. Atatürk’ün bile Meclis’ten geçirmeye başarılı olamadığı Meclis’i fesih yetkisini, ne yazık ki AKP sıkılmadan Erdoğan’a vermek istiyor ve bunu Meclis komisyonuna sunabiliyor. Bu teklif basında çıkan yorumlara göre Atatürk’e bile verilmedi 6 ABD başkanlık sisteminin temel düğüm noktası, yasama meclisine seçilecek üyelerin aday saptanması sürecidir. Adayları parti lideri saptamaz, adaylar kendileriyle ilgili her ayrıntının aylarca enineboyuna tartışıldığı önseçimle belirlenir. Adayların, parti başkanı ya da partinin yetkili kurulları tarafından saptanması gibi bir düşünce ileri sürülemez. Sistemin temel noktası önseçimle ve halka dayanarak seçilen milletvekili ve senatörlerdir. Seçimlerden dar bölge seçim sistemi uygulanır. Seçimler böyle bağımsız olduğu ve yasama meclisi böyle oluştuğu için yasama ile yürütme arasında tam ve kesin bir güçler ayrımı ilkesi uygulama olanağına kavuşmaktadır. Kuşkusuz, ABD sisteminin en güçlü noktası tam anlamıyla koruma ve garanti altına alınmış olan “düşünce söz ve yazı özgürlüğüdür”. Getirilen bu sistemle ve başkana verilen olağanüstü yetkilerle, zaten zedelenmiş olan “düşünce, söz ve yazı” özgürlüğüne fatiha okumamız gerekecektir. Başkanlık sistemi uygulamaları Latin Amerika’da devamlı diktatörlüğe dönüştü. Çünkü Latin Amerika’da, başkanlık sistemleri “dejenere” edildi. Otoriteleşme eğilimi olan yerlerde, başkanlık sistemi çok uygun bir kılıf görevini görüyor. Aynen AKP’nin yeni tasarısında olduğu gibi... Herkesin anlaması gereken bir gerçeği yineleyelim... Başkanlık sistemi yalnız ABD’de demokratik ilkelerle yürütülebiliyor. Ancak bu sistem Latin Amerika, Afrika, Asya ve Filipinler’de dikkatörlük rejimlerine dönüştü. AKP’nin bu tasarısı açık ve net bir biçimde bir sistem değişikliği değil, Türkiye’de “rejim değişikliği” tasarısıdır. Zaten demokratik altyapısı tartışmalı, zaten Meclis’in yapısı parti başkanının iradesiyle oluşmuş, zaten yargı sistemindeki uygulamalar tartışmalı olan günümüz Türkiyesi’nde, temel ilkeler tersyüz edilerek ortaya atılan bu başkanlık tasarısı, Türkiye’de diktatörlükten başka bir olgu getirmez. Seçmenin Sağduyusu ‘Solduyusu’ Yüksel PAZARKAYA Bizim seçmenimiz ne yaptığını bilir. Çok partili yaşamımızda bunu her seçimde göstermiştir. Elbette partilerden birini yeğlemek için sandığa gitmenin tek başına demokrasi olmadığını da çok iyi bilir. Bu yüzden demokrasiyi işletme bilinciyle değil, kendi çıkarlarını aramak amacıyla oy kullanır. Yoksa, Türkiye’de yaklaşık yüzde elli oranında AKP için oy kullanırken, Almanya’da (ve diğer Avrupa ülkelerinde) oy kullanan Türk kökenli seçmenin, büyük çoğunlukla Sosyal Demokrat Parti’yi (SPD) ve Yeşiller Partisi’ni yeğlemesini açıklayamayız. Almanya’da yaşayan aynı seçmen, son Türkiye seçimlerinde gümrüklerde AKP’ye yüzde elliden fazla oy verdi. Bu ilk bakışta derin bir çelişki. Ama psikososyal açıdan bakış, aslında bunun hiç de çelişki olmadığını ortaya koyar. Görülür ki seçim demokrasi değil, kişisel ya da zümresel çıkar seçimidir. Ama bu seçmenin demokrasi istemediği anlamına gelmez. Seçmen iyi bilir ki, parti oligarklarının derdi demokrasi değildir. Seçimi de demokrasi olsun diye yapmazlar, iktidara ‘el koymak’ için demokrasinin bu kuralını kullanırlar. İktidara el koyunca da genelde kendi oligarşik düzenlerini uygulamaya başlarlar. (Erkler ayrılığını umursamazlar, yasa yerine kararnameler çıkarırlar, var olan yasalara aldırmazlar.) Böyle olunca, seçmen neye bakacak, neyi tartacak? Kendisine sunulan sahte seçeneklerden, o dönem kendisine daha az zarar verecek olanı ya da kendisine daha fazla yarar ve çıkar sağlama olasılığı görüneni seçecek. (Ekonomik ve cinsel özgürlüğü zaten yok, eğitim özgürlüğü yok, yaşam hakkı için çok zaman canını ortaya koymak zorunda, büyük çoğunluk için fikir ve düşünce özgürlüğü gibi şeyler de somut bir gereksinim değil. Çünkü önce ekmek gelir!) Bu yüzdendir ki, sağduyulu Türk seçmen, Almanya’da (Sevgili Can Yücel’in patentiyle söylersek) ‘solduyu’sunu kullanır. Orada çoğunluk sol partilere yönelir, Türkiye’de ise, epey süredir çıkarını sağın ve dinci sağın vaatlerinde arar. Bir süre önce Almanya’daki Türkler arasında yapılan kamuoyu araştırmasına göre, Sosyal Demokrat Parti’ye yüzde 50, Yeşiller Partisi’ne yüzde 26, Marksist Sol Parti’ye yüzde 5 oy çıktı. Buna karşılık Başbakan Merkel’in tutucu CDU’suna çıkan oy oranı yalnızca yüzde 13. Almanya’da sola toplam yüzde 81 oy veren aynı seçmen, AKP’ye yüzde 61 oy vermek istediğini bildirdi bu kamuoyu araştırmasında. Almanya’daki Türklerin aynı araştırmada büyük çoğunlukla Alman okullarını Türk okullarına yeğlemesi, İslamcılığın yalnızca yüzde 13 için önemli olduğu düşünülürse, yüzde 81 sol oyun gerekçesinin yalnızca öz çıkarlar olduğu kendiliğinden anlaşılır. Zira azınlıkların, dolayısıyla Türklerin yurttaşlık haklarını, insan haklarını daha ısrarlı ve daha etkin talep eden partiler sol partiler. Önceki üçlü koalisyonu, özellikle de Başbakan Bülent Ecevit’i devirmek isteyen uluslararası emperyalizmin bütün yolları (bu arada burjuva medyasının hemen tümünü) kullanarak yarattığı “ekonomik krizden” sonra yine sıcak parayla uluslararası emperyalizm tarafından desteklenen sonraki iktidarın, seçmende ekonomik çıkar beklentisi yaratması doğaldır. Bir de unutmamak gerekirgözle görülen gündelik somut bazı yaşam işlerini yürütür görünüyorlar ve yalnız seçim sürecinde değil, sürekli gıda ve kömür torbalarıyla kapı kapı dolaşıyorlar, insana önem verir havasıyla seçmen kitlesine sızıyorlar. Buradan bir tek sonuç çıkar: Genel hava döner dönmez bizim seçmenin havası da dönüverir. Gereğinde ‘sağduyu’sunu, gereğinde ‘solduyu’sunu kullanır. Gerçek bir demokrasi kurumlaşıncaya dek seçim sonuçları hep programa ve icraata göre değil, havaya göre değişecektir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle