23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 5 AĞUSTOS 2011 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Musevi Sanatçılar ve Türkiye... Çağımızın en değerli piyanist ve orkestra şeflerinden Musevi sanatçı Daniel Barenboim’in Filistin sorunu üzerinde yapıcı bir kavrayış doğrultusundaki çalışmaları, yüreğimize su serpiyor. Okurlarımızın hiç kuşkusu olmasın ki, Barenboim’in Filistinlilere el uzatan evrensel hümanist özlemlerini destekleyen Türk müzikçiler de bulunuyor. Ahmet SAY eçenlerde hem siyaset hem müzik dünyası, beklenmedik bir olaya tanık oldu: Uzun yıllar boyunca Alman besteci Richard Wagner’in (18131883) yapıtlarını boykot eden İsrail, bu kez Almanya’daki ünlü Bayreuth Festivali’nin kurucusu Wagner’in bir eserini seslendirmek üzere, İsrail Oda Orkestrası’nı Bayreuth’a gönderdi. Dünya basınında genişçe yer alan bu şaşırtıcı olayın yorumuna, Cumhuriyet gazetesi de kültür servisinin hazırladığı “Wagner tabusu yıkılıyor mu?” başlıklı önemli değerlendirmesiyle katıldı. Bilindiği gibi Wagner, 1850 yılında yazdığı “Müzikte Yahudiler” başlıklı yazısıyla 19. yüzyılda şovenizmin sivri örneklerinden birini vermiş, ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra ise Hitler tarafından “Nazizmin köklerindeki büyük besteci” olarak tanımlanmıştır. Bütün bunlar, Museviler tarafından günümüze değin hep göz önünde tutulmuş, örneğin İsrail’de Wagner’in ve yapıtlarının adı bile geçmez olmuştur. Söz konusu sırt çevirişin haklı nedenleri vardır: Kültürel kökleri Wagner’den de beslendiği vurgulanan Nazi rejimi, milyonlarca Museviyi katleden ve işkenceden geçiren, evden barktan, yurdundan eden bir canavarlığı tabii ki unutulmaz kılar. Wagner’in ağır biçimde eleştirdiği Musevi bestecilere göz atalım: G Bir bankerin oğlu olan Felix Mendelssohn, romantik çağ stilinin ilk kuşak bestecilerindendir. Üretken olmasına karşın, dönemin Schumann, Schubert, Chopin gibi bestecilerinin yanında ikincil planda kalmıştır. Yine bir Alman Musevisi olan Meyerbeer ise gösterişli, büyük, masraflı yapımları öngören Fransız “grand opera” stilinin temsilcisidir. İşte bu iki besteci, Avrupa’da hak etmedikleri kadar yüksek bir yere oturtulduğu için, kişisel duygularının da baskısıyla Wagner’in hışmına uğramışlardır. Kitap çalışmalarımda Wagner’in yaşamöyküsündeki ayrıntılara eğilmek fırsatını bulduğum için, burada onun yaratıcı kişiliğine ve yaşamındaki bazı ilginç olaylara değinmek istiyorum: Metnini de yazdığı operalarında besteci, konularını Alman efsanelerinden seçmiştir. Ben bu eserleri “senfonik müzik”miş gibi dinlerim. Çünkü Wagner, opera müziklerini gerçekten senfonik anlatım düzeyine yükseltmiştir. Onun bestecilik stilini belirleyen başlıca kavramlar arasında “Leitmotiv” (kılavuz motif), “Gesamtkunstwerk” (bütün sanatların bireşimi), “Unendliche Melodie” (sonsuz ezgi) ve “Wagner armonisi” vardır. Bu kavramların hepsi, daha önce olmayan, Wagner’in yaratıcılığına özgü yenilikleri içerir. 20 yaşından başlayarak Almanya’daki kasaba tiyatrolarında şeflik yapmaya başlayan Wagner, 1836’da tiyatro oyuncusu Minna Planer’le evlenmiştir. Ertesi yıl Riga Operaevi’nin şefliğine getirilen besteci, bu kentte dostlarından aldığı borçları ödeyemeyince 1839’da eşi Minna ile Paris’e yerleşmiş, bu kentte de yeni borçları yüzünden kısa bir süre hapis yatmıştır. Anavatan Derneği üyesi 1848 Devrimi’nin yaklaştığı yıllarda Wagner’i, Almanya’da “Anavatan Derneği” adlı solcu bir örgütün üyesi olarak görüyoruz. Tutuklanacağı kaygısıyla ülkesinden kaçmayı planlayan besteci, Liszt’in desteğiyle eşi Minna’yla birlikte İsviçre’ye sığınmıştır. Bu ülkede, varlıklı bir tüccar olan Otto Wesendonk’un kendisine ayırdığı bir villada kalan Wagner, Wesendonk’un eşiyle ilişki kurmuş, bu ilişkiyi sezen eşi Minna, kocasını terk ederek Almanya’ya dönmüştür. İzleyen yıllarda bestecinin kişiliğindeki düşkünlük iyice belirginleşir: Solcu olduğu için Almanya’dan kaçan Wagner, bir anda gericiliğin ve şovenliğin bayrağını sallamaya başlamış, Musevi bestecileri aşağıladığı makalesini de bu yıllarda yazmıştır. Ve sonuçta, dönekliğin ödülü olarak Almanya’da siyasal nedenlerle aldığı cezalar affedilmiş, besteci ülkesine gidebilmiştir. Bu sırada Bavyera Kralı II. Ludwig, dilediği bütün ola nakları Wagner’e açmaya hazır olduğunu bildirmişti. Ne var ki besteci, yeni bir ilişki dolayısıyla bunalımlar içindeydi: Liszt’in kızı Cosima ile yasak bir aşk yaşarken Cosima’nın kocası ünlü orkestra şefi Hans von Bülow, Wagner’in yapıtlarını yönetiyordu. Öyle ki, Cosima’nın Wagner’den olan ilk çocuğu doğduktan iki ay sonra, Cosima’nın kocası Bülow, her şeyden habersiz olarak “Tristan” operasının ilk sahnelenişini yönetmişti. Bu tatsız konuyu uzatmak istemiyorum. Okurlar, Wagner’in serüvenlerinden gereken sonuçları çıkarabilir. Nesnel bakışı yitirmeyerek bir de madalyonun öteki yüzüne, Museviliğe bakalım: Museviliğin tarihi, bir halkın hüsranlarını ve umutlarını simgeleyen acıklı bir tarihtir. Tek başına şu efsane bile, insanlık değerlerinin kalıcılığını ve derinliğini anlatmaya yeter: Musa Peygamber’in asasını kullanıp denizi yararak açılan geçitten kavmini denizaşırı bir ülkeye götürmesini ve böylece esenliğe kavuşmayı anlatan o müthiş efsane, aslında toplum olarak umutların gerçekleşmesini, İsrail kavminin zorbalıktan kurtuluş sevincini anlatır. Tarih içinde bizim Musevilerle geçimsizliğimiz olmamıştır. Hatta onlar, çeşitli fırsatlarla bizim tarafımızdan korunmuştur. Musevilerin İspanya’dan kitlesel sürgün sonucu Osmanlı topraklarına yerleşmesinin 500. yıldönümünü 1992’de kutlamıştık. Türkiye, 1930’lu yıllardan başlayarak Nazi zulmünden kaçan Musevi sanatçı ve bilim adamlarına kucak açmayı görev saymıştı. Can derdindeki Musevilerin, kimi Türk diplomatlarınca ku ral dışına çıkmayı göze alarak kurtarılması ise bizde hümanizmin taçlandırdığı olaylardandır. Öte yandan, 2011 yılında İsrail, Bayreuth Festivali’ne orkestralarından birini gönderip Wagner’in eserlerini seslendirmekle bu tür sorunları artık aştığı mesajını vermektedir. Tam da bu noktada Türkiye’nin aydınları olarak çok yadırgadığımız bir gerçeği burada dile getirmek durumundayız: Özet konuşayım: Çağdaş firavunlar olan Nazilerin canavarlığını yaşamış Musevilerin, benzer acımasızlığı Filistinlilere uygulamasını anlayamıyoruz. Yalnızca bir örnek vermek istiyorum: Yıllar öncesi bir gün televizyonda, İsrail askerlerinin Filistinli bir militanın koluna taşla vurarak bu kolu nasıl parçaladığını, bu sırada Filistinlinin nasıl haykırdığını izlemiştim. Çok yönlü anlamı olan bu kıyıcılık, unutamadığım korkulu düşlerimin arasındadır. Filistin’de olan biten, günümüzde dünyanın başlıca sorunlarındandır. Bir müzik eleştirmeni olarak bu soruna hümanist bir anlayışla bakmaktan başta umarımız yok. Ancak bu konuda büyük umutlarla desteklediğimiz bir insan var yanımızda: Çağımızın en değerli piyanist ve orkestra şeflerinden Musevi sanatçı Daniel Barenboim’in Filistin sorunu üzerinde yapıcı bir kavrayış doğrultusundaki çalışmaları, yüreğimize su serpiyor. Okurlarımızın hiç kuşkusu olmasın ki, Barenboim’in Filistinlilere el uzatan evrensel hümanist özlemlerini destekleyen Türk müzikçiler de bulunuyor. Müzik, evrensel insanlık değerlerinin ortak bir parçası olduğuna göre, İsrail’le en azından bu noktada birleşiyoruz… Kruvazör... İçinde “fotoğraf” olan gerçek bir askeri öykü size... O yıllarda Yunanlıların yeni bir kruvazör aldıkları duyuldu. Askerler bundan rahatsız oldular. Paşalar toplanıp düşündüler taşındılar “tehdide karşı tedbir” almayı kararlaştırdılar. Önce bu geminin tipini, enini, boyunu, gücünü öğrenmek gerekiyordu. Suyun öte tarafında görevli iyi bir istihbaratçı olan Mahmut’a görev verildi. Kruvazörün fotoğrafını çekip gönderecekti... İstihbaratçı Mahmut şifreli talimatı alınca harekete geçti. Gidip limandaki kruvazörün fotoğrafını göz göre göre çekse, istihbaratçı olduğunu anlayacaklar düşüncesiyle bir plan yaptı. Fotoğraf makinesini hazırladı, o yıllarda dijital makineler henüz kullanılmadığı için negatif film taktı, makinesini bir piknik sepetinin içine yerleştirdi... Limana bakan yamaçta piknik yapıyormuş gibi yapacak, fazla göze batmadan fotoğrafı o sırada çekecekti... Limana bakan yamaca gidip oturdu... İşte kruvazör orada limanda bağlı duruyordu... Düşündü; makineyi çevirip resmi çekse, görülecek... Yeni bir plan geliştirdi: Arkası dönükken fotoğrafı çekecekti... Biraz ileri yürüdü, limana arkasını dönerek, sanki çişini yapıyormuş gibi pantolonunu indirip oturdu... Sağa, sola bakındı... İzlenmediğinden emin olunca makineyi alttan, bacaklarının arasından limana çevirip, tahmini hedefe göre deklanşöre bastı... Sadece kruvazör aşağıda kalmış, objektifi biraz yukarı doğru tutmuştu... Film Ankara’ya ulaştı... Gizlilik ilkeleri içinde, kimse bakmadan film yıkandı... Paşa sordu: “Tehdidin fotoğrafını görebilecek miyiz?..” Aslar “Göreceksiniz paşam” dediler... Generaller fotoğrafı görmek için “Şimşek” salonunda toplandılar... Herkes yerini aldı, film makineye takıldı, karşıdaki büyük ekrana büyük boy olarak görüntü verildi... Paşalar yüzleri asık salondan çıkarken bir kısa mesaj gitti suyun öte yanındaki istihbaratçı Mahmut’a: “Bu nasıl kruvazör?..” oç Vadisi, Kastamonu’nun Cide ilçesi sınırları içinde Devrekani çayının yer yer göletler yaparak suladığı ve sayısız endemik bitki türü, müthiş zengin flora ve faunasıyla eşsiz bir coğrafya yarattığı çok özel bir doğa parçası. Küre Dağları Milli Parkı koruma zonunun hemen kıyısındaki konumuyla zaten birinci derecede korunması gereken bir doğa armağanı ve Türkiye’nin de uluslararası taahhütler kapsamında insanlık adına korumayı taahhüt ettiği bir doğa parçası. Devrekani çayı, Karadeniz’e dökülmeden önce başka vadilerden ve Loç Vadisi’nden geçerken, çok önemli toprakları sulayarak ve besleyerek buradaki doğal yaşamın devamlılığını sağlıyor. İşte bu Loç Vadisi’ne, bundan iki yıl önce bir özel şirket, bir hidroelektrik santral (HES) yapmaya kalkıştı. Ancak birçok başka yerde olduğu gibi, yerel halkın protestolarıyla karşılaştılar. Uzun süren bir sivil ve hukuk mücadelesinin sonunda ise Loçlular kazandılar ve hukuk, HES şirketine dur dedi. Loç Vadisi’nin talanı L Loç Direnişi ve Yurtseverlik... Gülsen KIRBAŞ Turizmci na izin vermedi. Loç’taki mutlu sona karşın, ne yazık ki şu anda ülkemizin her yerinde benzer projelerle HES’ler, termik santrallar ve daha büyük bir potansiyel tehlike olarak karşımızda duran nükleer santrallar yoluyla enerji elde etme çılgınlığı yaşanıyor. Özellikle HES’ler için güzelim vadiler kazılıyor, ağaçlar sökülüyor, doğa tıraşlanıyor ve kocaman su borularının geçirildiği kel arazilere dönüşüyor. Gür derelerin bol suları, yatakların daha üst taraflarında bu canavar borulara hapsediliyor ve ta aşağı seviyelere ulaşıncaya kadar kademe kademe borulardan geçirilerek, enerjisi elektrik türbinlerine akratılıyor. Sonuç: Bir gram bal için yenen keçiboynuzu misali, sınırlı bir miktar enerji için dev bir ekosistem bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde yok oluyor, doğamız, ormanlarımız, geleceğimiz elimizden gidiyor. Gerçekte HES karşıtları ne istiyor ya da daha doğrusu ne istemiyor? Ve neden istemiyor? HES kâbusu son birkaç yılda başımıza çöreklendiğinden beri, dikkat edelim, karşı çıkışların odağı hep HES’in yapılmak istendiği bölge halkı oldu. Bu protestoları, önce o ildeki, sonra da yurt çapındaki aydın ve içgörülü insanlar desteklediler, eylemler yaptılar. Yani ilk çığlık atanlar, ilk “yüreği yananlar” oldu. Çünkü bu insanlar, yaşadıkları doğal ortamın çoraklaşması, doğanın kuruması, tüm doğal dengelerin bozulması, kısacası yaşam alanlarının ellerinden alınıp canice yok edilmesi tehlikesiyle karşı kar şıya kaldılar ve canları yandı. Neydi bu insanları motive eden temel dürtü derseniz, ben buna tek bir cevap verebiliyorum: Yurtseverlik… Nedir yurtseverlik? Sadece ve sadece bir toprak parçasında doğmuş ve yaşamış olmaktan doğan, başkaca hiçbir çıkar, menfaat dürtüsü olmaksızın, kayıtsız ve şartsız, dürüst ve özverili bir sevgi ve bağlılıkla o yurdu, o toptağı sevmek, onun doğasına, canlısına, suyuna, taşına, kültürüne, hasılı her şeyine bağlı olmak ve onu sahiplenmeye sevdalı olmak. Bu günlerde bu soruyu, hepimiz kendimize sormalıyız. Ha, bazılarının sormasına gerek yok, çünkü onlar bu sorunun cevabını çok iyi biliyorlar ve doğayı katletmek uğruna ondan rant elde etmek isteyen tüm çevrelerin suratına şamar gibi indirmeye devam ediyorlar. Kim mi onlar? Kastamonu’nun Loç Vadisi denen küçücük bir bölgesinden bir avuç insan ve onlar gibi ülkenin birçok yerinde HES mücadelesine devam eden daha niceleri. Onlar bu ülkenin gerçek yurtseverleri… C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle