25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 EKİM 2012 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR 15 Savaş, armut dersem çıkma... Televizyonlarda uzmanlar tartışıyor: “Savaş çıkar mı? Çıkarsa ne olur?” Bu yorumları dinledikçe insanın gözünde şöyle bir resim canlanıyor: “Savaş” diye bir canavar var, yerin altına gizlenmiş, dönem dönem saklandığı yerden başını çıkarıyor, ağzından alevler saçarak ortalığı kasıp kavuruyor, yaşanan her şey bu canavarın suçu. O “çıkmasa” hiçbir şey olmayacak. Hani çocukken saklambaç oynardık, ebe saklananları kovalarken bağrışırdık: “Elma dersem çık, armut dersem çıkma…” Bütün dünyada insanlar sabahtan akşama “armut” ? “Cesaret Ana ve diye bağırıyorlar, ama bu “savaş” yine de “çıkıyor”, Çocukları” 13 Ekim’de İrfan anlaşılır gibi değil… Şahinbaş Sahnesi’nde Bütün dünyada insanlar sabahtan akşama ‘armut’ diye bağırıyorlar, ama bu ‘savaş’ yine de ‘çıkıyor’, anlaşılır gibi değil Split Işığı İnsan bazen hiç aklında olmayan insanlarla tanışır, aklına gelmeyen yerlere gider. 7 yıl önce güzün iki arkadaşımızla Balkan gezisi yaparken, birden kendimizi Split’te bulmuştuk. Belki yolumuzun üstüydü, şöyle bir uğrayıp Zagrep’e devam edecektik. Saraybosna’dan kiraladığımız arabayı Hakan park etti ve kasım ayında ıssız bir güz resmi olarak denizine dalgın Split’te dolaşmaya başladık. Güz resmi dedim, göç resmi de diyebilirim. Yaz göçünce bazı yerlerde yaşam da göçmüş sayılır, yaz ve yaz vardır yalnız. Bu beni üzer mi, “ben”cilce söylersem, hayır, ama yaz çocukların, gençlerin, kadınların meyvesidir, ağacıdır, mavisidir, iyisi, güzeli, aşkıdır. O yüzden bitmesin isterim. Ne var ki biter, benim yazım olan güz başlar. Güz, bir yapraktan ötürü de sevilir, bir dalgınlık sonucu da. Ben 7 yıl önceki güzü Split’in kendi halinden ötürü sevdim. İyi ki adına “turist” dediğimiz insan grubu, uğrayıp görüp sevip geçiyor, yurt tutmaya kalkmıyor. Turist yerleşik olsaydı, o zaman sevecek, özleyecek, düşlerimizde olsun baş başa kalacak şehir bulamazdık kendimize. Split’te 2 gün kaldık ve güzün de başka bir denizi, göğü olduğunu gördük. Ben ona güz ışığı dedim, tam yazla güzün buluştukları yerde belirir ve sanki yazdan çok güze eğimlidir. Nereden biliyorum, elbette hiçbir yerden, güz çocuğu olarak, insan bazen de kendini hatırlar ve güze de “Güz ey ben senin oğlun değil miyim?” diye hatırlatmak ister. Türkiye’den, dünyadan gördüğüm 40 kentin ışığı üstüne bir yazı yazmıştım, şimdi şuna vardım oradan, kentler ışıklarıyla vardır, ışıklarıyla severiz onları, ışıklarıyla özleriz. Bir de Barselona var ışığıyla özlediğim bir kent olarak, bir de İstanbul. Demek ki bazı kentler insanlarından ötürü burnumuzda tüter, bazılarıysa ışığından ötürü gözümüzde tüter. İnsan bazen bir insanın ışığına gittiği gibi karanlığına da gider. Her zaman yazın ışığı değildir gözümüzü alan, bazen de güzün ışığı gönlümüzü alır. Ve o ışık insanda zaman zaman belirir, uyanır. İnsan o ışığı unutmazsa, o ışık gün gelir insanın gözünü ve gönlünü yeniden aydınlatır. 7 yıl önce öylesine bir uğradığımız Split’teyiz yine, o zaman da “turist” değil, “geçici”ydik, şimdi de “turist” değil “kalıcı”yız. Çok fazla değil, 1 ay kalıcı. Güz ışığı galiba şiirin de ışığı ya da aralarında ışık kardeşliği var. Aşk, şiir ve ışık. Üçünde de güz ışığının rengi, sesi, suyu, yakınlığı yok mu sizce de? Güz ışığı galiba en çok da şiire yansır. Sezer Duru yazın “Güzün Split’e gider misin?” diye sorduğunda, o güz ışığı yeniden gözümü aldı. Hemen “evet” dedim Sezer Abla’ya, “güz ve Split”, “ikisine de giderim”. Eylül’ün 15’inde geldik, Ekim’in 15’inde döneceğiz. Biraz daha geç olsun isterdim, biraz daha güz, biraz daha ışık, ama güz ışığı. “Varlık”ta Aralık sayısında uzunca yazacağım Split’i. Geçen yaz sevgili arkadaşım, yeni çıkan “Civan” romanıyla da gerçek bir yazı ve edebiyat ustası olduğuna bir kez daha tanık olduğum Müge İplikçi konuğu olmuştu Split’in. Traduki ve Udruga Kurs adlarını taşıyan iki çeviri oluşumunun, Türkiye ve Doğu Avrupa’dan 30 yazarı, şairi kapsayan bir “Writers in Residence” programı. Yani yazarların 1 ay süreyle konuk edildiği, onlara yazma olanağı sunan bir program. Başında da Maja ve Edi adlı iki tatlı insan var. Hırvat yazarları, şairleri de İstanbul’a gelip Galata’da kalıyor. Split’teki okuma ve söyleşi etkinliği olan “Diskursjia”da, Müge İplikçi’nin “Vatan”daki bir köşe yazısından ödünç olarak şunu anlattım: Split Belediye Başkanı tüm yazarları “para kazanamayan şairler” olarak görüyormuş. Tanıştığı her yazara kaç kitap yazdığını, kaç para kazandığını sorup bir işadamı kafasıyla kâr/zarar hesabı yapıyormuş. Bunu anlattım Müge’den aldığımı söyleyerek, sonra da “umarım sayın başkanın benim geldiğimden haberi yoktur” dedim, karısı oradaymış meğer, tanıştık. Güz ışığı bizi uğurlayacak Split’ten. Belediye başkanı da “şair”lerin niye para kazanamadığını hiçbir zaman anlamayacak. Güz ışığından para mı kazanılırmış? zodları yan yana getirerek sahneye taşıyor. O farklı tavırlar, o farklı çehreler herkese, hepimize mercek altına alınarak büyütülmüş resimlerimizi gösteriyor. Laboratuvarmetin 16181648 yılları arasında aşağı yukarı tüm Kıta Avrupa’sını kasıp kavuran ve görünürde Protestanlarla Katolikleri karşı karşıya getiren “Otuz Yıl Savaşları” tarihsel çerçevesine yerleştirilmiş bu sıradan insan manzaraları, bir laboratuvarmetin özelliğini taşıyor. Sanki Brecht, değişik toplum katmanlarından insanları alıp savaşın içine sokmuş ve çeşitli durumlar karşısında farklı davranışları, tepkileri, güdüleri incelemiş. Anlatılan Otuz Yıl Savaşları, ama 1939’da yazılmış metin, o sırada Avrupa’nın ufkuna tüm karanlığıyla çöken İkinci Dünya Savaşı’nın gelişi hakkında dâhice bir kehanet niteliğine de bürünüyor. Savaştan kim ne bekler, kim kazanır, kim kaybeder soruları oyundaki tüm kişilerde, ama en çok da “Cesaret Ana”da somutlanırken, esas olarak seyircinin savaş gerçekliğini tüm boyutlarıyla sorgulaması ve “savaş çıkmış” yalanını kendine söylemekten artık vazgeçmesi amaçlanıyor. “Cesaret Ana”nın söylediği “Büyük Teslimiyetin Türküsü” durumu güzel özetliyor: “Öttü saksağan / Doldu zaman / O katıldı orkestraya / Ve adımını uydurdu / İşte karıştı araya.” “Cesaret Ana ve Çocukları” 13 Ekim’de İrfan Şahinbaş Sahnesi’nde seyircisiyle buluşacak, fonda savaş davulları… Haydi bağıralım hep birlikte: “Savaş, elma dersem çık, armut dersem çıkma!” Afganistan, Kabil... iradesine bağlı vahşi bir siyaset/ticaret olduğunu, üsseyircisiyle buluşacak, esaret Ana ve telik bu vahşetin sorumluÇocukları fonda savaş davulları… luğunun sadece “savaş kaBertolt Brecht’in 1939 Haydi bağıralım hep rarı”nı alanlarla sınırlanayılında Stockholm’de sürmayacağını, merkezinde birlikte: “Savaş, elma gündeyken yazımını taonların yer aldığı dalgalar dersem çık, armut dersem halinde tüm toplum kesimmamladığı “Cesaret Ana ve Çocukları” bu “anlaşılçıkma!” lerine yayıldığını, bunun mazlığın”, daha doğrusu bir sistem sorunu olduğunu üzerinde uzlaşmaya varılanlatıyor. mış yalanın perdesini söküp atıyor. Sava“Cesaret Ana ve Çocukları”nda, “siyaşın soyut kavramlarla, edilgin yüklemlerle setin başka araçlarla devamıdır” diye ifade edilemeyecek kadar somut ve insan tanımlanan savaşa karar verenler, o siyase C ti yönetenler yer almıyor. Maruz kaldıkları kararın peşine takılıp, kurulan “oyun”dan kendilerine de bir pay çıkarmaya çalışan “kantinci” bir kadının, çocuklarının, aşçıların, rahiplerin, orospuların, köylülerin, askerlerin, sıradan insanların hikâyeleri, daha doğrusu “savaş içindeki biyografileri” anlatılıyor. Brecht’in yazımında bu biyografik unsur büyük bir önem taşıyor, çünkü kişilikleri serimdüğümsonuç akışına göre şekillenmiş dramatik bir örgü içinde değil, karakterleri üzerinde belirleyici etki yapan sorun karşısında aldıkları tavırları yansıtan epi 22. AKBANK CAZ FESTİVALİ’NİN ÖNCEKİ AKŞAMKİ KONUĞU YUNAN BESTECİ ELENI KARAINDROU’YDU Sonsuzluk ve bir konser ? Sinemanın büyük ustası Theo Angelopoulos anısına gerçekleştirilen konserde, ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ün bestecisi Karaindrou notalardan goblen, melodilerden kanaviçe işliyordu. Eserler o kadar bütünlüklü ve birbirine bağlıydı ki, izleyiciler konser boyunca sadece 4 kez alkışlama fırsatı bulabildiler. MURAT BEŞER Bazı müzikler vardır, insanların kulaklarından içeri bir kez sızar, sonra ömür boyu ruhlarını tutsak eder; işte Eleni Karaindrou’nun müziği bunlardan biri. O müziği nerede duyarsanız duyun, ister İstiklal Caddesi’nin azgın kalabalığının ortasında canhıraş yol almaya çalışırken, ister saçma sapan TV programlarının jeneriğinde, hiç fark etmez. 22. Akbank Caz Festivali’nin üçüncü gününde, güzide sözcüğünün ifade ettiği tüm anlamları içeren bir konser gerçekleştirdi Yunan besteci Eleni; memleketlisi dört besteci ve şef Ender Sakpınar yönetimindeki İstanbul Oda Orkestrası eşliğinde. Büyük sinema yönetmeni Theo Angelopoulos anısına gerçekleştirilen konserde, seçkin ve iyi giyimli insanlar tarafından doldurulmuştu, Lütfi Kırdar’ın konforlu salonu. 2006’da da aynı salona gelmiş, FenerbahçeGalatasaray derbisine rağmen salonu doldurmuştu Karaindrou, “Barış için KuzeyGüney Müzisyenleri Buluşması” temalı konserinde. O konsere Erol Erdinç yönetimindeki Hacettepe Üniversitesi Senfoni Orkestrası eşlik etmişti. Yine yanında dört hemşerisi vardı Eleni’nin; bunlardan üçü obuacı Vangelis Christopoulos, mandolinci Aristotle Dimitriadis ve ikinci piyanist Natalia Michailidou kadrodaki yerini korurken, akordeoncu Dinos Hadjiiordanou’yu ilk kez görüyorduk. Angelopoulos’un 8 filmine müzik yaptı Eleni; “Kitera’ya Yolculuk” (1984), “Arıcı” (1986) “Puslu Manzaralar” (1988), “Leyleğin Geciken Adımı” (1991), “Ulis’in Bakışı” (1995), “Sonsuzluk ve Bir Gün” (1998), “Ağlayan Çayır” (2004) ve “Zamanın Tozu” (2009). Bunlar dışında L’africana ve Rosa gibi bazı diziler de var birlikte çalıştıkları. Eleni, hiçbirini unutmamış, adı zikredilen tüm eserlerden seçilmiş bir repertuvar hazırlamıştı. Eleni’nin yaptığı iş, müzik yazma çabasının ötesine uzanıyor. Görüntülere nüfuz eden mü zikleri filmlerin ayrılmaz parçaları. İzleyici birini diğerinden ayırarak düşünemez. O nedenle sahneden salona yayılan duygusal rezonans çok yüksek onun konserlerinde. Fiziken tüy hafifliğinde, ruhen kurşun gibi ağır melodiler… Tüm salon antik değerlerle, dramatik tablolarla, müzikal geleneklerle birlikte yolculuk ediyor. Parçalar o kadar bütünlüklü ve birbirine bağlı ki, 27 parçalık konserde (biri başta, diğeri sonda olmak üzere) sadece 4 kez alkışlama fırsatı buluyor izleyiciler. Eleni bir virtüöz piyanist değil; o nedenle maharet gerektiren bölümlerde Natalia oturuyor piyanonun başına. 35 kişilik toplulukta en mütevazı olanı Eleni; diğerlerinin yanında emekli maaşına bakan devlet memuru gibi kalıyor. Yunan müzisyenlerin çalgıları, yaylılar arasından bazen bir kule gibi yükseliyor, kusursuz güzellikte pasajlar ve sololar alıyorlar; Eleni notalardan goblen, melodilerden kanaviçe işliyor. “Sonsuzluk ve Bir Gün” ile program kâğıt üzerinde sona ererken, tebrik, selamlama ve çiçek sunma ayini başlıyor. Bu töreni iki kısa bis süslüyor. Şimdi altı yıl önceki derbinin sonucunu sorsanız pek çok kişi hatırlamaz; ama o akşam salonda olanlar konseri hâlâ unutmamıştır, önceki akşamkini de sonsuza dek unutmayacakları gibi… (muratbeser@muratbeser.com) Eleni Karaindrou Bir çocuk daha okusun diye 21.YÜZYIL EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI (YEKÜV) Tel: 0212 274 15 02 0212 213 74 02 Fax: 0212 275 52 44 Vakıflar Bankası Osmanbey Şubesi 00158007287986476 C MY B C MY B www.yekuv.org yekuv@yekuv.org
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle