19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 17 MAYIS 2011 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Din ve Düşünce... Özel Yaşama Kimse Karışamaz! Milliyetçi Hareket Partisi’nin iki adayı, hem de parti yönetiminin etkili kişileri, MHP Başkanı tarafından hem adaylıktan, hem de partideki görevlerinden alındılar. AKP iktidarının, daha doğrusu Başbakan Tayyip Bey’in meydanlarda yaptığı konuşmalarda, bu kişileri, birtakım kasetlerdeki görüntülerinden ötürü suçladığı için... Geçen günkü yazımda, özel yaşam diye bir gerçek vardır, ona kimse karışamaz demiştim. Bir insan ister eşiyle ya da bir başkasıyla, bir evde, bir odada konuşur, isterse sevişir, buna kimse karışamaz, hele gizil tertiplerle onu kasetlere alıp “al bunu kullan” diye ortalığa sunamaz... Baykal’a kim yaptıysa o kaset olayını, bu MHP’lilere de o kişiler, o tertipçiler yapmıştır... Ama bunu beceren kişiler neden bir türlü ortaya çıkarılamamıştır? MHP’li adaylar neden başkanlarının ihraç isteğine boyun eğmiştir? Neden, benim özel yaşantımdan size ne, partime ne, başkanına ne, diyememişlerdir? Özgürlük diye, özel yaşam diye bir şey varsa, insanların istedikleri yerde, istedikleri ile buluşmak, anlaşmak, sevişmek olanağına sahip olması demektir. Bu işi orta yerde yapmıyorsa, kimseye zararı dokunmuyorsa... Yasalara, anayasaya ters bir tutumda değilse? Bu arada MHP Genel Başkanı’nın davranışı da çok yanlış! Sen milletvekilinin özel yaşamına ne diye karışmaya, üstelik de ceza vermeye kalkışıyorsun? Bir milletvekilinin özel yaşamı olmayacak mı? Görevini yerine getirdikten, dürüstlükten ayrılmadıktan sonra... Ben o MHP adaylarına acıdım. Utanılacak bir iş yapmamışlar; bir yerde bir arkadaşlarıyla, bir dostlarıyla buluşmuşlar, birileri de onları gözleyip, filme çekip kaset yapmış... Gerçek suçlu bu işi beceren, asıl ahlaksız, asıl cezalandırılacak olan, bu çirkin kasetleri bir bir hazırlayan ve hazırlatan ve onları seçim toplantılarında silah gibi kullanmaya kalkışandır. Demokrasilerde özel yaşama saygı gösterilir. Her birey özel bir yaşama sahiptir. Böyle bir suçlama ancak dikta rejimlerinde olur. Türkiye görünürde bir demokrasi ise özel yaşama saygı göstermek baş ilke olmalıdır. Bunu, başta Tayyip Bey’e sonra da, Devlet Bey’e anımsatmak isterim. Türkiye’de bugün fanatizmi sinsice kurmaya çalışanlar, aydınlanmayı simgeleyen en küçük bir kıvılcımı bile söndürmeyi görev edinmişlerdir. Ancak kendisini her gün yenileyen insan, uzun vadede dinlere ve dogmalara gerek duymayacaktır. H. brahim TÜRKDOĞAN smanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü simgeleyen “hasta adam”, son yıllarda Türkiye’de çocuk haklarını gasp edip ruhlarını işgal ederek dinsel fanatizm içerikli “eğitim” programları uygulayan, cinselliği yadsıyan, insanı tanımayan bir hasta din halinde yeniden hortladı. Atatürk’ün inisiyatifinde gelişen modern medenileşme süreci, çok geçmeden dindar putçular ve dogmalarla yara almaya başladı. Aslında İslamiyet, Türkiye dışında dünyanın hiçbir yerinde aydınlanma ile örtüşememişti. Sadece Türkiye’de, o da kısmen gerçekleşmiş olan bu düşünce şimdilerde yıkılmaya çalışılmaktadır. Oysa Türkiye’deki aydınlanma örneği tüm Müslüman ülkeler için kaçırılmaması gereken büyük bir fırsattı. Bu olanağı kaçıran ülkeler bugün can çekişmektedirler. Yaklaşık doksan yıllık aydınlanma süreci bugün, aklı kullanmasını başaramayan fanatiklerce imha edilmeye çalışılmaktadır. Düşünce yasağıyla başlayan, yasaklara rağmen düşüncesini ifade eden insanları cezalandıran İslami iktidar, yeniden ortaçağa dönmek üzeredir. Bu geriye yönelmenin, geri kalmanın nedeni nedir? Düşünce yasağının kökeninde neler yatmaktadır? Düşünen insan düşüncenin sahibidir. Doğal olarak düşüncesini ifade eder. Peki, düşünceyi ifade etmek neden yasaklanır? Aslında ötekine düşünmeyi yasaklayan kişi önce kendine yasak koymaktadır. Kendisinin düşünmediğini ve düşünemediğini, bir başkasının düşünmesini istememektedir. O bir korkuyla var olmayan bir Tanrı’ya kucak açar. Bu korkuyu bastırmak için ya çeşitli dinsel saplantılara (İslami örtünme vb.) ya da yasaklara başvurur. Yasaklarla, irrasyonel varlık korkusunu korumaya alır. Bu yetmezmiş gibi, bir de bu saplantıyı başkalarına diretmeye çalışır. Bununla da kendi irrasyonalizmini; hem kendisine hem de ötekine karşı meşrulaştırmak ister. Metafizik korku içerisinde düşünce dünyasını (kör) inanca dönüştürerek beynini kapalı bir mekân haline getirir. Düşünce düşünmeyi öğretir; din ise inanmayı!.. Düşünce sınırsız bir yoldur, din ise kapalı bir mekândır!.. Düşünce sınırsızlığında fantezinin de yaşama hakkı vardır. Tektanrılı dinlerde fantezi belirli mekâna indirgenmiştir. Dinsel mekân bir daha değişmemek şartıyla irrasyonelce düzenlenmiştir. Demek ki din sınırlı, sabit ve ölü düşüncelerin mekânıdır. Adına tanrıbilim denilen safsata sanatı, ölü düşünceyi meşrulaştırmaya ve hayaletlere inandırmaya çalışmaktan başka bir şey yapamamaktadır. Bertrand Russel, felsefenin kimsesizler ülkesi olduğunu söyler. Yaşamın kendisi bir kimsesizler yurdudur. Bu nedenledir ki, “varlık sorunsalı” bütün insanların sorunudur, bu durumda insanın iki seçeneği vardır: Ya metafizik karışımı dinsel korkuyla birlikte karanlığa gömülecek ya da korkuyu aydınlığa çıkaracaktır. Felsefe ne bir dogma ne de bir dindir. Felsefe, düşüncelerin dans ettiği uçsuz bucaksız bir mantık macerasıdır. Tam da bu noktada, insan ya özgürleşir ya da dinlere bağlanır. Kendini evrenin boşluğuna atılmış hisseden insanoğlu, devasa bir korku içinde ya aklını kullanıp bu boşlukta kendine bir düşünceler dünyası kuracak ya da herhangi bir din fantasmasına saplanıp kalacaktır. İnsan psikolojisini ve düşünce yapısını inceleyen felsefe ve psikanaliz bize dinlerin tıpkı mitolojiler gibi varlık sorunsalında kilitlenmekten ve yanıtsız soruların doğurduğu korkudan oluştuklarını incelikleriyle öğretir. Düşüncenin bittiği yerde din hortlar. Demek ki düşünceyi yasaklamak, düşüneni öldürmek zorunludur. Binlerce Yunan tanrısı bir zamanlar milyonlarca insana göre canlıyken bugün hepsi bir öykü; bir efsane ko Düşünce ve felsefe nusu olmuştur. O öfkeli “Poseidon”, o görkemli “Zeus” bugün bir korkuluk bile değildirler. Bugünkü dinlerin de bir gün efsane olmayacaklarını kim iddia edebilir? Dört bin yıldan daha önceki Sümerler dönemde, Uruk beyi “Gılgamış”, kendi bilinciyle yaşaması gerektiğini, Tanrısız var olmayı fark etmiştir. Bu da özgür olmaktır. Özgürlük ise bir bakıma “yaşam acısı” demektir. “Ömer Hayyam”ın düşüncesindeki gibi, yaşamdan her an haz almak ve varoluşun bedensel, ruhsal ve düşünsel sevincini yaşamak; acının ve hazzın, mutluluğun ve mutsuzluğun kardeş olduklarına idrak etmek ve her ikisini, varlığın kaçınılmaz temeli olarak kabul etmektir. “Gılgamış Destanı” varoluş olgusunda, “kendileşme” bilincini kazanmakta olan insanı anlatan ilk edebi eserdir. 19. ve 20. yüzyılda Avrupa’da oluşan “varoluşculuk” felsefesiyle yakın benzerliği olan bu öykünün esas düşüncesi “benleşme” felsefesine dayanır; Gılgamış, “sonluluk” olgusuyla yüz yüze gelir. Medenileşme sürecini başlatan bu destan “varlık” ve “hiç”in ilk metafizik resmidir. Kutsal kitaplar bu eserden çok sonraları yazılmış ve ondan çok şey almış olmalarına rağmen, onun kadar düşünsel olamamışlardır. Kutsal kitapları yazanlar bu eserden kısmen aldıkları bölümleri değiştirerek kutsal yazı ve hakikat olarak topluma telkin etmişlerdir. İmam... “Şimdi oraya yazmışlar, diyor ki ‘her nefis ölümü tadacaktır’ diyor... Yani bu ne demek?.. Şöyle bir bak... Yani ölüyorsun...” Kalabalık bir ağızdan: “Yaşaaaaa...” “Varooolll...” (İmam Başbakan olunca, böyle bir seçim konuşması doğaldır... Bkz; Düzce konuşması... Meydana toplanmış insanlara “ölüyorsun” diyor, onlar da sevinip alkışlıyorlar...) “Şimdi ölünce ne yapıyorlar?..” Kalabalık: “Mezaraaaa...” “Evet, şimdi sen ölüyorsun, seni getirip mezara koyuyorlar...” “Yaşaaaaa...” “Nurooolll...” “Ölmeyecek miyiz?..” Kalabalık bir ağızdan: “Öleceğizzzzz...” “Bakınız diyor ki ‘ey kabrimin başında durup ibretle bakan... Dünkü ziyaretçi bugün buraya defnoldu’ diyor...” Kalabalık: “Bravooooo...” “Yaşaaaaa....” “Üzerine yeşil örtü örtüyorlar... Orada, yeşil örtüde gayet güzel yazıyor... Ne diyor?..” “Durmak yok, yola devam...” “Hayırrr... Diyor ki öleceksin...” “Nurooolll...” “Bizi nereye koyacaklar?..” Kalabalık: “Toprağaaaa...” “İki metreküp bir mezara koymayacaklar mı?... Hoca efendi gelecek, ‘er kişi niyetine’ diyecek... Demeyecek mi?...” “Diyeceeeekkkk...” “Gör bunu gör... Gömecekler seni bunu bil...” “Bravoooo...” “Topraaakkk dökecekler üzerine...” “Yaşaaaaa...” Ben hiç böyle seçim konuşması görmemiştim... Gel de oy verme... Sonra da git yat... Mezara... Tarihsel gerçek Ortaçağda gelişmekte olan bilim karşısında kilise gücünü yitirince, Hıristiyanlık yerini bilime ve felsefeye bırakmak zorunda kalmıştır. Ortodoks İslamiyet ise bilim ve felsefeden yararlanamamış, yararlanmaya çalışanları da eserlerini yasaklayarak ya öldürtmüş ya da susturmuştur. Bilim ve felsefeyle ilgilenen bu İslam düşünürlerinin bir kısmı (İbn Rüşd, İbn Sina vb.) İslamiyetin kutsal kitabını Aristo’nun görüşlerine uyarlamaya çalışan, diğer bir kısmı da (İbn Arabi vb) yeni platonculuktan etkilenen, ezoterik ve mistik karışımı fikirlerle felsefeye yönelen barışsever dindar insanlardı. Bu kadar zararsız, bu kadar basit uğraş bile reel İslamın gözüne batmıştır. Türkiye’de bugün fanatizmi sinsice kurmaya çalışanlar, aydınlanmayı simgeleyen en küçük bir kıvılcımı bile söndürmeyi görev edinmişlerdir. Ancak kendisini her gün yenileyen insan, uzun vadede dinlere ve dogmalara gerek duymayacaktır. Reel İslam da insanlığın gelişme süreci içerisinde ortaya çıkmıştır. Ve yine bu süreçte mitolojilere, efsanelere karışacaktır. Düşünce ve reel Müslüman Düşünen insan hem kendisine hem de başkasına soru sorar. Ne var ki, dinin egemen olduğu bir ülkede soruların yanıtı hep dinsel kalıplardır. Aslında düşünen insan, reel Müslüman için temel bir tehlike oluşturur. Çünkü reel Müslüman, kendi inancının düşünen insan tarafından sarsılacağından, kendi katı duvarlarının kırılacağından korkar. Reel Müslüman, soru sormayı bir tehlike olarak görür. Örneğin Tanrı’yı sorgulamak onu titretir, krize götürür. Reel Müslüman, mantıklı sorular ve yanıtlar karşısında bocalar, ikircikleşir, korkar. Ve düşünceyi sonuna kadar götüremez. Davranışı anormal ve irrasyoneldir. İrrasyonel Seçim Anketleri Prof. Dr. Coşkun ÖZDEM R S eçimler yaklaşırken Türkiye gerçekleri iç açıcı olmaktan oldukça uzak görünüyor. İşsizlik yüzde 10’ların üzerinde seyrediyor. Bu oran üniversite mezunları için çok daha yukarılardadır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik süregeliyor. Yoksulluk sınırında yaşayan ve sadakaya muhtaç milyonlar var. Cumhuriyetin 88’inci yılında ortalama eğitim düzeyi 45 yıl arasında. İnsani gelişmişlik endekslerinde çok gerilerde yer alıyoruz. Eğitimde 109, siyasette 99, kadın erkek eşitliğinde 126, sağlıkta 61’inci sırada bulunuyoruz. Sağlıkta büyük bir kargaşanın süregeldiğini söyleyebiliriz. Doktorlar yeni düzenlemeleri, tamgün çalışma ve tıp fakültelerini de kapsayan performans uygulamasını büyük tepkilerle karşılıyorlar. Ekonomist’in 2010 yılı “demokrasi endeksi” araştırmasında Türkiye Nikaragua ile birlikte 89’uncu sırada yer alıyor. Sendikal hak ve özgürlüklerde gerileme var. Halen 750 bin sendikalı işçi var. Oysa bu sayı önceki yıllarda 2.5 milyondu. İktidar seçim barajının düşürülmesini, dokunulmazlıkların kaldırılması önerilerini ısrarla reddediyor. Başbakan Avrupa’da ben halkımdan icazet alıyorum siz ne karışıyorsunuz dedi... Bir cemaatin tüm kurumlara özellikle emniyete sızdığını gösteren kanıtlar çok güçlü. Nakşiler var, Nurcular var, İskenderpaşa cemaati var. Çok sayıda yazar artık bir cemaat devletinden bahsetmekte sakınca ol mamalı, diye düşünüyor. Alevilerin talepleri yıllardır karşılanmıyor. Bölünmüş parçalanmış, oldukça kirlenmiş, yolsuzluklara bulaşmış, kadınlara karşı şiddetin tırmandığı, cinayetlerin işlendiği, bazı ilahiyat profesörlerinin örtünmemeyi fahişelikle eşdeğerde bulduğu, muhafazakârlığın iyice yaygınlaştığı, Cumhuriyete meydan okuyanların TV’lerde başköşelerde yer aldığı ve Silivri hukuksuzluğundan sonra basılmayan kitapların ve yazarlarının tutuklandığı, uyuyan ve uyutan liberallerin bir miktar gözlerini açtığı, yurtseverlerde büyük kaygılar uyandıran bir toplum gerçeği ile baş başayız. Ekonominin sıcak paraya dayandığı ve çok kırılgan bir dengenin var olduğu üzerinde görüş birliği var. AKP iktidarının büyük çapta sorumluluğunu taşıdığı bu tablo karşısında seçim anketlerinden beklenen ne olabilirdi? Doğal olan böyle bir iktidarın hızla oy kaybetmesi değil midir? Oysa yapılan son anketlerde AKP’nin yüzde 40’larda hatta daha yüksek bir oy potansiyeline sahip olduğu görülüyor. Ana muhalefet partisi onu çok geriden iziliyor. Bu koşullarda demokrasimizde bir şeylerin iyice aksadığını düşünmek yerinde olmaz mı? Başbakan yandaşları tarafından dahi eleştirilen, uluslararası teamüllere hiç uymayan, üyesi olmaya çabaladığımız Avrupa Birliği’ne meydan okurcasına yaptığı konuşma ile halkından oy toplamayı hesaplıyor. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle