26 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 10 AĞUSTOS 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Avrupa Konseyi Kadına Karşı Şiddet Sözleşmesi Türkiye Ne Zaman Onaylayacak? Türkiye’de son 5 6 yıl içinde yüzde 1400 artmış olan kadınlara karşı şiddetin saik olarak, kadınların bir mal gibi alınır verilir varlıklar olduğu kültürü, şiddetin bir terbiye ve intikam aracı olarak görülmesi, kadını fail ve faillerin namusu olarak algılama kültürü ile bağlantılı olduğu hep bilinmektedir. Bu zihniyet ile mücadele etmemiz gerektiği açıktır. Prof. Dr. Aysel ÇEL KEL Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı ütün dünyada ve Türkiye’de büyük bir artış gösteren kadına karşı şiddeti önlemeye yönelik Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi bünyesinde ciddi çalışmaların yapıldığı, uluslararası hukukta değeri olan tavsiye kararları ve deklarasyonların yayımlandığı bilinmektedir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 30. 04. 2002 tarihli “Kadınların Şiddete Karşı Korunmasına” ilişkin tavsiye kararı, 7 Nisan 2011 tarihinde genişletilerek ve güncelleştirilerek bir sözleşme haline getirildi. Üye devletlerin onayını bekleyen sözleşme; “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” başlığını taşımaktadır. Kadına karşı şiddetin had safhaya çıktığı Türkiye’de toplum, sözleşmenin vakit geçirilmeden onaylanmasını beklemektedir. Sözleşme, kadına karşı şiddetin nedenlerini, şiddetten korunma B amaçlı olarak alınacak yasal ve diğer önlemleri ayrıntılı biçimde açıklamakta, mağdurların ve çocukların hukuki, tıbbi, psikolojik, ekonomik olarak korunmaları, eğitilmeleri, güçlendirilmeleri için bütün tedbirleri almanın devletin görevi olduğunu açıkça kabul etmiştir. Devletin mağdurlara maddi yardım yapması, gerektiğinde tazminat ödemesi konuları da yaptırım olarak yer almaktadır. Anılan sözleşme; kadına karşı şiddeti bütüncül olarak ele alan ilk sözleşme olma onurunu da taşımaktadır. Sözleşme, kadına karşı şiddetin, erkekler ile kadınlar arasındaki eşitlikçi olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu, bu güç ilişkisinin kadınlar üzerinde tahakküm kurulmasına, kadınlara yönelik ayırımcılık yapılmasına yol açtığını ve kadınların ilerlemesine engel olduğunu, kadınları zorla ikincil konuma sokmanın çok önemli toplumsal mekanizmalarından biri olduğunu vurgulayarak, kadınları şiddete karşı korumak ve kadınları güçlendirmek için bir dizi önlem öngörmüştür. Bu önlemleri almanın devlete ait bir yükümlülük olduğunu hemen her maddesinde ifade etmiştir. Sözleşmenin etkili biçimde uygulanmasını sağlamak amacıyla özel bir izleme mekanizmasının kurulması öngörülmüştür. Uzman Eylem Grubu (Grevio) olarak adlandırılan ve taraf devletlerce belirli niteliklere sahip adaylar arasından seçilen 10 15 kişilik gruptan başka, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri başkanlığında Taraf Devlet Komitesi adlı bir organın da kurulması kabul edilmiştir. Sözleşme kadına karşı şiddet ile ev içi şiddeti ayrı ayrı tanımlamış, uygulanan fiziksel, cinsel, psikolojik, ekonomik şiddetin; mağdur faille aynı evi paylaşmasa da, evlilik bağı bulunmasa da, eski ve şimdiki eşler, fiili birliktelikler arasında meydana gelen, kadınlara cinsiyetleri nedeniyle uygulanan her türlü şiddeti kapsamaktadır. 18 yaş altı kız çocuklarının da kap sam içinde olduğu kabul edilmiştir. Devletin yükümlülükleri özetle aşağıdaki biçimde açıklanabilir: Kadınlara karşı her türlü ayırımcılığı önlemek ve kadın erkek eşitliğinin uygulamada gerçekleştirilmesini güvence altına almak ve kadınları güçlendiren politikaları teşvik etmek. Kadın mağdurların güçlenmesi ve ekonomik bağımsızlık kazanmaları için çeşitli koruma ve destek hizmetlerinin sağlanması. Kadın mağdurların ve çocuklarının şiddet sonrası toparlanmalarını kolaylaştıracak, sağlık ve sosyal, hukuki, psikolojik danışmanlık, maddi yardım, konut, eğitim ve iş bulma gibi hizmetlere erişebilmelerinin sağlanması. Mağdurların uygun hizmetlere yönlendirilmeleri için eğitim almalarını sağlayacak tedbirlerin alınması. Mağdur kadınlara ve çocuklarına güvenli konaklama için yeterli sayıda sığınma evlerinin hazırlanması. Cinsel şiddet mağdurlarına tıbbi ve adli muayene, travma desteği hizmetleri ve danışmanlık için yeterli sayıda, kolay erişilebilir tecavüz ve cinsel şiddet başvuru merkezlerinin kurulması. Kadına karşı şiddet uygulayan failleri eğitmeyi hedefleyen prog ramların oluşturulması, özellikle cinsel suç faillerini tekrar suç işlemelerini önleyen tedavi programları uygulanmak. Sonuç: 81 maddeden oluşan ve Türkiye için önemli gördüğüm esaslarını yukarıda açıkladığım Avrupa Konseyi Sözleşmesi, mağdurların ve çocukların korunması ve tekrar birey olarak hayata kazandırılması için devlete bir yükümlülük vermiştir. Failler için de cezalandırılmalarının yanında eğitim ve tedavi programları öngörülmektedir. Türkiye’de son 5 6 yıl içinde yüzde 1400 artmış olan kadınlara karşı şiddetin saik olarak, kadınların bir mal gibi alınır verilir varlıklar olduğu kültürü, şiddetin bir terbiye ve intikam aracı olarak görülmesi, kadını fail ve faillerin namusu olarak algılama kültürü ile bağlantılı olduğu hep bilinmektedir. Bu zihniyet ile mücadele etmemiz gerektiği açıktır. Bu anlayışa ek olarak, kadına karşı şiddetin esas nedeninin ekonomik kökenli olduğunu, yoksullukla yakın bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Büyük değer taşıyan sözleşmenin gecikmeksizin onaylanması ve hayata geçirilmesi kadınlarımızın beklentilerine bir ölçüde cevap olacaktır. Ramazan Dayakları... Erzurum’da oruç tutmadığı için mümin kardeşlerimiz tarafından dövülen genç kız “İmam hatibi bitirdim, Kuranıkerim’i de hatmettim halbuki” deyince düşündüm... Normalde RTÜK üyesi olması lazım... Bunu dövmüşler... Genel müdür, daire başkanı, müsteşar olurdu insan... İmam hatibi bitirmek, yanında hatim indirmek bu devirde, Harvard ya da Oxford muadili bir bakıma... YÖK üyesi olur, ÖSYM başkanı olur, TRT’de program müdürü, rektör, dekan olur, kafası kıçı oynasa... Bunun ağzı oynayınca... Dayak yedi... İşte bizim Ertuğrul Günay... Böyle bir donanıma hiç de sahip olmadığı halde, sadece “Niyet ettim makama, tabi oldum imama” dedi... Bakan oluverdi... Bunu dövmüşler... Ya da Meloş... İstanbul sosyetesinde kıçını görmeyen kalmamıştı... Devir değişti; türbanı doladığı gibi umreye gitti geldi, gitti geldi... İhale aldı... Ramazanda kameraların olduğu iftar sofralarında yerini alıp gözüküyor... Ağzını büzüp tutuyor ki oruç olduğu anlaşılsın... Ormana villa yapacak çünkü... Diyelim ki bizim medya... On bir ay; kim kimi becerdi, kim altta, kim üstte, kim kimi ayarttı haberleri ile götürüyor işi... Ama ramazan geldi mi: “Herkese orijinal kılıfında Kuranıkerim ve meali...” “40 soru ve cevapta namaz hocası...” “İlmi muazzama Hafız Mahmut Efendi’den menkıbeler...” “20 kupona mevlidi şerif CD’si...” Böyle olunca, ramazanda oruç tutmayan kızın dövülmesi haberini önemsemedi demek... Biz buna kısaca “ramazan dayağı” diyoruz... Ramazanlarda, sokakta ağzı oynayanlara atılan dayaktır... Elin milletin cebinden çıkmasın... Ayağın avanta peşinde dolansın... Aç gözün doymasın... Aklın fikrin hırsızlıkta olsun... Kafan kıçın oynasın... Yeter ki ramazanda ağzın oynamasın... Oynarsa dayak atıyorlar adama... Ramazan münasebetiyle... M üttefiklerin “Türk barışı” adını verdikleri belge nisanda San Remo’da son şeklini almış ve 11 Mayıs’ta İstanbul hükümetine bildirilmişti. İleride Sevr’e dönüşecek San Remo metni basına yansıyınca kıyamet koptu. En karamsar olanlar bile bu kadarını beklemiyordu. Koşullar Türkiye için tam anlamıyla yok olma hükmünde idi. Oluşan tepkilerden çekinen Müttefikler Arapları, Ermenileri ve Yunanlıları dinledikten sonra Türkle ri de dinlemeye karar verdiler. Bunun üzerine Damat Ferit büyük ümitlerle, Filozof Rıza Tevfik ve İçişleri bakanı Ali Kemal’i de yanına alarak Paris’e koştu. Fakat Paris’te Türk tezlerini iyi savunamadı ve de Kemanso’dan azar bile işitip, İstanbul’a elleri boş döndü. Sevr’de “savaşın en değerli ganimeti” sayılan Türkiye’nin paylaşılmasına karar verildi. Sevr’i zorla kabul ettirmek için 1920 MayısHaziran aylarında müttefiklerin teş Sevr’de Neler Oldu? Prof. Dr. Metin KALE Osmangazi Üniv. Tıp Fakültesi vikiyle Yunan ordusu Anadolu’da saldırıya geçti. Türkiye için ölüm fermanı olan bu belge, halkın işgalci devletlere karşı direnişinin bir eseri olan Birinci Meclis’i ayağa kaldırdı. Sevr Antlaşması İstanbul’dan gönderilen Hadi Paşa başkanlığındaki bir heyet tarafından 10 Ağustos 1920’de imzalandı. Ankara’daki TBMM Hükümeti “Misakı Milli’ye aykırılığı ortada olan Sevr anlaşmasını” reddetti, onaylayanlar ve imzalayanları vatana ihanetle suçladı. Türkiye’yi savaşın tek sorumlusu gibi gören büyük güçlerin ülkeyi nasıl parselledikleri görüldü. Dünya savaşına son veren anlaşmaların hiçbiri bu kadar insafsız, katı ve acımasız hükümler taşımıyordu. Sevr’de, L. George asıl amacını “Türkiye artık yoktur” sözleriyle özetliyor ve Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasında direniyordu. Lord Curzon ise, “Türkler için, askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Artık Türkler Fransız lejyonuna gidebilirler… Onları Avrupa kıtasından tamamen süpürüp Asya’ya, yani geldikleri yere atmak gerekir” diyordu. Wilson da “İstanbul’un Türklerin elinden alınmasını” ve barbar bir ulus olan Türkleri Avrupa’dan kovma fırsatının kaçırılmaması gerektiğini ileri sürüyordu. Pozantı’dan Fevzi Paşa ile birlikte 7 Ağustos’ta Ankara’ya dönen Mustafa Kemal Paşa, Sevr’in imzalandığını, Ziraat Mektebi’ndeki karargâhında akşamın geç saatlerinde haber aldı. Gelen haber onun için sürpriz olmadı. “Halkın ve ülkenin kaderi yabancıların insafına terk edilemez” diyerek mücadeleye devam kararı aldı. Sevr, Türk ulusunda bir yeis ve teslimiyet yaratmadı, aksine, ulusun vicdanında Milli Mücadele ruhunu besleyen bir itici güç oldu ve direnme ruhunu kamçıladı. Sevr’den sonra öldüğü sanılan Türkiye’de, Lloyd George’un bütün çabaları, kullandığı her türlü zorbalık ve entrika Türklerdeki yaşama isteğini kamçıladı. İstanbul’un işgali, İzmir’in Yunanlıların eline geçmesi ve Ermeni saldırılarından sarsılan ve onuru iyice zedelenen Türk halkı “Sevr”in imzalanmasıyla derin bir öfke seline kapıldı. Anadolu’da Türk egemenliğine son verileceğini ve karşı karşıya bulunduğu yakın tehlikeyi gören halk, Mustafa Kemal’in çağrısına sessiz kalamazdı ve onun yanında yerini aldı. O günlerdeki psikolojiyi Norbert Bischoff şöyle anlatıyor: “Düştüğü felaket karşısında ve yalnız kalmanın dehşeti içinde, kendine gelmeyi ve silahlı mücadelenin doğuracağı hiçbir zararın, kendisine giydirilen Sevr kefeninden daha kötü olamayacağını Türk halkı net bir şekilde gördü.” Ulusal bilinç ve vatan savunması ruhu bütün vatan sathına hızla yayıldı ve kararlı bir direnme gücü oluştu. Sevr Antlaşması’ndaki hükümlerin köylere kadar bütün millete duyurulması için Meclis’te İrşad Komisyonu kuruldu. Rumeli’nden kovulan Türkler artık Anadolu’dan da kovulacaklarını anlamışlardı. Atayurt elden gitmek üzereydi. Maliyesi ve küçültülen ordusuyla Avrupalılara teslim edilen Türkiye, Yunanistan ve Ermenistan arasında pay laşılacağı günü bekleyen bir kurban gibi duruyordu. Ülkenin doğusu Bağımsız Ermeni Cumhuriyeti adıyla Ermenilere veriliyor, Fırat’ın doğusundaki topraklar Özerk Kürdistan haline getiriliyordu. Yunanlılar, Fransızlar ve İngilizler de ganimetten paylarına düşen büyük lokmalara iştahla bakmaktaydılar. Bir rüya, bir dedikodu ve hayal zannedilen bu deli gömleği Türklere giydirilmeye çalışılıyordu. Müttefikler için “basit bir baş ağrısı” olarak kabul edilen Mustafa Kemal ise “Yaşamı ve bağımsızlığı için fedakârlık yapan bir millet başarısız olamaz, yenilgi demek milletin ölümü demektir” diyordu. “Millet ölmemişti.” En olumsuz koşullarda bile millete inanan ve bunda yanılmayan Mustafa Kemal bir kez daha haklı çıktı. Benliğinin tamamını saran bu inanç “her sözüne, her hareketine” yansıyordu. Bu bilinçle “Ya kazanacağız, ya yok olacağız” sözleriyle halktaki mücadele gücünü yepyeni bir şevkle şaha kaldırmasını bildi. Batı, bugün Sevr’de dayattığı gibi sınırlarımız içinde yine bir Kürdistan ve Ermenistan yaratmaya çalışıyor. Açıkça söylemeye cesaret etmeseler de, yaklaşımlarından anlaşılıyor. Ne acıdır ki, bugün Lozan’ı yok sayıp yerine Sevr’i getirmek ve onu Türkiye’nin kurtuluşu olarak sunmak isteyen iç ve dış odaklar vardır. Anadolu’yu paylaşmayı, Türkleri Avrupa’dan çıkarıp geldikleri Asya’ya sürmeyi bile düşünecek kadar tarih ve yurt bilincinden yoksun devlet ve zümrelerin bir propaganda aracı olan Sevr’i Atatürk yırtıp atmış ve Lozan düzenini getirmiştir. Türkiye’nin paylaşımını o günlerde başaramayanlar, bugünlerde değişik politikalarla, entrikalarla ve siyasetlerle başarmaya çalışmaya devam etmektedirler. Her şeyi tarih ve yurt bilinciyle değerlendiren Türk halkı bu oyunları dün olduğu gibi bugün de boşa çıkaracak güce, kabiliyete sahip bulunmaktadır. Tarihin hiçbir döneminde esir olmayan, bağımsızlığa ve özgürlüğe âşık, bin yıldır Anadolu’nun egemeni olan Türk halkına esaret ve utanç zinciri takmak olanaksızdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle