17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 28 EYLÜL 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Devlet mi Hükümet mi? Çivi YERİNDEN çıkmış bir çiviyi çıktığı deliğe sokup aynı hızla vursanız, tutar gibi olur da tutmaz, hız hırsa dönüşür ve o hırsla çekici parmağınıza vurursunuz. Çivi tutmaz, çünkü şu ya da bu nedenle yerinden oynamış, deliğini büyütmüştür. “Çivisi çıkmış” ülkenin durumu da budur. Kolay kolay önlem, öğüt dinlemez; hele aynı öğütlerle önlemler hep ardı ardına söylenmekte ise çivi hiç tutmaz. ivisi çıkmış ülkenin idamdan dönmüş terör reisine ister istihbarat başkanınızı ister müsteşar muavininizi gönderin, aynı kafayla gönderildikçe terör sürecektir. Çünkü çiviler tutmuyor. Kaç İmralı seferi düzenlendi, Talabani ve Barzani’yle kaç kez konuşuldu; hâlâ anlaşılmadı mı onların hep birlikte bir Kürt devleti kurmaya karar verdikleri? Biz de bilmiyor muyuz, bizim devleti kuranların bir ulusdevlet cumhuriyeti kurduklarını ve bu devlette etnik köken, din, mezhep vesaire ayrılığı olmaması gerektiğini, yapılan bütün hatalara ve yanlış uygulamalara karşın temel ilkenin vatandaş eşitliği olduğunu? O halde, demokratik özerklik, anadilde öğretim falan gibi yeni moda oyunlar oynayanların peşinde koşmak niye? Cumhuriyetin doğru ilkelerini doğru uygulamak, yanılmalarını düzeltmek, örneğin Kürt vatandaşlara şu ya da bu nedenle farklı davrananları cezalandırmak varken? errak bir söylemle vatandaşlara iki ilkeyi tam anlatabilmeliyiz. Birincisi, etnik köken, anadil, inanç vatandaşın bireysel kimliği sayılır; onun korunmasını, kişisel ya da topluluk olarak herkesten saygı görmesini sağlamayı devletten istemek vatandaşın haklarındandır. İkincisi, etnik farklılıklar, devletin bütün görevlerini her zaman ve her yerde bütün vatandaşlar için eşit olarak yerine getirmesini engelleyecek ya da zorlaştıracak biçimde etnik temellere dayalı siyasal ya da yönetsel özerkliklere yol açmamalıdır. Öylesi, evrensel hukukun, devletin, kısacası birlikte yaşamın temel ilkesi olan eşitliğe ters düşer. Çivi, bu ilkeye göre sağlam çakılmalıdır; şunun bunun siyasal derebeyliği uğruna çakıldığı yerden oynatılırsa çıkıp bizim bir yerimize batar, rahat oturamayız. Sayın Başbakan’ın belirttiği gibi devletin kimi kurum ve dairelerinin kendi başlarına kararlar alıp görüşmeler yapmaları, iç ve dış politika girişimlerinde bulunmaları devlet içinde çelişkiler ve kaos yaratır. Böylesi bir durum, devlet içinde devlet olmak olgusunu ortaya çıkarır ki, bu da demokratik hukuk devletinde olamaz. Alev COŞKUN Ç B KK temsilcileri ile MİT ve Başbakan Müşteşar Yardımcısı’nın yaptığı görüşme tutanaklarının gazetelerde yayımlanması üzerine devlethükümet kavramları ve tartışması bir kez daha gündeme geldi. Aslında konu seçim kampanyası sırasında ortaya atılmıştı. PKK ile görüşme yapıldığı tartışması ateşlenince, Başbakan Erdoğan “PKK ile biz görüşmeyiz, hükümet görüşmez, devlet görüşebilir” demişti. Bu tartışma, ciddi bir kavram karmaşasını ortaya koydu. Devlethükümet ilişkisi nedir? Bu noktada çağdaş anayasa ve siyaset bilimi açısından devlet ve hükümet kavramlarını ele alıp irdelemekte yarar var. Devlet, çağdaş anlamda belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde yaşayan insan topluluğunun egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenme olarak tanımlanıyor. Devlet insanlık tarihi kadar eski ve yüzyıllar boyunca değişik biçimler alarak gelişen bir kurumdur. Örneğin; jandarma devlet, güvenlik, savunma, adalet gibi klasik devlet görevlerini yerine getirmekle yetinen, ekonomi ve toplumsal yaşamda rol almayan bir devlettir. Aynı biçimde, polis devleti de hukukun üstünlüğü ilkesiyle kendisini bağlı saymayan bir devlet modelidir. Ortaçağlarda devlet, kral ya da padişahla tamamen iç içe, birbirine bağlı olan bir kurumdu. Fransız Kralı 14. Loui’nin “Devlet benim” sözü, aslında o günün devletini tam olarak anlatan bir tanımdı. O dönemde bir devletin yadsınamaz fonskiyonları olan yasama, yürütme, hatta yargı kralın elinde toplanmıştı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde de padişah her türlü yetkiyi elinde tutuyordu. Bütün bunların yanında ortaçağlarda papalık tarafından onaylanan kralın gücüne karşı gelmek, aynı zamanda kutsal din kitabına P da karşı gelmek demekti. Bu nedenle ortaçağın devleti hem otokratik hem de dinsel bir devletti. Günümüz anayasa hukuku ve siyaset bilimi öğretisinde, bir insan grubunun, sınırlarla belirlenmiş bir toprağa yerleşmesi sonunda meydana gelen siyasal bir toplumun yönetilmesindeki en üst kurumdur. Devletin varlığı Günümüzde devletin varlığı için gerekli koşullar: ülke, insan topluluğu ve bu sınırlar içersindeki hukuki ve siyasi teşkilatlanmadır. Devlet ancak bu üç koşulun bir arada bulunmasıyla varlık kazanabilir. Bu unsurların bir araya gelmesi sonucu devlet, “belli bir arazi parçası ve belli bir insan topluluğu üzerinde teşkilatlı zorlama gücüne sahip bir siyasal kurum” olarak tanımlanabilir. (Teziç, Anayasa Hukuku, s.115) Görüleceği gibi, millet olmadan devlet kurumundan söz edilemez. Hatta anayasa hukukunda, “devletin mi milletten önce, yoksa milletin mi devletten önce” ortaya çıktığı konusu uzun uzun incelenir. Hükümete gelince... Siyaset biliminde hükümet iki anlamda kullanılıyor. Geniş anlamıyla hükümet, alt kademedeki bağımlı idareyi, devletin üst kademedeki faaliyetlerini yerine getirenleri diğer bir deyişle kamu görevlilerine emir verme yetkisine sahip olan ve siyasi iktidarı elinde bulunduran “yönetenleri” ifade eder. Dar anlamda hükümet ise, yürütme erkini elinde bulunduranların bütününü belirtir. Bu durumda, hükümet ve yönetim kavramları eşanlamlıdır. Dar anlamda hükümet “yürütme erkini” elinde tutan başbakan ve bakanlardan oluşan siyasal yürütme organıdır. Günümüzde demokratik ülkelerde hükümetler hukuka dayalı adil seçimler sonunda oluşurlar. Yukarıdaki anlatımlardan şu noktalar ortaya çıkmaktadır: Devlet hukuki bir tüzelkişiliktir. (Soyut bir tüzelkişiliktir.) Hükümet seçimlerle oluşan siyasal bir organdır. Anayasamıza göre “egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle, hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.” (m. 6/3) Genel seçimlerde çoğunluğu sağlayan parti dünyadaki bütün demokratik ülkelerde hükümeti kurar. Hükümetler yasama organından güvenoyu aldıktan sonra, yürütme erkini oluşturur. Bütün devlet daireleri, devlet teşkilatında yer alan kamu kurum ve kuruluşları ve bu kuruluşlardaki devlet memurları siyasal iktidarın emrine girer. Bu nedenle, hükümet konuşmuyor devlet konuşuyor cümlesi, anayasa hukuku ve siyaset bilimi açısından hiçbir anlam ifade etmez. Bu Memleketin Kadınları Var... Dün televizyonlarda yağmalanan deredeki suları için kavga eden Erzurum’un Tortum’undan kadınlara baktım... Camı kırıp boyunlarına sarılasım geldi... Gözümün önünden teslim olmuş, kırıtan, yamanmış, sinmiş, ürkmüş, pısmış erkekler bir bir geçti... Kadınlar, derelerindeki suyu almaya gelen makinelerin önündeydiler... Tırnaklarını dev tekerleklerin lastiğine geçirdiler... Kucağında bebeği olanlar, çocuğunun elinden tutanlar, yaşlılar, genç kızlar... Çığlıklar atıp taş bulamadılarsa avuç avuç toprak attılar... Gözümün önünde erkekler... Lacivertler içinde... “Hıyarım var” diyene tuzlukla koştular da “siyaset yapıyoruz” adı altında neleri götürüp teslim etmediler ki: Yargıyı... Hukuku... Laikliği... Çağdaşlığı... Cumhuriyeti... Atatürk’ü... Türkiye’yi... Medyada erkekler manşetlerini götürüp teslim ettiler... Sütunları, sayfaları, köşeleri... Basın özgürlüğünü... Kendi çocuklarını... Üniversitelerde; akademik özgürlük, bilimsel bağımsızlık, çağdaş eğitim, üniversitenin özerkliğini bırakıp yalakaca eğildi hocalar... İş dünyasının adamları... Patronlar biat ettiler... Sendikaların erkekleri işçileri sattılar... Emek teslim edildi... Sivil toplum örgütlerinin erkekleri vazgeçtiler ideallerinden... Gitti iki büklüm eğildi paşam... Tortum’un onurlu, yürekli kadınlarına sadece derelerindeki suyu savunmak düştü ya... Yakasına yapıştılar işgalcinin... Çırpındılar, direndiler, bağırdılar, ağladılar, vuruştular... Tekmelerle yere kapandıklarında, bir avuç toprakla kalkıp savurdular... En azından şimdilik geri çekildi talancı... Teslimiyetçi erkekleri düşündüm, baktıklarında belki hiç utanmadılar... Camı kırasım geldi... Bir umuttur işte... İyi ki kadınları var... ükümetin talimat vermesi zorunlu Yürütme organını elinde tutan siyasal iktidar (hükümet) emir ve talimat vermedikçe hiçbir devlet kurumu, hiçbir müşteşarlık, hiçbir genel müdürlük, hiçbir devlet memuru kendi başına buyruk iş yapamaz. Yürütme, günümüzde etkinliği giderek artan bir siyasi erk haline gelmiştir. Ünlü Fransız anayasa ve siyaset bilimi hocası Jeanneau’nun “Anayasal Politik Kurumlar” kitabında belirttiği gibi: Yürütme organı yasaları uygulayan bir siyasal organ olmanın ötesinde, günümüzde devletin tüm organlarını yönlendiren ve görevlendiren bir “atılım, karar ve öngörü organı” niteliğine bürünmüştür. Sayın Başbakan’ın belirttiği gibi devletin kimi kurum ve dairelerinin kendi başlarına kararlar alıp görüşmeler yapmaları, iç ve dış politika girişimlerinde bulunmaları devlet içinde çelişkiler ve kaos yaratır. Böylesi bir durum, devlet içinde devlet olmak olgusunu ortaya çıkarır ki, bu da demokratik hukuk devletinde olamaz. Günümüz anayasal demokrasilerinde siyasal iktidarın emir ve talimatı olmadan devlet organları ve devlet memurları herhangi bir girişimde bulunamazlar. Bu durumda, “Hükümet konuşmuyor, devlet konuşuyor” cümlesi bilimsel olarak boşlukta kalmaktadır. H Misakımilli / Ulusal Ant Altay GÜNDÜZ Prof. Y. Mühendis, İTÜ. YTÜ Emekli Öğretim Üyesi M ustafa Kemal Paşa, Sultan Vahdettin tarafından 15 Mayıs 1919 günü tarafından olağanüstü yetkiler verilerek 3. Ordu Müfettişliği’ne atandı. İngilizlerin kuklası olan Sultan Vahdettin, bir süre sonra, Mustafa Kemal Paşa’ya olağanüstü yetkiler verip Anadolu’ya göndermesinin ne denli büyük bir hata olduğunu algılar. Ama iş işten geçmiştir. Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış. Amasya ve Sivas’ta bir kaldıktan sonra 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a ulaşmıştır. Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da açılmış. Kongreye çoğunluğu işgal altında kalan illerden gelen 62 delege katılmış, Erzurum dele gelerinden Hoca Raif Efendi kongreyi açmış; yoklamanın ardından yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa kongre başkanlığına getirilmiştir. Kongrede alınan kararlardan en önemli ikisi şöyledir: “Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, parçalanamaz. Her türlü yabancı işgaline ve müdahalesine karşı millet hep birlikte direniş ve savunmaya geçecektir.” Bu kararların yerine getirilmesi için Mustafa Kemal Paşa görevlendirilir. Paşa bu görevi başarıyla gerçekleştirir. Bugüne dek Ulusal Antlaşma’da belirlenen sınırlar üzerinde hiçbir değişiklik yapılmamıştır. Ama günümüzde, Cumhuriyet gazetesinin 20 Temmuz 2011 günlü nüshasında yayımlanan “Yeni Osmanlı Deyimi Üzerine” adlı yazımda belirttiğim gibi, Yeni Osmanlı ve İkinci Cumhuriyetçilerle milletvekillerinin bir bölümünün oluşturduğu grup “Büyük Ortadoğu Projesi”nin yaptırıma geçmesini; sivil siyaset üzerindeki ordu vesayetinin ortadan kaldırılmasını; Türkiye’nin etnik yapılarına göre federal devletlere bölünmesini, velhasıl Türkiye Cumhuriyeti’nin haritadan silinmesini istiyordu. Ama anılan milletvekilleri Büyük Millet Meclisi’nde, “Adalet mülkün temelidir” özdeyişi önünde şu antı içmemişler miydi? “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” Ne kadar da safsınız efendim. Mühim olan menfaat, yeminin ne önemi var. Demek öyle! Şimdi sağ göğsünün üzerinde İstiklal Madalyası’nı taşıyan askerlerimizi, Kurtululuş Savaşı’nı gerçekleştiren asker ve sivil halkımızı arıyorum. Hazin. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle