19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 8 EKİM 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Balyoz Sürecinin Düşündürdükleri Kıbrıs’ın Devletleri TAVŞANOĞLU iyi iş çıkardı ve Kıbrıs konusunda sinsi bir hazırlığın kapağını hafifçe aralamış oldu. Güneyimizdeki ve Batımızdaki Elen komşuların asla vazgeçmeyecekleri ve günü geldiğinde mutlaka yeniden ortaya atacakları bir dava bu. Dünkü Cumhuriyet’in yayımladığı Andros Kipriyanu röportajı, AB üyeliği yolunda Ankara’ya destek sağlamak ve Akdeniz doğalgazından pay vermek vaatleriyle süslenmiş bir RumYunan girişimine hazırlanmak bakımından yararlı olabilir. öportajın başlığı, konuya ilişkin olarak yayılan ve bizim dışımızda genellikle kabul gören bir izlenimi özetlemiş: “Kıbrıs’ta Çözümsüzlüğe Devam.” Ne yazık ki, bunca yıllık mücadeleden sonra, adada iki ayrı halkın ve iki ayrı yönetimin varlığı kabul edilmiyor ve AKEL’in genel sekreteri de bu kabul edilmeyişi “çözümsüzlük” sayabiliyor. Aynı lafı biz de dilimize dolarsak, böyle olur elbet. Sanki anavatanlarına duygusal ve kültürel bağlılıklarını sürdürmekle birlikte kendilerini egemen sayan iki ayrı halkça kurulmuş devletlerin varlığı da bir çeşit çözüm değilmiş gibi. Tarafların henüz birbirini tanımamış olması, “karşılıklı tanınmamışlık”tan öteye başka bir terimle nitelendirilebilir mi? Hele, bu durum hayli uzun süredir adaya kavgasız ve cinayetsiz bir huzur havası getirmişse, devletlerin halkları birbirini görebiliyor, birbirine gidip gelebiliyor ve alışveriş yapabiliyorsa. Çözüm, ille bir yanın ağır basıp yönetime egemen olduğu haksız ve dengesiz bir düzenin başkalarının baskısıyla kabul edilmesiyle mi olur? Röportajdan anlaşılıyor ki, Rum tarafının bütün kesimleri bu inançta tek vücut olduğu halde, Lefkoşa’nın kuzeyi yine dağınık. abul etmeliyiz ki, çözümsüzlük sözünün yıllardır dillerde, gazete sayfalarında ve meydan gösterilerinde sürünüyor olmasının gerisinde Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının bir kusuru ya da tembelliği yatmaktadır: Adada iki devletin iyi komşuluk ve karşılıklı saldırmazlık paktlarıyla zenginleştirilmiş, hatta meteoroji, hava trafiği gibi bazı ortak işlevleri birlikte yürütme kurumlarıyla donatılmış bir “çözüm” önerisi masaya getirilip dünyaya tanıtılamaz mıydı? Bu yapılmadıkça, RumYunan propagandası herkesi etkiler. Bugün yaşadığımız zorlukların üstesinden gelebilmek, şu üç adımın süratle atılmasına bağlıdır: Hukuk düzeni evrensel hukuk ilkeleriyle yoğrulmalı. Şanlı ordumuzun itibarını yeniden kazanmasını sağlayacak ve moralini yükseltecek tedbirler ivedilikle alınmalı. Kaybolan aklın, törpülenmiş cesaretin ve ille de körletilmiş vicdanın yeniden toplum yaşamına egemen kılınması sağlanmalı. Ahmet YAVUZ E. Tümgeneral, Silivri 2 R 000’li yılların dış etkenleri yeni bir jeopolitiğin doğmasına ve yeni jeostratejik hamlelere yol açmıştır. Bu hamleler Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu ile çevrili ülkemizi doğrudan etkiledi ve halen etkiliyor. Her üç bölgeyle mevcut sosyokültürel, ekonomik ve güvenlik bağları ve sorunları yeni boyutlar kazandı. Bu koşullar, birtakım fırsatlar ortaya çıkardığı gibi yönetilmesi zorluklar içeren açmazlarla karşı karşıya kalmamıza da neden oldu. Özellikle enerji nakil yollarının (Karadeniz, Akdeniz) ve hatlarının güvenliği konusu, iki kutuplu dünya düzenindeki Türkiye’nin daha farklı karakterde bir Türkiye’ye dönüştürülmesini gerekli kıldı. İç dinamiklerdeki gelişmelerin buna uygunluğu da cabasıdır. Plan yürürlüğe kondu, adım adım uygulanmak suretiyle toplumsal farkındalığın gerçekleşmesi özellikle zorlaştırıldı. Elbette Ukrayna ve Gürcistan’da yapılanların aynısı yaşanmayacaktı ülkemizde. Benzer davalarda olduğu gibi Balyoz Darbe (!) davası bunun en önemli yapı taşıydı. Ülkemizi istediği gibi yapılandırmak isteyen dış ve iç egemenler kol kola faaliyeti başarı ile yürütüyor. Bu gidişi durdurabilecek yegâne etken olan milletimizin olup biteni kavrama ve karşı koyma kabiliyeti, uygulanan psikolojik harekâtla köreltildi. İlk olarak güvendiği ve sevdiği ordusu itibarsızlaştırıldı darbeci subayları casusluk yapan, fuhuş ve şantaja karışmış, terör örgütleri ile bağlantılı, iç güvenlik görevinde başarısız, faili meçhullerin sorumlusu vb. ve pusuya düşürüldü. Bu sonucun elde edilmesinde ülkemizi yönetenlerin ağır sorumluluğu vardır. Oysa bu coğrafyanın katlanamayacağı en önemli konulardan birisi güçsüzleştirilmiş ordudur. Milletimizin bunun bedelini ağır bir şekilde ödememesi öncelikli dileğimdir. Bu çerçevede üç husus öne çıkıyor: Birincisi, bu süreç, görünürde (aslında daha büyük bir projenin parçası olarak) askeri vesayetin sonlandırılması için planlandı. Gerçek bir demokrasi ile taçlandırılmış Cumhuriyet hepimizin ortak hayali ve gurur kaynağıdır. “Sıfır suçla mahkum edilmemiz buna vesile olursa, milletin namus ve şerefi üzerine kendini adamaya yemin etmiş kişiler olarak, bundan şeref duyarız.” Ama gerçeğin böyle olmadığı, yeni vesayetler oluşturulduğu aşikârdır. Hukukun nefes alıp veremediği, hatta nefesleri kestiği bir ortamda gerçek bir demokrasiden ilerisinden vazgeçtim bahsetmek ham hayaldir. Kimse yanılmasın ve kimseyi aldatmasın!.. Bu süreci yöneten ve yönlendirenlerin kazandıkları bir Pirus zaferidir. Zaferi kazandıkları doğrudur, ancak manen bir bitmişlik ile karşı karşıyalar: Sahte dijital veriler üreterek ve bunlara dayanarak, insanları mahkum etti ve ettirdiler. 0507 Mart 2003 1. Ordu seminerindeki konuşmalar bunun sosudur. Bu konuşmalar, yapanların sorumluluğunu üstlendiği (biriki kişi), Askeri Ceza Kanunu’na ilişkin askerin siyasete karışması suçu olabilir, ki bu da bu mahkemenin yargılama konusuyla örtüşmez. Bu komployu kuranlar, sahteci yaftasını boyunlarında taşımak durumundalar. Beni ve benim gibileri 18 yıllara mahkum edenler ve bundan sevinç duyanlar kendilerini 180 yıla mahkum etmişlerdir. Bugün artık gerçek ortaya çıktı, ancak üstü örtülmeye çalışılıyor. Bu gerçeğin geniş kitlelerin zihinlerine yansıması sadece bir zaman meselesidir. İkincisi, vahim bir zaafı işaret ediyor. Ordumuzu yönetenler, çok iyi bildikleri “personelinin sahte dijital verilerle yargılandıkları gerçeğini” halkımıza açıklama medeni cesaretini gösteremediler. Tarih önünde sorumludurlar. Çünkü gerçeğin ve masum ların cephesinde saf tutmak yerine, bu süreçte varlığına zerre kadar tanıklık etmediğimiz “hukuka saygılı olma” klişesinin arkasına sığınarak, ordumuzu kötürüm etmek isteyenlerin değirmenine su taşımışlardır. Sahte belgelerle mahkum edilmek, yarın başlı başına bir saygınlık kaynağı olacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Askerlik, dünyanın gerektiğinde ölmeyi emretme sorumluluğu yükleyen tek mesleğidir. Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ve ülkemizi kuran kadroların şu üç kaynaktan beslendiğini söyler bilimcilerimiz: Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye. Birincisi bilimsel boyutu temsil ederken, ikincisi yönetim ilkelerine yön vermiş, üçüncüsü bu hareketin cesaret ayağını oluşturmuştur. Gelinen nokta bu köklerden ne denli uzakta olunduğunun göstergesidir. Hiç kimse yaptığı herhangi bir hukuksuzluktan dolayı mesleki dayanışma arayışına girme hakkına sahip değildir. Ancak açıkça hukuksuzluğa maruz bırakılan ve sahte dijital verilerle yargılanmaya muhatap kılınan insanlara, dayanışma ruhundan yoksun yaklaşmak etik olamaz. Bu tutum, hizmetteki insanların morali üzerinde yıkıcı bir etki yapar. TSK’ye eleştiri Üçüncü gerçek, TSK yönetim kademelerinin artık son zamanlarda toplum önünde tartışılan yönetim anlayışının muhtaç olduğu eleştiri ihtiyacıdır. Bu ülkeyi ve onun en önemli tari hi kurumu olan ordumuzu seviyorsak, samimiyetle bu eleştiriyi yapmalıyız. “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” s. 8’de (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 9. Baskı) Atatürk’ün bir görev olarak belirttiği gibi “… Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır…” Eleştiri ihtiyacı başlı başına bir araştırma konusu olmakla birlikte; ana hatları ile ele alınacak olursa, temelinde, entelektüel derinlik yetersizliği, ortak akıl üretememe, ben yaptım oldu nobranlığı, halktan ve üretimden kopuk bir yaşamın sancıları, yurt sevgisi yerine kendini aşırı sevme bencilliği, insan hakları kavramını yeterince içselleştirememe ve bedel ödemeye hazır bir adanmışlık yetersizliği yatıyor. Bugün yaşadığımız zorlukların üstesinden gelebilmek, şu üç adımın süratle atılmasına bağlıdır: Hukuk düzeni evrensel hukuk ilkeleriyle yoğrulmalı. Şanlı ordumuzun itibarını yeniden kazanmasını sağlayacak ve moralini yükseltecek tedbirler ivedilikle alınmalı. Kaybolan aklın, törpülenmiş cesaretin ve ille de körletilmiş vicdanın yeniden toplum yaşamına egemen kılınması sağlanmalı. Şair ve filozof Halil Cibran’ın söylediği gibi, “bir yüreğinde acı, diğerinde umut taşıyan büyük insanlara” ve onların önderliğine her zamankinde daha çok ihtiyaç vardır. K on günlerin güncel konularından biri yasama dokunulmazlığı. İlkin kavramla ilgili birkaç söz. Yasama dokunulmazlığı, siyasal iktidarların ve hükümetlerin yasama meclislerinde çoğunluğu sağlamak amacıyla azınlık üyelerine ceza tehdidinde bulunmalarını ve manevi baskı yapmalarını önlemek, bunların yasama görevini tam olarak gerçekleştirebilmelerini sağlamak için kabul edilmiş bir kurumdur. Anayasa hukukunda bu konu “yasama meclisi üyelerine tanınan güvenceler” başlığı altında ele alınmaktadır. Bu dokunulmazlıklar kamu yararı dikkate alınarak kabul edilmiştir; kişisel yarar söz konusu değildir. Bu bağışıklıkların temeli İngiltere kaynaklıdır. Buradan başka ülkelere yayılmıştır, iki başlık altında ele alınır. Yasama sorumsuzluğu, milletvekilinin TBMM’de kullandığı oy, söylediği sözler, ileri sür S Hiç de Zor Değil! Prof. Dr. Erdener YURTCAN İstanbul Üniversitesi düğü düşünceler nedeni ile bunlar suç niteliği taşısalar bile Meclis dışında bir makam tarafından sorumlu tutulamamasıdır. Bu kavram “söz özgürlüğü” (freedom of speech) olarak İngiltere’de ortaya çıkmış, Avam Kamarası ile Taç arasında uzun mücadeleler sonucu, 1869 tarihli “Bill of Rights”da güvence altına alınmıştır. Yasama sorumsuzluğunun iki amacı vardır. Parlamentoda ulus iradesinin tam bir serbestlikle ifade edilmesi ve milletvekilinin görevini yerine getirirken bağımsız ve güvenceli olmasıdır. Sözün özü şudur: Milletvekili düşüncelerini açıklarken herhangi bir kovuşturma kuşkusu ve korkusu taşımamalıdır. Nispi dokunulmazlık, seçimden önce ya da sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir meclis üyesi, kendi meclisinin kararı olmadıkça, yakalanamayacak, sorguya çekilemeyecek, tutuklanamayacak ve yargılanamayacaktır. Ağır cezalık suçüstü hali bu hükmün dışındadır (AY, m.83). Bu ilke 1961 Anayasası’ndan 1982 Anayasası’na aynen aktarılmıştır. Fakat 1982’de metne bir ekleme yapıldığı dikkati çekmektedir. Buna göre, anayasanın 14. maddesinde sayılan durumlar da, aynen ağır cezalık suçüstü hali gibi, maddedeki ilkenin istisnası kılınmaktadır. Anayasanın 14. maddesi incelendiğinde, anayasada yer alan hak ve hürriyetlerin hiçbirinin, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamayacaktır. Bu yasaklara aykırı hareket eden veya başkalarını bu yola teşvik veya tahrik edenler hakkında uygulanacak müeyyidelerin yasayla gösterileceği görülmektedir. Anayasada sayılan bu haller TCK sistematiği içinde, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları kapsamaktadır. Buna göre bu tür bir suç isnadı altında bulunan ve olayın soruşturması seçimden önce başlamış olan bir durumdaki meclis üyesi yasama dokunulmazlığından yararlanamayacaktır. Bu gibi durumlarda yetkili makam, durumu hemen ve doğrudan doğruya TBMM’ye bildirmek zorundadır. Anayasanın 83’üncü maddesinin yorumundan, yasama dokunulmazlığından faydalanan bir Meclis üyesinin, anayasada belirtilen ilkelerle sınırlı biçimde bu dokunulmazlıktan yararlanacağı sonucu çıkmaktadır. Bu nedenle, bir suç isnadı altında olan bir Meclis üyesi için ceza davası açılabilecektir, fakat yargılama yapılamayacaktır. Hatta ceza davasının açılmasından önceki aşamada, hazırlık soruşturması devresinde ceza yargılaması işlemleri yapılabilecek, ancak istisna olarak belirtilen, yakalama, sorgu veya tutuklama işlemleri yapılamayacaktır. Ülkemizde nispi dokunulmazlık konusu uzun süredir çözülemeyen bir sorundur. Bu konuda, üzülerek ifade etmek isterim ki, parlamentonun gerekli özeni ve hassasiyeti göstermemesi, Batı ülkelerinin bir kurumu olan nispi dokunulmazlık kurumunun ülkemizde amaca uygun uygulamasını ortadan kaldırmıştır. “Bugün bana yarın sana” mantığı ile olaya yaklaşılması nedeniyle, nispi dokunulmazlık kurumu bir yargılanmama kalkanı olarak işletilmektedir. Bu görüntü büyük tepkilere neden olmaktadır. Bu tepkiler haklıdır, çünkü hukukun uygulanması önlenmektedir. Bu tepkiler sorunu uç noktalara taşımaktadır. Öyle ki, nispi dokunulmazlık kurumunun kaldırılması zorunluluğu ileri sürülmektedir. Oysa bu kurum parlamentoda bir ihtiyaca cevap vermek için öngörülmüştür. Çözüm üretilirken, dokunulmazlık kavramını anayasadan çıkarmak akla gelmemelidir. Dokunulmazlık parlamento hukukunun içinde vazgeçilmez bir kavramdır. Ülkemizdeki sorunun suçlusu bu kavram değildir. Ancak, ülkemizde kaldırılması gereken olaylarda dahi kaldırılmadığı içindir ki, gerçek amaç gözden kaçmaktadır. Her ülkenin hukuk normlarının o ülkenin sosyal ve kültürel yapısı ile uyumlu olması gerçeğinden hareketle, demek ki nispi dokunulmazlık alanında bir sınırlama yapılması kaçınılmazdır. Bu konuda anayasa değişikliği yapılmak zarureti vardır. Kasten işlenen ağır cezalık fiiller için dokunulmazlığın mutlak kaldırılması, parlamentonun bu konuda takdir yetkisinin kabul edilmemesi düşünülebilir. Bu tür fiillerin dışında parlamento nispi dokunulmazlığı kaldırma/kaldırmama takdirini kullanabilir. Tutuklu milletvekilleri sorunu ilk çözülmesi gereken sorundur. Bunun için 1961 Anayasası’nın sistemine dönmek ve 1982 Anayasası ile getirilen istisnayı kaldırmak yeterlidir. Dokunulmazlık konusunda ilkin bu ülkenin politikacısının bu kavramı doğru bir temele oturtması şarttır. İster politik suçlar ister bunun dışında kalan suçlar olsun, TBMM çatısı altında “bugün sana yarın bana” mantığı ile yaratılan zırh kırılırsa, dokunulmazlığın kaldırılması gereken her olayda milletvekili için ceza adalet sistemi çalıştırılırsa, sorun biter. Zaman zaman siyasal suçlarla ilgili olarak bu sorun tartışılıyor. Bu tartışmada halen TBMM’de bekleyen, özellikle “yüz kızartıcı” suçlarda dahi dokunulmazlık kaldırılmadığı için, siyasal suçlar yönünden tez zayıflamaktadır. 201112 basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye 148’inci sırada. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) verilerine göre, “adil yargılanma ihlalleri”nde 47 ülke arasında Türkiye birinci. AİHM’ye yapılan başvurular konusunda Türkiye, Rusya’nın ardından 2’nci sırada. Bu veriler TC Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı raporuna da girmiş. OECD’nin her yıl okul dönemi başında yayımladığı “Bir Başka Eğitim” raporuna göre G20 ülkelerinin 2010 yılı verilerine göre 1529 yaş arasındaki kadınların hem eğitim hem de işgücünden en uzak kaldığı ülke Türkiye. Kadın hakları bakımından, Dünya Ekonomik Forumu’nun raporuna göre Türkiye, kadınların eğitiminde 134 ülke arasında 109’uncu, cinsiyet eşitsizliğinde 126’ncı durumda. Uluslararası Save The Children (Çocukları Koru) örgütünün yayımladığı “Dünyada Annelerin Durumu 2012 raporu”na göre annelerin hayat koşulları bakımından Türkiye 170 ülke arasında 91’nci sırada. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) basına sızan Mutluluk Endeksi raporuna göre, 34 ülkenin durumu incelenmiş ve yaşları 1115 arasında değişen gençler arasında öfke sıralamasında Türk gençleri ilk sıraya yerleşmiş. Son olarak da şunu ekleyelim: Türkiye dünyanın en zengin ülkesi değil ama benzini en pahalı kullanan ülke. Hiç değilse yalnızca bir konuda da birinciliğimiz olsun, değil mi(!). Karnemiz böyle... İnsani gelişmede 187 ülke arasında ne yazık ki 92’nci sıradayız. Bu durum bize yakışmıyor. Boşuna övünmek yerine aklımızı başımıza toplayıp kırık notlarımızı düzeltmemiz gerekir. B aşta Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) olmak üzere birçok kurum ülkelerin “ekonomik gelişmeleri” ile “insani gelişme” derecelerini belirleyen raporlar yayımlıyor. O raporlara göre Türkiye ekonomisi ulusal gelir büyüklüğü itibarıyla dünyanın 16’ncı büyük ekonomisi konumunda. Türkiye 1998 yılında 200.5 milyar dolar tutarındaki gayri safi hasılası ile 110 ülkeyi geride bırakarak 22’nci olmuştu. O zaman nüfusu 63 milyon kadardı. Ekonomik gelişme fena görünmüyor. Zaten bu nedenle G20’ler arasında yer alıyoruz. Ancak ne var ki iş ekonomiyle bitmiyor; ekonomik büyüklük bir ülke halkının refah düzeyini göstermiyor. Başka göstergeler de var ki bunlar ülkelerin gerçek düzeyini belirliyor. İşte, bir süreden beri çeşitli kaynaklardan derlediğim o göstergelerden bazıları… UNDP’nin 2011 İnsani Gelişme Raporu’nda 187 ülke arasında 92’nci sıradayız. 2007’de 79’uncu, 2010’da 83’üncü idik. Daha da gerilemişiz. Refah düzeyini kişi başına ortalama gelir gösterir. AB ülkeleri ve aday ülkeler arasında kişi başına gelir sıralamasında Türkiye 35 ülke arasında sondan 3’üncü, 31 OECD ülkesi arasında ise sonuncu. Dünya Bankası’na göre Türkiye’de nüfusun yüzde 18.1’i, kırsal kesimin yüzde 34’ü yoksulluk sınırının altında. Nüfusun en üstteki yüzde 20’lik bölümü gelir ya da tüketimin yüzde 45’ini elde ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2011 yılı Gelir ve Yaşam Koşulları araştırmasına göre de Türkiye’de her 100 kişinin 16.1’i yoksul. Toplamda 12 mil Türkiye’nin Gelişmişlik Derecesi Doğan HASOL yon yoksulumuz var. Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre Türkiye 2011 yılında 77 milyar 89 milyon dolar cari açıkla, 473.4 milyar dolar açık veren ABD’nin ardından 2’nci sırayı aldı. Dünya Ekonomi Forumu’nun (WEF) Küresel Rekabet Gücü 201213 Endeksi’nde rekabet gücü açısından Türkiye dünyada 43. sırada; buna karşılık Fikri Mülkiyet Hakları bakımından 144 ülke arasında 86’ncı. Economic Intelligence Unit’in 2010 raporuna göre Türk demokrasisi, “tam demokrasi” ve “kusurlu demokrasiler”den sonra gelen “hibrid (melez) rejim”ler sınıfına giriyor. Seçim notu 7.9. Buna karşılık demokrasi kültürü 5, katılım 3.9, hak ve özgürlükler 4.7. Yani Türkiye’de seçimler oldukça dürüst yapılıyor; ancak özgürlükler sınırlı, katılım zayıf, demokrasi kültürü iyi değil. Freedom House 2012 Basın Özgürlüğü raporunda Türkiye “kısmen özgür” ülkeler arasında yer aldı; 197 ülke arasında 117’nci oldu. Raporda, “Türkiye’nin dünyada en fazla tutuklu gazetecinin bulunduğu ülkelerden biri olduğu” vurgulandı. Raporda 62 puanın altındakiler “özgür olmayan ülkeler”den sayılıyor; Türkiye’nin puanı 55. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle