17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 26 EYLÜL 2011 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Korku, Kuşku, Hoşgörü(süzlük) Onur BELKİ “Ne demekmiş o?” diyen çıkabileceği için, hemen belirtelim ki, “haysiyet, izzetinefis” demektir onur. Ama, biri çıkıp “uydurma, Fransızcanın honneur’ünden alınmadır” derse, o zaman da onurumuza dokunur. İngilizler “selfesteem” dedikleri için, Türkçe öğrenmemişlerimiz “selfservis”i bildiklerinden çabuk anlarlar. En iyisi, “aşk”sız edemeyen Fransızların “amourpropre”udur. Yani, kendi değerliliğini sevme, ona inanma, toz kondurmama. Böyle düşüne düşüne, “onur uğruna ölebilmek” ten kalkıp onur “uğruna öldürme”ye geçerek “namus cinayeti”ne kadar gidebilirsiniz, ama o kadarı gereksizdir; ülkenin, ulusun, devletin onurunu koruyun, yeter. ünkü, bugünlerde güme giden odur. Şu olanlara bakın: Filistin için Birleşmiş Milletler’e kadar gidiyoruz, onların devleti dünyaca tanınsın diye Atlantik ötelerinde nutuklar atıyoruz, hatta Mavi Marmara’da insanlarımızı öldürtmeyi göze alıyoruz da kendi ellerimizle kurduğumuz, uğrunda yüzlerce şehit verdiğimiz, yıllardır sıkıntı çektiğimiz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yeryüzündeki hiçbir uluslararası kuruluşa adım attırılmayıp kapılardan kovuluyor da, kimsenin kılı kıpırdamıyor. Tam tersine, KKTC’yi aslında bir Rum devleti olan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne şu ya bu şekilde yamayabilmek için Birleşmiş Milletler’in genel sekreterine yalvarmakta, Avrupa Birliği’nden beş para etmez bir tam üyelik koparmak uğruna KKTC’nin devlet niteliğini gözden çıkarmaya kadar varabilecek bir müzakere uğruna, işe yaramaz bir bakanlığı ayakta tutmaktayız. Onur nerede? unların üstüne en son dikilen tüy, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti bayrağı altında yeniden ortaklık önerircesine, o devletin “münhasır saha” ilan ettiği bölgede KKTC’nin de hakkı olduğunu Ankara’da ileri sürüp Lefkoşa’daki müzakerecilere de bunu söyletmek olmuştur. Eksik ortaklık defterinin yeniden açılması Rumların pek hoşuna gitmiş olmalı ki, Hristofyas, ağır hakaretle, “Türkler merak etmesin, petrol çıkarsa onlara da pay veririz” dedi, bizden kimse alınmadı. Onur, neredesin? Cumhuriyet Türkiyesi’nin bize sağladığı olgunluk ve özgüveni içselleştirebilmiş olsaydık ya da gelen geçen iktidarlar buna izin vermiş olsalardı bugün bu korkuyu, kuşkuyu yaşamaz, insanlarımız birbirlerine karşı hoşgörülü davranırlardı. Prof. Dr. Necdet ADABAĞ B onu başlığı oldukça zor. Yazı yazarken yaşanmışlıktan kalkarak yazmak daha kolaydır bence. Gerçekle bire bir hesaplaşmanın farklı bir tadı vardır ayrıca. Düşe dayalı yaşamak tatlı olmasına tatlıdır, ama kurmaca dünyada gezinmenin zorlukları vardır. Aslında kurmaca dünyada çokça gerçeklik de vardır. Ne ki öylesi bir dünyada gerçeği somut değerlerinden soyutlamak ve soyut bir dünyanın içeriği ile anlatmak zorunluluğunu unutmamak gerekir. Toplumumuz somut düşünmeyi sevdiği, soyutu anlamakta zorlandığı için soyut konuşmak ya da yazmak daha da zordur. Korku, kuşku, hoşgörü soyut kavramlardır, ancak özellikle 12 Eylül’den başlayarak toplumumuz bu olguyla o kadar içselleştirilmiştir ki artık soyut olmaktan çıkmış somut, elle tutulur kavramlar olmuşlardır. Bugün Türkiye’de öyle ya da böyle, korkuyu, kuşkuyu ve hoşgörüsüzlüğü yaşamayan yoktur. K Ç Hoşgörü anlayışı Hoşgörü denilince günümüzde, özellikle ülkemizde, artık çok uzakta kalan ve ancak düşlerimizle varabileceğimiz bir kavram gibi algılamamız gerektiğini düşünüyorum. İçimizdeki hoşgörü anlayışını günlük gerçeğin ötesinde ve yaşanmışlığın uzağında bir yerlere koyduğumuzu ya da saklamış olduğumuzu sanıyorum. Yoksa hiç kimsenin hoşgörüsüz doğabileceği ve hoşgörüyü tanımadan ölebileceği aklımın ucundan bile geçmez. Hoşgörünün karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı bir olgu olduğunu; karşılıklı saygı ve sevginin olmadığı yerde hoşgörüden söz edilemeyeceğini; ayrıca hoşgörüyü gerektiren etmenlerin, duygusal düzlemde yanlışlardan kaynaklandığını ve yanlışları örtbas etmenin ya da görmezden gelmenin ancak hoşgörüyle olabileceğini sanıyorum. Bu bağlamda unutulmaması gereken, doğal olarak yanlışların da bir ölçüsünün, sınırının olması gerektiği; her türlü yanlışa hoşgörü göstermenin olanaklı olmadığı gerçeğidir. Sanıyorum ülkemizde özellikle son otuz yılda insanların birbirlerine duydukları karşılıklı sevgi ve saygı giderek azalmış; insanın insana olan hoşgörüsü güç yitirmiştir. Özellikle askeri darbelerin yaratmış olduğu korku ve güvensizlik ortamının bunda çokça payı vardır. Ardından nerdeyse yarım yüzyıldır yaşadığımız öyle ya da böyle terör belasının da yaratmış olduğu korku ve ardından kuşku, hoşgörüye yer bırakmayacak bir ortam hazırlamıştır. 12 Eylül’ün neler yaptığı (ya da yapmadığını) saymakla bitmez. Unutanlar için Işık Kansu’nun geçen günlerde Cumhuriyet’te yayımlanan yazı dizisini önermek istiyorum. İşkenceler, davalar, sorgulamalar ve en beteri de gencecik çocuklar için hazırlanmış darağaçları. Tıpkı 12 Mart gibi. Arkasında bıraktıları da korku, kuşku ve hoşgörüsüzlüktür. Karabasan gibi bu üç olgu toplumun üstüne üşüşmüştür. Bugün herkes korkuyla yaşamaktadır. Arkasından birileri yumruk atıp kavgaya mı çekmek isteyecek ya da tabancayı dayayacak ya da birileri koluna girip alıp götürecek mi, düşüncesi herkeste vardır. Franz Kafka’nın Dava adlı yapıtındaki gibi herkes bir tutukluluk hali yaşamaktadır. 20. yüzyıl korku çağıdır, demişti Kafka. Korkarım 21. yüzyıl da öyle olacak. Korku egemendir belki tüm toplumlara ama özellikle iki üç darbe yemiş bizlere. Buna karşın daha askeri darbelerden medet umanları anlamakta zorlanıyorum. Korku beraberinde kuşkuyu getiriyor. Herkes bugün Türkiye’de birbirinden kuşku duyuyor. Kim kimi dinliyor acaba? Güvenilirlik kalmadı. Babanın oğula, oğlun babaya. En küçük toplum birimi olan ailede korku, kuşku ve hoşgörüsüzlük varsa gelin koca bir toplumu düşünün! YDD (Yeni Dünya Düzeni) inanıldığının tam tersine yarattığı geniş çaplı toplumsal sınıf farklılığından ötürü insanlar ve toplumlar arasında iletişimsizlik yarattı. Ancak iletişimle insanlar ya da toplumlar birbirlerini anlamak olanağını bulurlar ve birbirlerine daha hoşgörülü olmak zorunda kalırlar. Ardından kuşkuya yer bırakmayan bir ilişkiler dizgesi başlar ve kuşku yok olduğu için korkular da yaşanmaz. Laik Ülkenin Laik Olmayan Başbakanı Fatma ES N Özgüveni içselleştirmek İnsan komşusundan kendisine zarar gelmeyeceğini bilir. Kanımca, insan korku içinde, kuşku içinde yaşamaz ve her gittiği yerde hoşgörünün olabileceğini düşünürse özgüvenini sağlar. Özgüven birey olabilmek için çok önemlidir. Ancak özgüveni süsleyen insanın yaratıcılığıdır. Ne ki nerede korku, kuşku ve hoşgörüsüzlük varsa orada yaratıcılıktan söz edilemez. Batı, ortaçağın korkulu, kuşkulu, hoşgörüsüz gerçeğini hümanizma ve ardından Aydınlanma uyanışıyla söküp attı. Ardından yirmi yıl faşizmi yaşadı. Tüm bu deneyimler olgunlaşmasını sağladı. Bugün kesinlikle bize göre çok çok ötede olgunluğa ve özgüvene sahip birey toplumları oldukları yadsınamaz. Bunun adına uygarlık demek kaçınılmazdır. Biliyorum kendi ülkelerinin dışında yarattıkları korku, kuşku ve hoşgörüsüzlüğe ne demeli, diyen okurları görür gibiyim. Bu da gene YDD’nin insanların başına bağladığı bir çıkmazdır. İnsanlık bunu da yine ancak uygarlıkla yenebilir. Bir başka deyişle okuryazar olmakla. Bugün işgal edilen topraklar ne yazık ki hep Müslüman ülkelerdir. Hiçbir Hıristiyan toplum işgalle karşı karşıya değildir. Bunu salt petrole bağlamak yanlıştır bence. Bu işin özünde bir altyapı meselesi vardır. Eğer söz konusu ülkeler sağlam bir altyapıya sahip olsalardı, yani korku, kuşku ve hoşgörüsüzlük üstüne oluşturulmuş bir toplum olacaklarına, aydınıyla halkıyla özgüveni tam bireylerden oluşmuş bir toplum olsalardı acaba bugün emperyal güçler o topraklara girmek cesaretini gösterebiler miydi ya da buna gerek kalır mıydı? Özelde Türkiye’ye bakıldığında yalnız askeri darbeler değil, sözde demokrasi adına yapılmak istenen sivil darbeler de insanları sindirmeye yöneliktir. Ülkemizde dün olduğu gibi bugün de insanlar korku, kuşku ve hoşgörüsüzlükle karşı karşıyadır. İnsanlar özgüvenlerini yitirmişlerdir. Cumhuriyet Türkiyesi’nin bize sağladığı olgunluk ve özgüveni içselleştirebilmiş olsaydık ya da gelen geçen iktidarlar buna izin vermiş olsalardı bugün bu korkuyu, kuşkuyu yaşamaz ve insanlarımız birbirlerine karşı hoşgörülü davranırlardı. Bir yandan özdeksel sıkıntılar öte yandan tinsel açmazlar, korku, kuşku ve hoşgörüsüzlükle boğuşan ve çıkış yolu bulamayan toplumumuz kapalı toplum olarak kaldığı sürece korku ve kuşkuyu yok edemeyecek, ardından hoşgörüyü yaşayamayacaktır. Bugün ülkemizin yaşadığı budur. ukarıdaki başlık Başbakan R. T. Erdoğan’ın kendi ifadesinden. İfadenin tamamı bu kadar değil, şöyle: “Ben laik değil Müslümanım, ama laik bir ülkenin başbakanıyım.” Rahmetli Aziz Nesin sağ olsaydı bu ifadeden kim bilir kaç öykü çıkarırdı!.. Başbakan daha önce de aynı anlama gelen başka ifadeler dile getirmişti. Örneğin şöyle demişti: “Hem Müslüman hem laik olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya da laik; ikisi bir arada olmaz!” Yani son ifadesinin yeni, dikkat çekici bir yanı yok. Dikkat çeken yan, bu ifadeyi “Arap Baharı” turunda Mısır’da, Tunus’ta yaptığı konuşmalarında kullanması! Çünkü bu konuşmalarında bu ülke toplumlarına yeni dönemlerinde laik düzene geçmelerini önerdi. Şöyle dedi: “Ben Mısır’ın laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din karşıtlığı anlamına gelmez; din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umuyorum ki bu açıklamamdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.” Y ‘Laiklik elden gidiyor’ Çok şaşırtıcı bir öneri. Çünkü iktidara geldiği yıllarda sık sık yinelediği bir söylemi vardı, şöyleydi: “Laiklik elden gidiyor diye tutturmuşlar. Bu millet istemedikten sonra tabii gidecek. Milletin isteğinin önüne geçemezsin.” Bu sözlerden sonra bu öneri! Çok güzel! Ancak bu öneri yukarıdaki ifade ile çelişmiyor mu? Tabii çelişiyor. Ancak R.T. Erdoğan ve arkadaşlarının yaptığı gibi, laikliğin anlamını sağdan soldan çekiştirip yeni bir kılıfa sokarsanız çelişmez. Onlara göre laiklik devletin bütün dinlere, inançlara eşit davranması, saygılı olması. Bu tarife göre çelişmez tabii! Üstelik yanlış da değil; ancak bu, laikliğin ilkelerinden sadece biri. Gerçekten de laiklik, kişilere dinsel inançlarını ya da inançsızlıklarını yerine getirip getirmemesinden dolayı ayırım yapılmamasını, her bireyin inandığı dinde ibadet edebilmesini veya ibadete zorlanmamasını öngörür; laikliğin ilkelerinden biri olarak! Eğer laiklik sadece bu ilkeden ibaret olsaydı, Osmanlı Devleti de laik bir devlet olurdu. Çünkü bilindiği gibi, Osmanlı’nın değişik din ve mezheplerden uyrukları din ve ideoloji bakımından özgürdüler. Her biri inandığı dininin gerektirdiği ibadeti özgürce yerine getiriyordu. Ama gerçek anlamda laiklik Cumhuriyet’in sağladığı bir kurumdur. Yani uygar Batı ülkelerinde kabul edildiği gibi, laiklik din işlerini devlet işlerine karıştırmamak, devlet işlerini dinden ayrı tutmaktır. Bu durumda laik de, din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini dinden ayrı tutan kişidir. Bu durumda Sayın Başbakan’ın durumu ne olacak?.. Başbakan olarak laiklik ilkelerini uygulamak zorunda olacak fakat kişisel olarak bu ilkeleri yok sayacak!.. Sadece kendisi için değil, büyük bir yüzdesi Müslüman, ama aynı zamanda laikliği benimsemiş olan Türk halkı ne olacak?.. Hangisinden vazgeçecek, dininden mi, laiklikten mi?.. Aslında laikliğin başka ilkeleri de var. Örneğin, laikliğin temel hedeflerinden biri dinsel dogma ve önyargılardan arındırılmış “laik” yurttaş yetiştirme ilkesidir. Bu bağlamda eğitim politikası çok önemlidir. Ancak bu hedef iktidarın hedefinin tam aksi yönünde olduğundan kasıtlı olarak saptırılmaktadır. Eğitim bilimsel ve çağdaşlıktan, dinsel eğitime doğru hızla değiştirilmekte. Yani iktidar laiklik kavramı içinde kendi amaçlarına uygun ilkeleri seçip kendilerine özgü bir laik toplum yaratma yolunda hızla ilerlemekte. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle