25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
13 EYLÜL 2011 SALI CUMHUR YET SAYFA DİZİ ‘ şkence altında alınan ifadelerin hukuksal değerinin olmadığını söyledik, vay sen misin söyleyen...’ 7 ‘Kâğıt parçası’ demek de suç Y aptığımız savunmalar yüzünden de davalara uğradık 12 Eylül sürecinde. Bir örnek: 1981’de Konya Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanan ve birkaç arkadaşla birlikte savunduğumuz çocuklar emniyette işkence görmüşlerdi. Duruşmada, müvekkillerimizin işkence gördüklerini, işkence altında alınan bu ifadelerin hukuksal değeri olmadığını söyledik. Vay sen misin söyleyen, hakkımızda dava açıldı. Neymiş? “Hukuk ve insanlık dışı yöntemlerle alınmış olan ve birer utanç belgesi niteliği taşıyan poliste imzalattırılmış kâğıtların dosyadan çıkarılması”nı istememiz ve “bu kâğıt parçalarının ve eklerinin vicdani kanaate esas olamayacağı”nı söylememiz sonucu “devletin emniyeti muhafaza kuvvetlerini tahkir ve tezyif” etmişiz. Sıkıyönetim savcısı tarafından açılan bu dava yıllarca sürdü. Sonunda beraat ettik. avunmanın önünde o denli engel vardı ki... Bir örnek daha: 6 Ağustos 1982. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Mahkemesi’nde toplu bir dava görülüyor. Sabahki duruşmada, hukuk ustalarımızdan Avukat Halit Çelenk, yargılanmakta olan bir müvekkiline, savunmasına ilişkin birkaç sayfa fotokopi vermek için mahkemeden izin istedi. Daha henüz mahkeme bir karar vermeden, salonda güvenliği sağlamakla görevli başçavuş, mahkeme heyetine dönerek, “Bu belgeleri siz veremezsiniz. Cezaevine biz böyle bir şey sokmuyoruz. Verilse bile, ben onları burada yırtarım” diye bağırdı. Başta mahkeme heyeti olmak üzere hepimiz donduk kaldık. Mahkeme bir karar alamadı, dolayısıyla Halit Ağabey de fotokopiyi müvekkiline veremedi. Akşam oldu. Sanıkların sorguları yapıldı, bitti, sıra avukatların istemlerine geldi. Herkes, kendi müvekkili için tahliye istiyordu. Sıra bana geldi, ben elimle bir talebim olmadığını işaret ettim. Duruşma yargıcı, diğer avukatlara döndü, onların da istemlerini aldıktan sonra en son bana bir kez daha sordu: İsmail Bey, sizin niye bir talebiniz yok? Önce bir yutkundum. Sonra dedim ki, “Sayın yargıç, tutum ve davranışınızı taraflı gördüğüm 12 Eylül’ün Hatırlattıkları Dün, Evren cuntasının ABD emriyle gerçekleştirmiş olduğu darbenin yıldönümüydü. Yıldönümleri, sadece bayram olarak kutlanırlar diye bir kural elbette yoktur. Seçilmiş parlamentoyu silah zoruyla görevden alıkoyarak, yerine beş kişilik bir cuntayı yasama ve yürütme erkleriyle donatmak, elbette kutlanma şöyle dursun, çağımızda ayıplanacak bir olay olmalıdır. Ancak, o günleri anımsayanlar önce 13 Eylül’de yayımlanmış olan gazetelerde yazılmış olanları da elbette unutmamışlardır. Dönemin tek sesli ve görüntülü iletişim aracı olan TRT ekranlarında, anlı şanlı yargıçlar, rektörler ve sivil toplum kuruluşlarının yöneticilerinin cunta üyelerinin ant içme töreninde nasıl kuyruk olup sıra beklediklerini de, belleklerinden silemezler. Tek bir merkezden tezgâhlanarak yönetildiği, dönemin Ankara’daki ABD büyükelçisinin, Washington’da bir tiyatroda bulduğu Başkan Carter’e darbeden bir saat öncesinden “Bizim çocuklar yönetimi aldılar” türünden bir kriptoyla müjde vermesiyle de belgelenmiştir. Cuntanın el koymasının başlıca iki gerekçesi ülkedeki anarşinin sağsol çatışmasıyla doruğa çıkmış olması ve 3 bine yakın yurttaşın yaşamını bu yüzden yitirmesi gibi kamuoyunda derin yaralar açmış olmasıydı. Böylesine bir ortam içerisinde ülkemizdeki iki büyük partinin liderleri arasında ağız dalaşının sürmesi, senaryoyu yazanların ekmeğine yağ sürüyor, üyesi olduğum TBMM, Cumhurbaşkanlığı makamına seçilecek kişi üstünde birleşemediği için nafile turlarla zaman dolduruyordu. Bu olguların hiçbirisinin darbecileri harekete geçirmek için mazeret olamayacağını, birilerinin çıkıp düdük çalması ve “Paydos bu oyun burada bitti” diye seçilmiş vekilleri evlerine göndermesiyle mi anlayacaktık? Dünkü bazı gazeteler, 12 Eylül öncesindeki sağcısolcu çatışmasının kurbanları olarak darağaçlarında sallandırılan genç çocuklardan bazılarının annebabalarının feryatlarını haber yapmıştı. Darbe dönemine son verilmesinin somut kanıtı olarak cuntayı oluşturan beş generalden hesap sorulmamış olmasının nedenlerini sorgulayan ailelerin beklentilerinin “zamanaşımı” gerekçesiyle yerine getirilemeyişi tartışılırken bir başka tartışma da iki büyük siyasi partimizin liderleri arasında sürüyordu. İktidar ve ana muhalefet liderlerinin güncel ülke sorunlarının yerine “kimin alnı temiz. Kim kime alın öptürtmemeli” üstünde düğümlenmiş olmasının yanı sıra bir başka haberfotoğraf, Atlantik ötesinden bize gönderilen yaşamsal değerdeki bir ders gibiydi. ABD’nin üç başkanı, Obama, Bush ve Clinton, 11 Eylül kurbanlarını anmak için bir araya gelmiş, öylelikle terör karşısında tek vücut olduklarını göstermek istemişlerdi. Böyle bir araya gelmiş oldukları AKPCHP, MHP ve BDP liderlerinin buluşma fotoğrafları, Güneydoğu’da hız kesmek bilmeyen teröristler için nasıl etkili bir silah olacağını düşünmek bile inanın güvenlik kuvvetlerimiz açısından bir moral silahıdır. Ama önce BDP’nin parlamentoyu sorunun tek çözüm yeri olarak görmesi ve 1 Ekim’de TBMM’de çalışmalara katılması koşulu ile... S BAŞÇAVUŞ DAVASI için hiçbir talepte bulunmuyorum. Bir fotokopiyi veremediniz, tahliye kararı mı vereceksiniz?” Ortalık buz kesmişti. Devam ettim: Mahkeme kararlarına bir başçavuş ne hakla karışabiliyor? Mahkeme bağımsız olup mahkemenin vereceği kararlar hiçbir gecikme olmaksızın yerine geti rilmesi zorunlu kararlardandır. Ayrıca ben Mamak Askeri Cezaevi’ndeki işkencenin Nazi kamplarını aratacak boyutlara vardığını ve burada bulunan tutuklulara baskı yapıldığını daha önceki duruşmalarda dile getirmiştim. Hatta o celselerde askeri savcı, cezaevini himaye eder şe kilde konuşmuştu. Ortalık karıştı. Askeri savcı söz aldı: Bazı sanıklar vekili İsmail Sami Çakmak, özellikle cezaevi idaresine karşı ve salonda görev alan sanıkları bugün duruşmaya getirmiş olan bir astsubayı kastederek adeta Türk Silahlı Kuvvet leri’nin önemli unsurlarından biri olan astsubay sınıfına mensup kıdemli başçavuş rütbesindeki görevliyi ‘bir başçavuş’ biçiminde tanımlayıp cezaevi idaresinin temsilcisi durumunda olan bir astsubayın mahkemeyi adeta yönetme durumunda bırakıldığını söylemiştir. Cezaevine yönelik beyanlarını sürdürdüğü sırada ‘Cezaevi idaresi Nazi kamplarını aratacak biçimde baskılar uygulamaktadır’ demiştir. İsmail Sami Çakmak önce mahkeme heyetine, özellikle duruşma hâkimine, cezaevi görevlisine ve askeri savcılığa uygun olmayan söz ve davranışlarda bulunmuş, bu davranışları sırasında hakaret derecesine varan sözler sarfetmiştir. Bu nedenlerle hakkında komutanlığa suç duyurusunda bulunulmasını talep ederiz.” Mahkeme, suç duyurusu istemini kabul etti ve ben “başçavuşa başçavuş” demek suçundan yargılanmaya başladım. Bu dava da yıllarca sürdü. Sonunda beraat ettim, 1985 yılındaki şu hükümle: “Sanığın duruşma sırasında hâkimlere, askeri savcıya ve görevli astsubaya hakaret ettiğine dair yeterli delil bulunamadığından Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’ndeki uygulamalarla ilgili sözleri de savunma hududu dahilinde görüldüğünden sanığın atılı tüm suçlardan beraatine...” CUMHUR YET K TAPLARI’NDAN ÇIKTI Aranan cinayet sanığı Emniyette cinayetler öylesi bir dava savunma hakkına karşı ağır bir baskıydı. Bu tür uygulamalar 12 Eylül döneminde haklı olarak birçok avukatı ürkütüyordu. O yüzden birçok avukat sıkıyönetim mahkemelerinde dava almıyordu. Hele de işkence davası olunca çok daha temkinli davranıyorlardı. Aynı süreçte yaşadığım kimi olaylar, işkence davalarının önünü kesmek için ne gibi kirli yollara başvurulduğunu da gösterdi. Adana’da başıma gelenler, bunlardan yalnızca biridir: 24 yaşındaki işçi Cafer Dağdoğan, Aralık 1980’de gözaltına alınıp Adana Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor. Alındığı gün emniyet müdürlüğünde ölüyor ve ailesine haber bile verilmeden gizlice gömülüyor. Polislerin savunması “kendisini merdivenlerden yuvarlayarak intihar ettiği” yolunda. Bu yönde tutanak da tutulmuş. Konuyla ilgili olarak Adana Emniyet Müdürlüğü 1. Şube’de (siyasi şube) görevli başkomiser, komiser muavini ve polis memurları hakkında suç duyurusunda bulundum. Dava açıldı. Duruşmalar sürerken konuyla hiç ilgisi bulunmayan bir dosyada, bir belgeye ulaştım. Belge, dönemin Adana Emniyet Müdürü Gültekin Demir’in imzasını taşıyordu ve Adana Sıkıyönetim Komutanlığı’na yazılmıştı. Konu bir cinayetle ilgiliydi. Sözüm ona, birisi o cinayetle ilgili ifade vermiş ve benim de cinayete karıştığımı söylemişti. Belgede deniyordu ki: B “Ankara Barosu avukatlarından İsmail Sami Çakmak ve yine ifadede isimleri geçen diğer sanıkların Ankara ilinde bulunduklarından yakalanmaları mümkün olmamıştır. Davacıya ait dilekçeyle, alınan ifadesiyle olarak Avukat İsmail Sami Çakmak’a ait bir adet azilname ilişik olarak gönderilmiştir. Suç yeri itibarıyla şikâyete konu cinayet olayının Ankara Siyasi Şube Sorgulama Amirliği’nce yürütülerek neticeden bilgi verilmesi...” Adana ve Ankara emniyetindeki polisler hakkında işkence gerekçesiyle açılan davayı izlediğim için arkamdan komplo kuruyorlardı. Ya cinayetten yakalayıp soruşturacaklar ya da “Aranıyordu, kaçtı, kaçarken vuruldu. Tıpkı haklarını aradığım işkence mağdurları gibi merdivenden düştü, öldü” denecekti. Yaşamım tehlikedeydi açıkçası. Belgeyi bulur bulmaz Ankara Sıkıyönetim Askeri Savcısı Albay Nurettin Soyer’e çıktım. “Sayın savcım” dedim, “Durum böyle böyle. Benim arkamdan iş çeviriyorlar. Beni öldürebilirler de. Gereğini lütfen yapınız.” Askeri Savcı Albay Nurettin Soyer, hemen yanımdan Adana’yı arattı, Emniyet Müdürü Gültekin Demir’i buldurdu ve kendisine “Avukat İsmail Sami Çakmak’ın topuğuna bir zarar gelirse bunu sizden bilirim” dedi ve telefonu kapadı. Nurettin Soyer, uygar bir hukuk adamıydı. birbirini izliyor A nkara’da da izlediğim işkence davaları vardı: 1956 1959 doğumlu Öğretmen Zeynel Abidin doğumlu fizik mühendisliği son sınıf öğrencisi Ceylan da, 12 Eylül darbesinden hemen Hasan Asker Özmen, 12 Eylül’den hemen sonra Eylül 1980 sonunda Ankara Emniyet sonra 5 Kasım 1980’de Ankara Emniyet Müdürlüğü ne Müdürlüğü 1. Şube nezarethanesinde ölmzarethanesinde ölmüştü. Konuyla ilgili açılmış olan da üştü. Dava açıldı. Ankara Emniyet Müvayı işkence ile öldürülenin ailesinin vekili olarak izle dürlüğü 1. Şube’de görevli Komiser Muamiştim. İşkence yaptıkları sabit görülerek 1 yıl ağır ha vini Mustafa Haskırış, 13 yıl 14 ay 20 gün pis cezası ile cezalandırılan komiser muavini Enver Gök ağır hapis cezasına çarptırıldı. Haskırış, cetürk, ifadesinde sorguza alacağı duruşma öncesinde lamada dönemin Ankatahliye edildi. Bir süre kaçak ra Emniyet Müdürü yaşadı. Daha sonra İstanbul’da Ünal Erkan (daha sonbir başkomiser ve bir polis ra Emniyet Genel Mümemuruyla birlikte soygun Satılmış Şahin Dokucu da, 18 dürü), Emniyet Müdür yapmaktan tutuklandı. Mart 1981’de Ankara Emniyet Yardımcısı Ali Akan, Müdürlüğü’nde öldü. Suç duyu1. Şube Müdürü Azmi rusunda bulunduk. Savcılık, DoDerin ve Operasyon kucu’nun, Ankara Emniyet MüGruplar Amiri Kemal dürlüğü’nün 6. katında gözetim yeYazıcıoğlu’nun (daha rinin dışarıya açılan penceresinden sonra Ordu Valisi) da atlayarak intihar ettiği gerekçesihazır bulunduğunu söy1957 doğumlu Ankara ni kabul ederek, soruşturmayı talemişti. Bunun üzerine Yıldırım Beyazıt Lisesi kipsizlikle sonuçlandırdı. bu kişiler hakkında da, öğrencisi İbrahim Eski, işkenceyle adam öldür11 Eylül 1980’de, gözetim dükleri ve seyirci kalaltında iken Ankara Emnidıkları, yetki gaspında yet Müdürlüğü’nden Ankara Nubulunarak mahkemelerin ve savcılığın yetkilerini gasmune Hastanesi’ne kaldırılmış pettikleri konusunda güçlü belirti ve yeterli kanıt olduve burada ölmüştü. 12 emniyet ğu gerekçesiyle dönemin Devlet Başkanı Kenan Evgörevlisi hakkında dava açılmışren’e, konsey üyelerine, Başbakan’a, İçişleri ve Adatı. Sonradan beraat ettiler. let bakanlarına, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na ve Ankara Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş, ancak hiçbir yanıt alamamıştım. Bir ailenin 12 Eylül günlüğü Haber Merkezi TRT Muhabiri Yasemin Küçükkaya’nın “Darbe Şakacıları Sevmez” adlı kitabı dün okuyucusuyla buluştu. 10 kişilik ailesinin 12 Eylül anılarını kaleme alan Küçükkaya kitabını, “Darbe Şakacıları Sevmez sıradan bir ailenin yıllardır izini taşıdığı sıra dışı öykülerini anlatıyor” sözleriyle özetliyor. “Darbe Şakacıları Sevmez/Bir Ailenin 12 Eylül Günlüğü” Cumhuriyet Kitapları’nca yayımlandı. 166 sayfadan oluşan kitapta 10 kişilik Şakacı ailesinin tüm bireyleri 12 Eylül öncesi ve sonrasını tüm yalınlığıyla anlatıyor. Kitabın arka kapağında Darbe Şakacıları Sevmez şöyle tanıtılıyor: “12 Eylül’ün acı ve hüzün dolu hikâyesini Küçükkaya hiç sıradan bir ailenin kaleminden okudunuz mu? ‘Darbe Şakacıları Sevmez’ işte o sıradan ailenin yıllardır izini taşıdığı sıra dışı öykülerini anlatıyor. Ailenin kimi fertleri hapisteki ‘kafes’te işkence görürken; diğerleri de dışarıda başka bir kafeste yaşam mücadelesi veriyor. ‘Bir Ailenin 12 Eylül Günlüğü’nde baba, anne, dört kız ve dört erkek çocuğun askeri darbenin yarattığı faşist ortamda küçük dünyalarındaki büyük direnişlerini okuyacaksınız...” YARIN: ÖLDÜ D YE BIRAK TIL AR ERDAL O GECE ASIL AC AK TI C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle