18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 20 TEMMUZ 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yayıncılıkta Bir Yüzyıl... Barış se… EĞER bugün yıldönümü kutlanan 20 Temmuz 1974 “Barış Harekâtı”, adına uygun olarak Ada’ya gerçekten “barış” getirme amacını taşıyor idiyse, artık soruna nokta koyma zamanı gelmiş demektir. En azından, ölümlere son vermek anlamında barış zaten gelmişti ama daha sağlam bir sonuç gerekir. Söylemekten ve yazmaktan dilde tüy, kalemde mürekkep, bilgisayarda akım kalmadı ama yinelemekte yarar var: Kalıcı barış isteniyorsa, “eşit statülü iki devlet” çözümünden başka çare yoktur. Yıllardır çeşitli zamanlarda, çeşitli ekipler ve önerilerle yürütülen görüşmelerden bir şey çıkmayacağı kesinlikle belli olmuştur. Aynı yolda devamın vakit kaybetmekten, kendini ve herkesi aldatmaktan başka anlamı olamaz. Sorun, kangrensiz çözülmelidir. Kaldı ki, güneydeki son kaza içtenlikli, güvenceli bir komşuluk ilişkisi kurmanın yararını bir kez daha göstermişti. Kuzeyden güneye elektrik aktarmak, herhangi bir siyasal hesabın ve propaganda çabasının değil, bütün Doğu Akdeniz uygarlığının doğal sonucudur, komşuluk gelenekleriyle ve dillerin yüzlerce atasözüyle. örüşmeler niçin bir noktada düğümlenip kalıyor? Çünkü Güney devleti Kuzey’e bazı haklar verip özde Ada’nın tek egemeni olarak kalmakta ısrarlı, Kuzey de uzun süredir bütün organlarıyla uyguladığı devlet statüsünden vazgeçmemekte kararlı. Tablo bu kadar basit, açık. Karışık ve çapraşık olması, dıştan olur olmaz her sivri akıllının işgüzarlık edip parmağını bu komşu çorbasına sokmasındandır. O halde, madem böylesine karşılıklı bir ısrar var, her iki tarafı da kendisi olarak bırakmak, en akıllı çözüm değil midir? oğal olarak, böylesine küçük ve dar bir coğrafyada barışık yaşamaktan başka yol olamaz. Başka türlüsü, her konuda sürtüşme ve çekişme yaratmaktan, sıkışıklıkta kokuşmaktan başka bir sonuç verebilir mi? Dolayısıyla, her şeyden önce, bu yan yana barışçıl yaşayışın bütün gereklerini önceden oluşturarak sürtüşme ve çekişme yaratabilecek durumları ortadan kaldırmak gerekir. Bu konuda ilk adımı atıp gerçekçi formülü ileri sürmek KKTC’ye ve Ankara’ya düşer. Centilmenliğin ve silahı son kullanan olmanın gereği de budur. lk kez Almanya’da Ocak 1929’da yayımlandı ve daha ilk yılında 26 dile çevrildi, dünyaca ünlü oldu. Günümüze kadar 50 ayrı dilde 20 milyon dolayında sattı. 1930 yılında Lewis Milestone’ın yönettiği bir film yapıldı. Hem filmi, hem kitabı o dönemde birçok milliyetçinin tepkisini çekti. Hikmet ALTINKAYNAK ransa’nın en büyük bağımsız yayınevi olan Gallimard, şimdilerde 100. yaşını kutluyor. Bunu “Yayıncılıkta Bir Yüzyıl” adlı yayınla belgeliyor. Adı bir caddeye veriliyor. Yıl boyunca sürdürülecek etkinlikleri var. Sergiler açıyor, anketler düzenliyor. Bunlardan gerçekleşen biri 20. yüzyılı temsil eden bir roman seçimi. Bu nedenle Yaşar Kemal’in de içinde bulunduğu 31 evrensel yazar, 20. yüzyılın romanını seçiyor. Seçtikleri üzerine de birer yazı yazıyorlar. Kitapları 50 yıldır Gallimard Yayınevi’nde de yayımlanan evrensel yazarımız Yaşar Kemal, Erich Maria Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanını seçti, La Nouvelle Revue Française’deki yazısında bunun nedenlerini anlattı: “Bu kitabı bir daha okudum. Yıllar önce okuduğum bu kitap daha bugünlerde yazılmış gibi. Böylesi kitapları insanoğlu sonuna kadar götürecektir” dedi; romanın önemini savaş karşıtı bir yapıt olmasıyla açıkladı. Andre Gide ve arkadaşlarınca 1911’de kurulan, sonrasında Gaston Gallimard önderliğinde karısı, oğlu tarafından geliştirilen ve kuşaktan kuşağa bir kurum olarak bugünlere gelen Gallimard Yayınevi, 100. yıl nedeniyle yayımladığı bu katalogda da tüm yayınlarını 40 bin başlık altında F topladı. Büyük çağdaş yazarlardan Claudel, Proust, Malraux, Faulkner, Queneau, Sartre, Camus, Hemingway, Borges, Yourcenar, Duras gibi dünyanın en önde gelen yazarlarıyla bu katalogda Türkiye’den de Yaşar Kemal’in yer alması elbette sevindirici, onur verici. Türk edebiyatı çok köklü bir geçmişe sahip olmasına karşın neden “Gallimard düzeyinde 100 yıllık bir yayınevimiz yok” diye düşünmeden edemiyor insan! 100 yıllık geçmişe sahip yayınevlerimizi düşündüğümüzde de ne yazık ki, ortaya iyi bir tablo çıkmıyor. Ama ne mutlu ki, Gallimard gibi bir yayınevinde kitapları yayımlanan yazarlarımız az da olsa var. Bundan da gurur duymalıyız. II. Abdülhamit’in sansürü Öte yandan böylesine köklü/güçlü yayınevlerimizin olmayışını elbette önce 1445’te keşfedilen matbaanın 300 yıl sonra 1727’de Türkiye’de kullanılmaya başlamasıyla, II. Abdülhamit’in 33 yıl süren, ülkeyi baskı ve sansürle yönetmesiyle, 21. yüzyılın ilk çeyreğine girerken bile hâlâ düşünce suçları gibi ifade özgürlüğünün engellenmesiyle ilişkisi var. Ama yine de bu alandaki sorumluluğumuzu unutmamak gerekiyor. 20. yüzyılın bir savaşlar yüzyılı olması G kadar yararlı şeylerin de yapıldığı bir yüzyıldır. Bir romancının her şeyden önce barışı, insan hak ve özgürlüğünü, demokrasiyi savunan bir kimliğe sahip olması gerekir. Yaşar Kemal Usta’nın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanını seçmesi öncelikle bunlara dayanmaktadır. Elbette yazar, her şeyden önce savaş karşıtı olmalıdır. Sözü edilen roman, “savaşın anlamsızlığını gözler önüne seren ve bir savaşta kazananın olmadığını, herkesin kaybettiğini ortaya koyan çok önemli bir yapıttır”. Remarque’ın bu romanı, Birinci Dünya Savaşı’na bağnaz öğretmenlerinin kendilerine empoze ettiği ‘militaristmilliyetçi’ duygularla gönüllü olarak katılan Alman gençlerinin savaşın ağırlığı ve acımasızlığı altında nasıl ezildiklerini, bedenen kurtulsalar bile geri dönüşü olmayan verdikleri bu kararın ruhlarında açtığı derin yaraları çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir. İlk kez Almanya’da Ocak 1929’da yayımlandı ve daha ilk yılında 26 dile çevrildi, dünyaca ünlü oldu. Günümüze kadar 50 ayrı dilde 20 milyon dolayında sattı. 1930 yılında Lewis Milestone’ın yönettiği bir film yapıldı. Hem filmi, hem kitabı o dönemde birçok milliyetçinin tepkisini çekti. İtalya ve Almanya’da filmi yasaklandı, kitabı Nazi Almanyası’nda 1933 yılındaki “Kitap Yakma Eylemi” sırasında yakıldı. Film aynı zamanda, en iyi yönetmen ve en iyi film dallarında da Oscar ödülü aldı. Böyle bir roman 20. yüzyılın romanı olmayı hak etmez mi? Ne güzel Gallimard Yayınevi’nin bu kitabı ilk yayımlayanlardan biri olması ve nitelikli yayınlarda 100. yılını kutlaması. Darısı yayınevlerimizin ve yazarlarımızın başına... Bu Milletin Çocukları Şanssızdır... Ertesi gün birçok haber başlığı şöyleydi: “Millet kınadı...” Daha önce neredeydi milletin aklı?.. Bu milletin çocukları şanssızdır... Dünyanın en bereketli yurdunda, kat kat uygarlığın üzerinde şanssız doğarlar... Daha doğdukları gün dünyanın en çok çocuk ölümlerinin olduğu ülkelerinden birisinde açarlar gözlerini... Kimi zaman babaların annelerini ezdiği, kimi zaman eşiklerinde mutsuzluğun gezindiği, ama en çok tutuculuğun esiri hanelerin ürkek bebekleridir onlar... Derken büyürler çocuklar... Onları en son ÖSYM rezaletinde gördünüz... Çoğu sinip sesini bile çıkartamadı... Milletin yetişkinlerine güvenip de hakkını, hukukunu aramaya kalkanlar meydanlarda yapayalnızdı... Üniversiteyi bitirmekten sevinç duymak yerine, korkanlar da bu milletin çocuklarıdır... Diplomaları onların çekecekleri acıların birer resimli belgesidir, işe yaramadığında göstermekten sadece utanırlar... Dönüp bakın; tümü işsizdir... Milletin zengin ve ünlü olanlarının çocukları hadi neyse... Ama her şeye rağmen ülkesine gücenip kırılmayıp vatanına borç bildiği göreve gidenlerin dönüşünü izlediniz işte... O sıra sıra tabutlar onlardır... Bu milletin çocukları şanssızdır... İngiliz, Alman, Amerikan, İtalyan ya da uygar ülkelerin çocukları gibi değiller... Iraklı, Suriyeli, Mısırlı, Afgan, Libyalı gençler gibi üzerilerinde hangi oyunun oynandığını bilmeden, üstelik seve seve ölürler... İşte böyle... Evlerinden düğün törenleriyle uğurlanırlar... Kirli oyunların, ihanetlerin, gafletlerin cansız kurbanları olarak kutuların içinde evlerine dönerler... Dünyanın en özel yurdu üzerinde, çağdaşlığı yakalamak yerine; yalanın, dolanın, avantaların, beleşin, sahtekârlıkların, ilkelliklerin peşine takılıp giden bir milletin günahıdır bu... O ahmaklığın faturasıdır... Bedelini çocuklar öderler... Şansları işte bu kadardı... Gazeteler başlık attı: “Millet kınadı...” Daha önce neredeydi milletin aklı?.. D Üniversiteler ve Suçlu(!) Çocuklar... Umran Sölez TAN stanbul E. Çocuk Mahkemeleri Yargıcı ster suçlu denilsin, ister suça itilmiş; onlar bir biçimde suç işlerler. Nedenleri pek çoktur: İ Yoksuldurlar, aileleri eğitimsizdir; bunlar beraberinde açlığı, kullanımı, tacizi, şiddeti taşımıştır. Bunların dışındakiler doymuş ve şımarıktırlar; ailelerinin büyük bir kısmının gelir ve eğitim düzeyleri oldukça yüksektir. Birinci gruptakilerin çoğu masum, kurtarılması çok kolayken onlardan geriye kalanları ile ikinci gruptakiler zor sınıfa girerler; bir kısmı sinema, dizi ve medya yoluyla beslenince de senaristliğini kendilerinin yaptığı bir oyunun rolünü üstlenmiş aktörler gibi soğukkanlı ve kararlı bir biçimde ağır suçlara imza atarlar. Çok şükür bunların sayıları azdır. Genç mahkemeleri Yaşları gereği çocuk mahkemelerinde yargılanırlar. 18 yaşındaki çocuğun psikolojisiyle 13 yaşındaki çocuğun psikolojisi ve işledikleri suç farklılığı pek önemsenmemiştir ki, ‘genç mahkemeleri’ henüz kurulmamıştır! Mahkemede yargılananların tümünün aileleri ya bilinçsizlikten ya da bencillikten onlara gerekli dikkati göstermemişlerdir. Onlar yeterince önemsenmemiş çocuklardır. Toplum da onların ihmal veya istismar edilen varlıklar olduklarını yalnızca cinayet işledikleri süre içinde fark edip korku ve kedere kapılır. Peki, davalarının yürütüldüğü mahkemeler tarafından verilen kararlarda her birinin kendine özgü koşulları ne kadar yer alabilmektedir? Ve de işledikleri suçların medya tarafından ele alınışı ve bunun topluma sunuluş biçimi ne kadar Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne, ne kadar TCY’ye ve ne kadar Çocuk Koruma Yasası’na uygundur? Önem addettiğim bu konularda acaba üniversitelerimizin yapacağı bir şey yok mudur? Doğrusu ben bu konulardaki temel çözümü üniversitelerimizden beklemekteyim. Kanımca onlar hukuk fakültelerinde çocuk ceza hukuku gibi bir özel derse ne zaman yer verecek olurlarsa problemin büyük bir kısmı o zaman çözülmüş olacaktır. Öyle ki, bu dersleri de alan yarının yargıçları, savcıları, avukatları ve medya sorumluları ve mensupları, konuyu çağdaş çocuk ceza hukuku ve sosyopsikolojik ilkeler ışığında yasal çerçeveye oturtabileceklerdir. Böylelikle Türkiye’de suç işleyen çocuk ve mağdurun adınınsoyadının, fotoğrafının ve adresinin yer aldığı haberlerin yayımlanmasının önüne geçilebilecektir. Ve de çoğu kez olayı yalnızca daha çekici sunabilmek için doğru olmayan bilgilerle öyküleştirerek masum olan çoğu çocuğu da baştan çıkartıp suç işlemeye yöneltecek biçimde yapılan yayınların önü kesilebilecektir. Mahkemelerden her bir çocuğun ve gencin kendilerine has gereksinimleri ile şekillenen ahlaki, sosyal ve duygusal gelişmelerini sekteye uğratmayacak kararlar çıkabilecektir. Üniversitelerimizin önümüzdeki yeni öğretim yılı için bu konuyu bir kez olsun düşünüp değerlendirmeleri ne kadar yerinde olurdu!.. Bilmem bu çok mu erken bulunur? C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle