18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
17 KASIM 2012 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA DİZİ ğur Mumcu’nun aramızdan alınışından bu yana çocuklarıyla ile birlikte bir onurlu direnç simgesi oldu Güldal Mumcu. Acısını, “Adalet ve Demokrasi” haftaları ile birlikte toplumsal bilinci uyanık tutma eylemine dönüştürdü. Son olarak Uğur Mumcu’nun öldürülüşünden bu yana yaşadıklarını bir kitapta topladı. Kitap, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınevi tarafından yayımlandı ve İstanbul Kitap Fuarı’nda okurun karşısına çıkacak. Bu iki günlük dizi, o kitabın özetinden oluşuyor. Okurlarımız; Güldal Mumcu’nun anılarını okurken görecekler ki, zaman yalnızca onun değil, hepimizin içinden geçmiş, ama geçip gitmemiş. Tortuları, tüm yoğunluğuyla yine gündemimizde. 7 U Güldal Mumcu 24 Ocak 1993’ten sonra yaşadıklarını kitaplaştırdı: Mumcu’nun Yeşil ‘Petraeusgate’ Menzilinde Obama Var Washington’a hükmeden FBI Başkanı Edgar Hoover hakkında geçen kış bir film görmüştüm. Hoover’ı Leonardo DiCaprio oynuyordu. Clint Eastwood’un perdeye aktardığı film, “kaset yöntemiyle” düzeni avcunun içinde tutan ve McCarthy döneminden Nixon yıllarına dek liberallere göz açtırmayan Hoover’ın yaşamöyküsünü anlatıyordu. II. Dünya Savaşı sonrasında CIA’nın kurulmasına karşı çıkan, bu rakip haber alma kurumuyla baştan beri kanlı bıçaklı olan Hoover; başkalarının sırları üzerinden kendisine güç sağlarken, 48 yıl süresince yönettiği FBI’da özel sırlarını kapı gibi koruyabilmişti. Yaşam boyu erkek arkadaşıyla bir karıkoca hayatı sürdüren Edgar Hoover, inkâr götürmeyen bir eşcinseldi. Hoover’ın Washington’a hâkim olduğu yıllarda eşcinsellik haliyle bugünkü gibi kabul gören bir olgu değildi. Eşcinsel olduğu saptanan bir insanın, hele de önemli bir mevkideyse dışlanması kaçınılmazdı… Buna karşın Hoover, FBI gibi bir istihbarat örgütü içinde onun bunun cinselliği üzerine dosya hazırlarken… çevresince bilinen tercihlerine rağmen onlarca yıl bulunduğu yerde kalabilmişti. Niçin? Çünkü “güç”, Washington’ın bu derin “kara kutusu” etrafında bir dokunulmazlık zırhı örmüştü. General Petraeus’un maceralarını duyduğumda, aklıma ilk gelen örnek Edgar Hoover oldu. David Petraeus da herhalde “kara efsane” FBI Başkanı gibi, dokunulmaz olduğunu hesap etmiş olmalı dedim… Hoover’ın vaktiyle yaptığı gibi, “Nasıl olsa bana ilişmeye cesaret edemezler!” varsayımıyla hareket etmiştir diye düşündüm. Bunca sersemlik başka nasıl açıklanabilir ki? Sersemlik derken… Generalin evlilik dışı ilişkisini kastetmiyorum. 2012 yılında, püriten Amerikalılar dahi bu çapkınlık öykülerine artık kulak asmıyorlar… İnsanları şaşkınlığa sürükleyen şey; Petraeus gibi strateji dehası olduğu varsayılan “süper madalyalı” bir generalin, Paula Broadwell gibi her yanından oportünizm akan şöhret avcısı bir kadının ağına ayran budalası gibi düşmesi… Afganistan savaşının ortasında yapacak başka işi yokmuş gibi; kendisine “şeftali” lakabıyla hitap eden bir kadınla uzun uzadıya “email” leşmesi… Bu kritik “eposta” yazışmalarını üstelik, sıradan faniler gibi, kontrole açık “gmail” üzerinden göndermesi… Bunları yaparken, her tür siyasi duyarlılık ve basiretten uzak olması… Beraber çalıştığı insanlar taraından “illallah” denecek raddede itici bulunması.. Paraşütle kondurulduğu Washington’ın göbeğindeki CIA’yı, Afganistan kışlalarının disiplini ve emir komuta zinciriyle yönetmeye kalkması… Bunlar yetmezmiş gibi Beyaz Saray’la son ayların en yakıcı konusu Libya üzerinde takışması… Petraeus’u istifaya sürükleyen olay yaygın kanaate göre bizatihi yaşadığı evlilik dışı ilişki değil; Dışişleri Bakanlığı, Pentagon ve Beyaz Saray’a Libya baskını konusunda kafa tutması oldu. ABD Büyükelçisi Chris Stevens ve üç Amerikalının ölümüyle sonuçlanan Bingazi saldırısı için Obama yönetimi vaktiyle biliyorsunuz “Peygamber filmine karşı tepki” açıklaması yapmıştı… Bunun zamanla gerçek olmadığı anlaşılınca, bu kez CIA, krizi yönetememek, saldırıyı önleyememek, büyükelçi ve adamlarının hayatını koruyamamakla suçlandı. İşte bu noktada ABD yönetiminin arzusu hilafına, olayların içyüzünü ifşa etmek üzere harekete geçen “çuvalcı general”, Hoover döneminden beri CIA ile derin rekabet içinde olan FBI tarafından kıstırıldı ve ilişkisi kamuya açıklandı... Sonrasını biliyorsunuz… İlişkinin afişe edilmesini fırsat bilen ulusal istihbarat şefi James Clapper; Obama’nın seçimi kazanmasından iki gün sonra, lafı dolandırmadan neocon’ların idolü olan Petraeus’un istifasını istedi. Buradan olayların nereye gideceği,Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi’ne ifade veren generalin anlattıklarına bağlı... Bu yazıyı yazdığım saatlerde Petraeus kapalı oturumda ifade veriyordu… Generalin açıklamaları sonunda, Obama yönetiminin halktan bilgi sakladığı ortaya çıkarsa, Başkan Obama’nın başına II. bir Watergate’e dek varabilen çapta büyük belalar açılabilecek. Bingazi’deki saldırı konusunda Obama yönetiminin yalan söylediği ya da halkı bilerek yanılttığı anlaşılırsa, Cumhuriyetçiler Monica Lewinski skandalıyla Bill Clinton’a yapamadıklarını Obama’ya yapmaya kalkacaklar. Hırsı boyunu aşan çapsız bir generalin fırsatçı bir kadınla yaşadığı sıradan bir gönül macerası bu durumda, dünyaya yön veren süper gücün yazgısını etkileyebilecek. Bu skandal, bir Pandora kutusu gibi. İçinden her gün yeni bir akıl almaz ilişki, yeni bir tuhaf karakter ve akıllara durgunluk veren yeni bir gerçek fışkırıyor. Obama’nın on gün önceki zaferi, şimdiden eskimiş görünüyor! Bugün saat 14.0015.00 arasında Kırmızı Kedi Yayınları’nda Tuna Kiremitçi ile 2 No’lu salon, stand No. 408 B’de, ardından 15.3017.00 arasında Ataol Behramoğlu ile beraber Cumhuriyet Kitapları’nın imza etkinliğinde olacağız. Bizlerle olmayı arzulayan tüm sevgili okurları bekleriz. evinde ? 25 Ocak 1993, Pazartesi, saat 02.30 Camın önünde bordo koltukta oturuyorum. Dışarıda yoğun bir sis var. Karşımda, Uğur’un her zaman oturduğu koltukta ablam oturuyor. Görünmeyen şehre bakıyorum. Az önce çocukların odalarını dolaştım. Uyumaları zor oldu. Özge’nin odasındayken bir bulutun da ardımdan benimle birlikte dolaştığını hissettim. ? 24 Ocak 1993, Pazar Bir adam eve geldi, “Olayı yapanı bulsak, sonra etrafından da birkaç kişi bulunsa yeter mi?” diye sordu. Gerçek adım Mahmut Yıldırım, gerçekler açığa çıksın! Yayına hazırlayan: IŞIK KANSU ’ ? 27 Ocak, Çarşamba ? 28 Ocak, Perşembe Ecevit’ten itiraf ? 18 Eylül 1997 Ecevit’e randevu talebimi birkaç kere yinelemiştim. Nihayet 18 Eylül öğleden sonrası için randevu verdi. O sırada Başbakan Yardımcısı idi. Onunla da makamında görüştük. “Sayın Ecevit” dedim, “Bu ülkede kontrgerillayı telaffuz eden ilk siyasetçi sizsiniz. Şimdi de başbakan yardımcısısınız. Bizim size neyin ne olduğunu ne olmadığını söylememiz gereksiz. Eşimin öldürülmesinin soruşturulabilmesi için sizden de yeniden destek ve gerekli girişimlerde bulunmanızı rica ediyorum.” “Ben Uğur Bey’i severdim” dedi, “Bana yapılan suikastı, ardındakileri araştırırken hep duvarlara çarptım. Eşiniz arı kovanına çomak sokmuştu.” Doğrusu ne diyeceğimi şaşırmıştım. Beklemediğiniz birinden hiç düşünmediğiniz bir sözle karşılaşınca bazen kalakalırsınız ya, sözün bittiği noktalardan biriydi bu da!!.. Uğur toprağa verildikten sonra yok olmaya başlayan ince sisten sıyrılıp, hep birlikte arabaya doğru giderken, çocuklara eğilip usulca, “Bakın çocuklar, o bizim babamızdı. Ama aynı zamanda, onu son yolculuğuna uğurlamaya gelen bu binlerce insanın da yazarıydı. Onlar olaya sahip çıktılar ve bizi yalnız bırakmadılar. Hiç kimseye böyle bir ? Uğur toprağa sevgi nasip olmaverildikten sonra mıştır. Onlar biçocuklara eğilip zim için de burausulca, “Onu son dalar. Türkiyolculuğuna ye’nin her yerinuğurlamaya gelen den geldiler. Bubinlerce insan gün, şimdi, burasizin acınızı da, babanızla baş paylaştı, sizde acı başa bırakalım kalmadı artık” onları, onu uğurladedim. sınlar; sevgilerini Özge, bana sunsunlar, son gödöndü ve sordu: revlerini yapsınlar. “Artık acı yok Biz, daha sondeğil mi?” ra hep gelebiliriz. Ayrıca, hiç “Evet, yok.” kimseye acısını paylaşmak için yüz binler gelmemiştir. Sizin acınızı paylaştılar, sizde acı kalmadı artık. Sizde sadece onun, babanızın onuru kaldı.” Özge, bana döndü ve sordu: “Artık acı yok değil mi?” “Evet, yok.” 8 Ocak 1993 günü İsrail Büyükelçisi Uğur’u görüşmeye davet etti. Döndüğünde, sohbet ettiklerini, ne için çağırdığını tam anlamadığını, ama konuşmanın bir yerinde Büyükelçi’nin, “Öldürülmekten korkmuyor musunuz?” diye sorduğunu söyledi. Bu arada Harp Akademileri Komutanlığı da basının sorunları konusunda bir konferans vermesi için davet etmişti. Uğur kabul etti ve bu konferans için bir süre çalıştı. 13 Ocak 1993 günü de konferans için İstanbul’a gitti. Gazeteci arkadaşı, Cumhuriyet’ten Ali Sirmen de dinleyiciler arasındaydı. Kurmay subaylar ayakta uzun uzun alkışlayınca, Sirmen, Uğur’a dönüp, “Seni sakıncalı piyade yapan ordu, şimdi ayakta alkışlıyor. Ne tuhaf!..” demiş. Bu konferans, Uğur’un Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde verdiği ilk konferanstı. Ama hayatının son konferansı olduğunu bilmiyorduk elbette. Ti camii Paltomu giydim. Mutfağa girdim, fırının saati 13.25’i gösteriyordu. Çizmelerimi zaten giymiştim. Vestiyerden çantamı aldım. Evin sokak kapısından çıkarken Özge’ye “Hoşça kal, kapıyı kimseye açma” dedim. Merdivenlerden hızla yukarı ve apartman kapısından dışarı çıktım. Yan apartmandan komşumuz İbrahim Bey arabasını yıkıyordu. Selamlaştık. Fakat kapının tam kapanmadığını fark ettim. Geri dönüp kapıyı çektim. Özge evde yalnızdı çünkü. Kapıyı çekerken sağ tarafımda gözümün ucuyla beyaz bir arabanın geçtiğini gördüm, döndüm, bir adım attım… Büyük bir patlama oldu! Bir adım daha attım. Bir patlama daha! Geriye, eve doğru bir adım attım. Bir patlama daha! Yer ayağımın altında üç kere sarsıldı. İçimden geçen Bir Pandora kutusu gibi ? Mayıs 1996 Galiba Kurban Bayramı’ydı. Bayram için o aralar çok ziyarete gelen olmuştu. Hem taziye, hem bayram kutlaması yapıyorlardı. Biraz tedirgin olmakla birlikte “Bakalım kimmiş” dedim. Açtık sokak kapısını. Biri kız, biri erkek üç dört yaşlarında iki çocuğun ellerinden tutmuş bir adam bizim kapının önüne geldi. Sakallı, benim boyumda, biraz ince, lacivert bir ceket ve gri bir pantolon, ceket özensiz, pantolon ütüsüz, hafif eskimiş… Böyle bir kılık. Hızlı bir şekilde, birbiri ardına, adeta nefes almadan konuşmaya başladı. Biraz aksanlı: “Sokaktaki caminin adının ti camii olarak değiştirilmesi gerekir. Bunu sizin sağlamanızı istiyorum.” Salonda karşılıklı ayakta duruyoruz. Yüzüne baktım, “Yanlış yere gelmişsiniz. Burası camilere isim veren veya isimlerini değiştiren bir yer değil. Benim yapacağım bir şey yok. Bunun için size yardımcı olamam” dedim. Daha sonra, artık çıkması gerektiğini hissettirecek şekilde kapıya doğru yürüdüm. Salondan çıktık. Adam durdu, bana döndü. Sesi düzelmişti. Son derece normal, son derece düzgün bir Türkçeyle “Olayın failini bulsak, sizin için yeterli olur mu?” dedi. “Ben gerçeği istiyorum” dedim. “Olayı yapanı bulsak, sonra etrafından da birkaç kişi bulunsa yeter mi? Çünkü siz ne isterseniz o olacak…” Ben yine “Ben gerçeği istiyorum” dedim. Adam bunun üzerine; “Haa, anladım. Siz hepsini istiyorsunuz” dedi. Üçüncü kez yineledim: “Ben gerçeği istiyorum.” “Siz hepsini istiyorsunuz. O zaman üç tane gül alacağım. Birini Başbakanlığa, birini Çeçenistan’a, birini de Uğur Bey’in öldürüldüğü yere koyacağım” dedi. Kapıyı açtım. Adam çıktı çocuklarla birlikte. Kapıyı kapatmamızdan sonra birkaç dakika geçmemişti ki, apartman içinden bağırmalar duyduk. “Olayların hepsi açığa çıksın! Bütün gerçekler açığa çıksın! Artık yeter! Buraya gerçek adımı da yazıyorum. Gerçek adım Mahmut Yıldırım. Buraya yazıyorum. Gerçekler açığa çıksın!” Merak etmiştik, yukarı çıktık. Taziyeye gelenler için koyduğumuz masa ve defter hâlâ duruyordu. “Buraya yazıyorum” dediği için merakla deftere baktık; hakikaten söylediklerini yazmıştı. Defteri yerine koyup eve geçtik. Ertesi sabah “Defteri alıp saklamam gerekir” diye düşünerek çıkıp baktım; ama artık defter yoktu. (Güldal Mumcu kitabında, bu kişinin Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu nasıl fark ettiğini, Yeşil’in “ti”den kastının “hedef” Yeşil kod adlı anlamına geldiğini ayrıntısıyla anlatıyor.) Mahmut zaman Obama’yı üzebilirler... Yıldırım TÜYAP için not: Bir anda AKP’li oldular! RİZE/KAYSERİ (Cumhuriyet) Rize’de CHP İl Sekreteri İsmail Durmuş’un da arasında bulunduğu 217 kişinin AKP’ye üye yapıldığı ortaya çıktı. CHP yönetimi, AKP Rize İl Başkanlığı’na dilekçe ile başvurarak halen partilerinin çatısı altında, bazıları yönetim kadrolarında görev yapan bu kişilerin AKP’ye nasıl üye yapıldığını sordu. CHP Kayseri İl Başkanı Sadık Atila da bine yakın CHP üyesinin AKP’ye üye yapıldığını belirttti. Atila “CHP’ye üye kaydederken bizzat kişinin gelerek müracaat etmesi ve imzasının olması gerekir. Ama AKP’ye üyelik diğer partilerden üye çalarak yapılıyor” dedi. Yarın: O savcıya ne oldu?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle