26 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 25 MAYIS 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kahır Yüzünden Lütuf... Kaddafi’ye Nankörlüğün Anlamı HEMEN “Dış politikada duygusallık olmaz; esas olan, ulusal çıkardır” diyenleri duyar gibi oluyorsunuzdur herhalde. Peki o zaman, bazı soruları açıkça sormak gerekmez mi? “NATO’nun ne işi varmış Libya’da?” dedikten iki gün sonra yüz seksen derece çark edip Batı dünyasının o ülkeye uygulamak istediği abluka için hatırı sayılır bir deniz gücü göndererek ve İzmir’deki üssü ev yıkan, oğul öldüren, gemi batıran hava operasyonlarına açarak Türkiye’nin hangi çıkarlarına hizmet edilmektedir? Yüzlerce Türk şirketine 25 milyar dolarlık iş verip binlerce Türk işçisine kazanç kapısı açmış bir yönetimin bu ülkeye ne zararı dokunmuştur? Daha da önemlisi, bundan sonra Libya kapılarını Batı Avrupa’nın ve Amerika’nın şirketlerine açması istenecek olan muhaliflerin Türklere de aynı kolaylığı gösterecekleri kesin midir? Ayrıca, davamız insanlıksa, Kaddafi muhaliflerinin insan haklarına ondan daha saygılı olacağını hangi kâhin söylemiştir? Bingazi merkezli başkaldırıyı Fransa’yla İtalya’nın desteği sayesinde başlatanların yanında yer almak ve ileri gelenlerini Ankara’da en yüksek düzeyli protokolle karşılamanın Ortadoğu’daki sözde sıfır sorunlu Türk dış politikasına katkısı nedir? Kendi ülkenizin meşru yönetimine yabancı desteğiyle kafa tutanları başkaları böyle karşılasa hoşunuza gider mi? Böyle bir tutum bütün komşularınızın bundan sonra size kuşkuyla bakmalarına yol açmaz mı? Yargı bağımsızlığı ve en basit insan hakları konusunda içten dıştan eleştirilen bir AKP iktidarının eski sömürgecilerle bir olup yakın çevresindeki Arap yönetimlerine demokrasi ve özgürlük dersleri vermeye kalkması biraz gülünç kaçmıyor mu? ma, bu ülkenin iç politikası açısından asıl endişe verici olan, dış politikada böylesine keskin bir dönüşün ne kamuoyunda ne de muhalefette dişe dokunur bir tepki doğurmamış olmasıdır. Büyük medya ve ana muhalefet niçin suskun? CHP, Onur Öymen’le Şükrü Elekdağ’ı saf dışı ettikten sonra hangi acayip saflara doğru kaymaktadır? Bu, basit ve önemsiz bir sapma değil. Başka birçok belirtiyle yan yana konduğu zaman endişe verici bir yanı var böyle bir dönüşün: Dokuz yıllık bir AKP iktidarı boyunca zihinleri kurcalamış bir soru, hangi iktidar, hangi siyasal parti söz konusu olursa olsun, iktidarda ya da muhalefette zihinleri kurcalamaya devam mı edecek? Yalnız ekonomik sistemiyle değil, kültür ve eğitim kurumlarıyla, sağlıktan tarıma, sanayiye, ulaşıma ve iletişime kadar her şeyiyle Türkiye’yi Türkiye’den yönetmek hiç mi mümkün olmayacak? oksa, bu “her şey”in içinde ve hatta başında dış politika olduğu için midir bu soruya yanıtın hep olumsuz kalması? Eğer öyleyse, bütün yanlışları düzeltmenin anahtarı da orada olabilir. Hukuka Giriş derslerinde okutulan eski Romalıların sorduğu ‘Cui bono’ sorusunu ayrık otlarını ayıklayıp soralım: Askeri darbelerden kim yarar sağlıyor? Sonuçtan sebebe doğru gidince görüyoruz ki, darbelerden en çok darbenin mağdurlarını sömüren kesimler yararlanıyor. Cavlı ÇULFAZ eniyor ki: Askeri darbeler hep muhafazakâr sağcılara karşı yapılıyor. Muhafazakâr sağcılar askeri darbelerin kurbanı ve mağduru oluyor... Düz mantık darbeye maruz kalanın darbeden zarar görmesi gerektiğini söylüyor. Ama acaba öyle mi? İlliyet rabıtasını, yani sebepsonuç ilişkisini biraz tersinden gidip “olmayana ergi yöntemi” ile düşünelim. Hukuka Giriş derslerinde okutulan eski Romalıların sorduğu “Cui bono” (Kime yarıyor) sorusunu ayrık otlarını ayıklayıp soralım: Askeri darbelerden gerçekten kim yarar sağlıyor? D Siyaset Bilimci Kime yarıyor? Sonuçtan sebebe doğru gidince görüyoruz ki, darbelerden en çok darbenin mağdurlarını sömüren kesimler yararlanıyor. Evet, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar olmak üzere Demokrat Parti’nin bütün önde gelen kadroları Yassıada’ya gönderildi. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi. Fuat Köprülü, Samet Ağaoğlu dahil, Demokrat Parti’nin önde gelen bütün kadroları siyaseten yasaklandı. Eğer Adnan Menderes ile yakın arkadaşları siyaset sahnesinden dışlanmasaydı, Celal Bayar’ın “Bizim Su Müdürü” diye küçümsediği Süleyman Demirel 41 yaşında henüz hiçbir parlamenter deneyimi yokken çabucak başbakan olabilir miydi? yeltendiği Süleyman Demirel 12 Eylül 1980 darbesiyle zorla Zincirbozan’a gönderilmeseydi, bu kez Demirel’in küçümser bir edayla “Bizim Planlama Müsteşarı” diye nitelediği Turgut Özal bir anda başa geçebilir miydi? Yasaklarla, vetolarla bütün deneyimli siyaset adamları dışlanırken Özal’ın genç ‘prensleri’ hemen bakanlık koltuğuna oturabilirler miydi? Alparslan Türkeş “Fikirlerimiz iktidarda, ama bizler içerdeyiz” diye şaşkınlığını gizleyemezken, devrimciler, solcular zindanlarda işkence görürken, bir kez daha kahır yüzünden lütuf sonucu devlet kuşu bir sağcının, Özal’ın başına bu kadar kolayca konuverir miydi? Yine o günlerde Vehbi Koç, Kenan Evren’e yazdığı 3 Ekim 1980 tarihli mektupta “DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler... Türkiye Komünist Partisi’ne karşı uyanık olunmalıdır... Din işleri, bu defa, siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır” derken, askeri darbeciler vargüçleriyle solun üzerine yüklenirken, bütün meydan yoksul halkın dini duygularını sömüren ‘Hocaefendi’lere kalabilir miydi? Dahası, 1998’deki “postmodern” darbeyle Necmettin Erbakan başbakanlıktan uzaklaştırılmasaydı, AKP kurulabilir, Erbakan’ın çömezleri (öğrencileri) daha kongre bile yapmadan bir çırpıda hükümet olabilirler miydi? 2007’deki elektronik muhtıra olmasaydı, RTE ve taifesi yüzde 47’lik oy oranını düşlerinde görseler inanabilirler miydi? A Devlet kuşu Menderes ve arkadaşları halkın erken lütfu yüzünden devletin kahrına uğrarken, Demokrat Parti’nin devamı diye ortaya çıkanlar “kahır yüzünden lütuf” görüyor, devlet kuşu bir anda başlarına konuveriyordu! Şimdi RTE’nin meydanlarda “87 yaşında ayakta duramıyor” diye dil uzatmaya Ya devlet başa, ya kuzgun leşe! Siyaset dikenli bir yoldur... Ya devlet başa, ya kuzgun leşe! Siyaset bazen lütuf yüzünden kahır getirir... Bazen de kahır yüzünden lütuf... Kurduğu beş siyasi parti hep kapatılan Profesör Necmettin Erbakan bu kadar uğraşıp da bir türlü iktidar olamaz, ucundan tutunduğu iktidarda kalamazken, Aksaray İktisat ve Ticaret Yüksek Okulu’nu ancak 27 yaşında bitirebilen dünkü tilmizi (öğrencisi) ‘Hoca’nın yerini bu kadar kolay kapabilir miydi? Bu epeyce acıklı, biraz da komik olaylara neresinden bakmalı? Birincisi, askeri darbelerden en başta işçi sınıfı, bütün emekçiler, dürüst aydınlar zarar görürken, görünüşte darbeye uğrayan kesimlerin arkada fırsat gözleyen ikinci sınıf elemanları yarar sağlıyor. Askeri darbeler egemen sınıfın önde gelen ve seçimle gitmeye pek niyetli olmayan kadrolarını zorla bir kenara itiyor. Cuntacılar siyaset alanında akıllarınca bir “mıntıka temizliği” yapıyorlar. Bu arada kenara itilen ekibin bıraktığı boşluğu doldurmak için, öne çıkan fırsat düşkünleri arasından bir parti çırpıştırılıveriyor. Bazılarının hayalinden bile geçmezken bir anda başına devlet kuşu konuyor. Sonra da kendi öncüllerinin mağdurluklarını sömürerek parsayı toplayıveriyorlar. İkincisi, askeri darbelerin başlıca sorumlusu, dediğim dedik, çaldığım düdükçü, siyasi ortamı aşırı gerip bir türlü uzlaşmaya yanaşmayan çatışmacı sivil hükümetler değil mi? Suçu sadece darbecinin üzerine yıkıp darbeye yol açan sivil hükümeti aklamaya kalkışmak ne ölçüde akla uygun? Üçüncüsü, belki de en önemlisi, büyük para ve sermaye sahipleri kendi egemenliklerinin kılına dokundurmadan, son kullanım tarihi bitince siyasi sözcülerini bir mendil gibi buruşturup bir kenara atıveriyor... Onların siyasi sözcüleri zaman zaman değişiyor ama sermayenin egemenliği ve sömürüsü daha da ağırlaşıp sürmüyor mu? Siz hiç televizyonda büyük sermaye sahiplerinin, dün Koç’ların, Sabancı’ların, bugün 12 Eylül 1980 darbesinin “Yürü ya kulum!” dediği Ahmet Çalık, Remzi Gür, Etem Sancak, Akın İpek, Fettah Tamince, Ahmet Albayrak gibi ahir zaman zenginlerinin bu tartışmaların içine doğrudan girdiğini görüyor musunuz? Yandaş televizyon kanallarında Mehmet Metiner’ler, Mümtaz’er Türköne’ler, Şamil Tayyar, Önder Aytaç, Emre Uslu, Cemil Erten’ler, “Yetmez ama evetçi” endişesiz liberaller, para babalarının pamuk ellerini yakmasına hiç gerek kalmadan onlar adına kestaneyi zahmetsizce ateşten çekiveriyorlar zaten... SEN BÜYÜKSÜN... Tarihin gelmişgeçmiş en büyük liderisin... Seni beğenmeyen, sürüm sürüm sürünsün... İstikrar sürsün... Türkiye büyüsün... Eşin yok... Her kim ki önüne çıkarsa... Silivri’de çürüsün... İstikrar sürsün... Türkiye büyüsün... Karizmatik... Çene var ki, otomatik... Eli çabuk, pratik... Daha ne olsun?.. İstikrar sürsün... Türkiye büyüsün... Açılımcı... İlerici... Projeci... İki Boğaz, dört İstanbul... Ve bölüp iki Türkiye yapsın... İstikrar sürsün... Türkiye büyüsün... Laf bulamayınca tarihi tarar... Diyelim ki suçu İsmet Paşa’da arar Aynı zamanda kasetçalar... İstikrar sürsün... Türkiye büyüsün... Bulunmaz böyle devlet adamı... Bir keresinde... 1400 açılış yaptı... Ne kül kaldı... Ne bulabildiler mangalı... İstikrar sürsün... Türkiye büyüsün... Toplum Düzeninin Dayanağı Hukuk Ülkemizin bugünkü koşullarında, siyasal karmaşa ve “Laik Cumhuriyet”in amacından saptırılmış uygulamalar nedeniyle “Yönetemeyen Demokrasi” ve “Adalet Üretemeyen Yargı”nın geçerli olduğu kuşkusu yaygınlaşmaktadır. Prof. Dr. Necdet BASA ukuk, toplumlarda düzenin temelidir. Hak, eşitlik ve özgürlük kavramları, ancak hukuk ile birlikte var olduklarında bir değer taşırlar. Haklar, yasal dayanakları varsa, içerikleri ve sınırları çağdaş hukuk kuralları ile belirlenmişse anlam kazanırlar. Demokratik özgürlük, tüm haklardan yararlanabilmenin önkoşuludur ve “Bireyin yalnız kendisini ilgilendiren konularda isteklerini bir toplumda ise hukuk düzeni gerçekleşemeyeceğinden kargaşa ve bunalımlar kaçınılmaz hale gelir. Y H Hukukçu Bağımsız yargıçlar ve egemenliğin kayıtsız, koşulsuz millete ait olduğu, demokratik, laik ve sosyal nitelikler taşıdığı bir toplumda, “Güçlü olduğu için haklı olmak” söz konusu olamaz. Hukukun üstünlüğü deyimi, yasaların her şeyin üstünde olduğu anlamına gelmez; devletin yasalar ve yargıçların devleti haline gelmesi ise hiç söz konusu olamaz. Yasaların çağdaş nitelikli ve yargıçların bağımsız olmadığı Egemenliğin gerçek anlamda ulusta olmasının, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altında olabilmesinin önkoşulu, çağdaş yasaların bağımsız yargıçlar aracılığıyla uygulanmasıdır. Ancak böyle bir toplumda yasalar karşısında herkes eşit olabilir, bireysel ya da kurumsal üstünlük ve ayrıcalık söz konusu olamaz. Tüm yönetici ve görevliler eylem ve işlemlerinden sorumlu olurlar. Güçlerin ayrılığı ilkesi çiğnenemez; yönetimlerin her düzeyindeki sorumluları yasaların ve yargının denetimi altındadırlar. Çağdaş nitelikli siyasal partiler de uluslararası ve ulusal hukuk uyarınca örgütlenmeli, program ve uygulamaları çağdaş amaçlara ulaşabilmeyi öngörmelidir. Ülkemizin bugünkü koşullarında, siyasal karmaşa ve “Laik Cumhuriyet”in amacından saptırılmış uygulamalar nedeniyle “Yönetemeyen Demokrasi” ve “Adalet Üretemeyen Yargı”nın geçerli olduğu kuşkusu yaygınlaşmaktadır. Bu duruma neden olan en önemli etken “Genel Başkan Tiranlığı” oluşturan “Siyasal Partiler” ve “Seçim Yasaları”dır. Genel başkanların düzenlediği listelere göre seçilenler “Yasama Görevi”ni yansız olarak yerine getiremedikleri gibi, “Yürütmeyi Denetleme” görevini de yapamamaktadırlar. gerçekleştirirken bir engelleme ya da zorlanmaya uğramaması” olarak tanımlanır. Her bireyin özgürlüğü diğerlerinin özgürlükleriyle sınırlı olup sorumluluk duygusuyla birlikte olması önkoşuldur. Toplumlarda adalet ve barış, devletin “egemenlik gücü”nü kullanarak oluşturduğu hukuk düzeni aracıyla bireylere eşit ve ayrımsız yaklaşımıyla sağlanabilir. Hukukun üstün olduğu Sonuç olarak çiğnenen yasalar, her an dinlenebileceği kuşkusundaki bireyler, sanal gizli tanıkların her türlü yalanı düzenleyebileceği bir ortamın yarattığı güvensizlik toplumu sarmaktadır. Bu karmaşa ortamında, kuşku içindeki toplumu yönetimin istediği yönde koşullandıran yandaş medya araçları da gerçeklerin topluma yansımasını engellemektedir. Özetle “Adalet Perisi” ağlamaktadır. Yaşanan ve gözlenen uygulamalarla giderek kuruluş amacından uzaklaştığı belirgin olan yönetimi çağdaşlaştırmak için gerçek demokrasilerdeki örneklerden de yararlanarak “anayasal” ve “yasal” değişiklikler mutlak yapılmalıdır. Bugünkü yönetimin reform yaptığı iddiasıyla yargıda gerçekleştirdiği değişiklikler aslında toplumu yanıltarak sağlanan bir çağdaşlıktan sapma, otoriter yönetime gidiş eylemidir. Demokrasinin amaç değil bir araç olduğunu söyleyenler, isteklerini gerçekleştirmek için demokrasi kisvesi altında, yasama erkine güveni sarsmakta, toplumsal yapıda olumsuz değişikliklere yol açacak gerici yönelmelere ortam hazırlamaktadırlar. Tüm bu olumsuzlukları ancak “Laik Cumhuriyet”ten yana olan yurtseverlerin seçimlerde ortaya koyacakları davranış giderebilir. Ancak bu yolla, hep anlatılan öyküde olduğu gibi, sadece Berlin’de değil, ülkemizde de çağdaş yasalar ve yansız yargı olduğunu kanıtlayacak düzenlemeler yapılabilir; toplumumuz çağdaş yasalar ve yansız yargıçlar aracıyla hukuk düzenine kavuşabilir. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle