16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 5 N SAN 2011 SALI [email protected] 16 KÜLTÜR UNESCO, ‘Seyahatname’nin yazarı Evliya Çelebi’nin 400. doğum yılını kutluyor Gezdi, gördü, iyi ki yazdı Ahmet Şık’tan Express’e ‘mektup’ Kültür Servisi Aylık haberyorum dergisi Express’in nisan sayısının dosya konusu “Susurluk’tan Ergenekon’a: Eski TürkiyeYeni Türkiye”. Öne çıkan konulardan biri: “Ahmet Şık kimdir, başına gelen nedir, bundan sonra ne olur?” Konuyla ilgili Ertuğrul Mavioğlu, Ertuğrul Kürkçü, Şık’ın avukatı Fikret İlkiz ve Hacı Boğatekin’in kaleme aldığı yazıların yanı sıra cezaevine mektup yoluyla gönderilen sorulara Şık cevap veriyor. “Vicdani Ret Yaygınlaşıyor”, HES’lere karşı mücadeleyi konu alan “Büyük Yürüyüş Başlıyor” ve “Bir Dönem İki Kadın” kitabını birlikte kaleme alan Melek Ulagay ve Oya Baydar’la yapılan bir röportaj nisan sayısında bulabilecekleriniz arasında. Şarkı Söylemek Geçen yaz bu köşedeki bir yazımda 12 Eylül’ün romanımıza yeteri kadar yansımadığına, aradan geçen zamanda etkileyici, önemli romanlar yazılmadığına değinmiştim. O yazıda Türk edebiyatının her zaman döneminin siyasi gerçeğine ilgi duyduğunu, sol direniş bilinci içeren bu ilginin 12 Eylül gibi acımasız bir hareketle şiddetle ezilip bastırılmasından sonra ise içerik ve yön değiştirdiği saptamasını da yapmıştım. Her şeyin hızlandığı, ideolojilerin yeniden tanımlandığı, farklı kavrayışların ortaya çıktığı darbe sonrası otuz yılda, 12 Eylül faşizminin de üstü örtüldü ancak yarası alttan alta işleyerek ülkeyi bugünlere sürükledi. Acı olan romanımızın bu tabloyla büyük ölçüde uzlaşmış görünmesi. Geçmişle hesaplaşma işinin 12 Eylül’ün besleyip palazlandırdığı kesimlere bırakılmış olması ise acıklı. Geçen eylülden bu yılın mart ortalarına kadar, öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül’ü konu alan bir roman üzerinde çalıştım. Hazırlığım seksenli yılların ortalarında başlamıştı. Yaşanmışlıklar, tanıklıklar, mektuplar toplamış, pek çok hikâye derlemiştim. Bunların bir kısmını daha önce yazdım. Ancak geçen hafta sonunda yayımlanan yeni romanımda doğrudan hedefe yöneldim. O zamanlarla bugün arasında gidip gelen bir kurgu içinde ve yaşanamamış bir aşk hikâyesi çevresinde, hem o dönemi, hem değişen hayatları, insanları, gençliği ve siyaseti anlatmaya çalıştım. 12 Eylül’ün bu ülkenin bağrında açtığı derin yarayı ve kendi şarkısını söylemek isteyen bir kuşağın acı yenilgisini onlara adanmış bir romanla dile getirmeye çabaladım: Şarkını Söylediğin Zaman. İnsana inancımı, çoğunluğun boşluk ve çılgınlığı yüzünden kapıldığım umutsuzluğu, yalan, ahmaklık ve boş kibirden duyduğum kaygıyı, körleşme ve duyarsızlaşma korkusunu yenmeye çalışarak yazdığım, ömrümün uzun yıllarını içine alan sürede, zaman beni çok uğraştırdı. Yalın anlamının ötesinde yazmak, benim için zamanın ve hayatın acımasızlığına karşı bir tür savunma refleksi oldu belki de. Ancak “bazı şeylerin neden bazı zamanları beklediği” sorusuna henüz cevap bulamadım. Şimdi bu soruyla 1966 Nisanı’na dönüyorum: Samsun. Öğretmen okulunun Karadeniz’in kıyısındaki tek odalık lojmanı. Öğretmen, yeni mezun yirmi iki yaşında bir genç kız. Yıllarca parasız yatılı okumuş, öğretmenliği de yatılı. Uzaklıklara, umutsuzluğa, posta beklemelere dolanmış bir gönül ilişkisi. Bağlanamayan, ses vermeyen telefonlar. Geceleri dolduran uzun mektuplar. Aralıksız aşk ve özlem şarkıları. Hırçın denizin öfkeli uğultusu ve yalnızlıklar. Öğretmen kocaman bir teyp buluyor, geceleri okuldaki bir atölyeye kapanarak uzaktaki sevgiliye sesli bir mektup yazmaya koyuluyor. Sözcüklerin yetmediği yerde duygularını, annesinin taş plaklarından öğrendiği eski şarkılarla ifade etmeye çalışıyor. İçinde bulunduğu zamanı, ruh halini banda kaydediyor ve sevdiği adama gönderiyor. O hikâye, evlilikle, yedi yıl sonra da ayrılıkla bitiyor. Tam kırk beş yıl sonra, 2011 Ocak ayında, artık bir yazar olan kadının oğlu, bandı yıllar önce ölen babasının özel eşyası arasında buluyor, titizlikle çözüp CD’ye kaydederek annesine getiriyor. Zarar görmemiş o eski bantta tutkuyla söylenmiş otuz güzel şarkı var. O sırada son romanını yazmakta olan yazar, bu müziksiz, yalın bandı defalarca dinliyor. Yirmi iki yaşının parlak sesi 12 Eylül hikâyesinin fon müziğine eşlik ediyor ve Doğunun dokunaklı hüznünü taşıyan seçilmiş alaturka şarkılar romanın ruhuna sinerek bir kuşağa yakılmış ağıta dönüşüyor. Bu banttan seçilen on şarkıyı romanla birlikte okurlara armağan edecektik, zaman darlığı nedeniyle olmadı. Belki daha sonra... Elli yıl sürdürdüğü gezilerle üç kıtada Osmanlı’nın hemen tüm kent ve ülkelerini gören Evliya Çelebi, bu yerleri on ciltlik ‘Seyahatname’sinde anlatır. Ne gariptir ki Evliya Çelebi ve yapıtına yaşadığı dönemde kimse değer vermemiştir. REF K DURBAŞ Çallıoğlu yaşamını yitirdi İstanbul Haber Servisi Söz yazarı ve besteci Baki Çallıoğlu, vefat etti. Çallıoğlu, bugün Pendik Dumankaya Camisi’nde, öğle vakti kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek. Çallıoğlu, İstanbul Konservatuvarı’nda müzik eğitimi gördü. 1948’de Vedat Örfi Bengü’nün yönettiği “Canavar” filmine fon müziği besteleyen Çallıoğlu, birçok film müziği yaptı. Çallıoğlu, 1955’te “Hayat Sokaklarında” ile yönetmenliğe başladı ve yönettiği bazı filmlerde başrol oynadı. Gümüşkaya kararı onandı Kültür Servisi Eski Bursa Devlet Tiyatrosu Bölge Müdürü Emin Gümüşkaya hakkında 10 yıl önce Bursa 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava, Yargıtay tarafından onandı. “Son Perde Operasyonu” kapsamında haklarında dava açılan, eski Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Rahmi Dilligil, Gümüşkaya ve İdare Müdür Vekili Hasan Acar ile ilgili kararın onanması sonucunda Gümüşkaya hakkında yakalama emri verildi. Mahkeme, Gümüşkaya ve Acar’ı 5 yıl 2.5 ay hapis cezasına çarptırmış, Dilligil’e verilen 1 yıl 3 ay hapis cezasını ertelemişti. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda yaşamış dünya gezgini bir büyük yazarımız. Kendi anlatımıyla (10 Muharrem 1020) 25 Mart 1611 yılında İstanbul’da doğuyor, ölüm tarihi ise 1682... Çağının bilginlerinden orta derecede ders görüyor. IV. Murat’ın son zamanlarında Enderun’da dört yıl kalarak sipahi oluyor. Ömrünün ilk 30 yılını İstanbul’da geçirdikten sonra, gezilerine 1630 yılında gördüğü bir düş üzerine önce İstanbul’u dolaşarak başlıyor; 1640’ta Bursa, İzmit, Trabzon’a, 1645’te Kırım ve Girit’e gidiyor. Çeşitli vesilelerle elli yıl sürdürdüğü gezilerle üç kıtada Osmanlı İmparatorluğu’nun uzak yakın hemen tüm kent ve ülkelerini görüyor. Gezip gördüğü bu yerleri de on ciltlik “Seyahatname” adlı yapıtında anlatıyor. Bu, Divan edebiyatımızın en büyük gezi yapıtı sayılır. Ferruh Doğan Yalın, içten, özentisiz bir anlatımla yazarak halk dilini doğal haliyle korumayı ğer vermemiştir. O dönemde süslü yazı kaleme başarıyor. almak makbul sayıldığından, olduğu gibi göÇağında müziğe, yazıya, güzel sanatların ve rünen ve gördüğünü yazan Çelebi, belki bu sporun her türlüsüne merakı olan Evliya Çe yüzden dikkate değer bulunmamış, kendilebi, gezip gördüğü yerleri, başından geçen sinden hemen hiç söz edilmemiştir. leri çoğu kez nükteli bir dil, hatta sevimli bir “Seyahatname”nin önemine ilk dikkat çeabartmayla anlatıyor, usta bir romancı kimli ken tarihçi J. V. Hammer olur ve “Seyağiyle yazdıklarında zaman zaman çağının ya hatname”den söz ederken kısaca Çelebi’nin zarlarından ve söylentilerden de yararlanıyor. yaşamöyküsünü aktarır. Ve ne gariptir ki, Evliya Çelebi ve “SeyaSonraki yıllarda F. Babinger “Müntehahatname”sine yaşadığı dönemde kimse de batı Evliya Çelebi” başlığıyla yayımladığı kitapçıkta gözbağcılık ve sihirbazlık öykülerine yer verince Çelebi’nin abartıcı ve hayalperest oluşu gibi bir kanının yayılmasına yol açacaktır. UNESCO, bu yıl Evliya Çelebi’nin 400. doğum yılını, örgütün benimsediği yıldönümleri arasına aldı. Yaşar Kemal, yaklaşık yarım yüzyıl kadar önce Şile’de, gemilerin direklerini mekân tutan balıkçıların tüfekle “yunus”ları nasıl vurduklarını anlatmaktadır. “Tüfekle balık mı avlanır?” demeyin. Bakın dört yüzyıl öncesinde de Çelebi, günümüz Türkçesine aktardığım ve Çocuk Cenneti Kitaplığı’ndan çıkan “Acayip Öyküler”inde Beykoz’da bir balık avını nasıl anlatmaktadır: “Beykoz iskelesi önünde, beş altı kadar gemi direğini birbirine bağlayıp denize dikmişler. Bir adam direğin tepesinde oturur, bekçilik yapar. Karadeniz’in dalgalarından kurtulan kılıç balığı bu limana girince direğin tepesindeki adam, elindeki taşı kılıç balıklarının arkasında denize atar. Taş denize ‘tom’ diye düşünce, zavallı balıklar limana doğru ‘kurtuluştur’ diye kaçar ve hemen denizin çevresini saran ağların ağzından içeri girerler. Direk başındaki bekçi ise ‘Al a!’ diye bağırmaya başlar. Avcılar hemen balık ağının ağzını kapatıp içeride kalan kılıç balıklarını mızrak ve tokmaklarla vurup avlarlar. Bunlar taşıdıkları kılıç silahına yakışmayan tembel balıklardır. Bir kulaç kadar uzun burun kılıcı ağın deliğine girince kımıldamaya bile zaman bulamazlar. Fakat eti sarımsaklı ve sirkeli tarator ile pişirilince çok nefis bir yemek olur.” Evliya Çelebi, 400 yıldır edebiyatımıza ışık tutmaktadır ve hâlâ ondan öğreneceğimiz birçok şey var diye düşünüyorum. ([email protected]) Korolar buluşuyor Kültür Servisi Çanakkale’de 27 Nisan 1 Mayıs tarihleri arasında yurtiçi ve yurtdışından 16 koronun katılacağı “Korolar Festivali” düzenlenecek. Türk koro müziğine birçok alanda yeni deneyimler, heyecanlar yaratmak ve Türkiye’de koro festivallerinin toplumsal ve sanatsal anlamda etkili olacak biçimde daha da artmasını teşvik etmek ve oluşturmak adına düzenlendiği belirtilen festival kapsamında ilk defa 400 korist bir arada konaklama yaparak koro kampı oluşturacaklar. (www.canakkalekorofestivali.com) ‘Öğrenci işi bir caz mekânı’ Altnokta cazseverlerin yeni yuvası Altta bir nokta; Altnokta MURAT BEŞER Yazarımızın yazısını rahatsızlığından dolayı yayımlayamıyoruz. Geceleri dışarı çıkanlar bilir, bu aralar Acara Sokak’ta enteresan şeyler oluyor; hani şu Galatasaray’dan Tünel’e doğru yol alırken soldaki hafif yokuşlu ilk sokak. Oraya adımını atar atmaz, Akın Eldes’in elinde gitarıyla soundcheck’e giderken yanınızdan geçtiğini, köşede Sarp Maden’in cebiyle konuştuğunu, Burçin Büke’nin sizi cepheden kesen meyhanede yakın bir arkadaşıyla lafladığını, yolun bir kıyısına dizilmiş masalardan birinde Erkan Oğur’un yemek yediğini; kısacası sokağın yeni doğan bir bebeğin enerjisiyle devindiğini görebilirsiniz. parçası olarak kültürünün bir z Yeraltı yaratıcı genç ca ta, yetenekli ve slerini Altnok se müzisyenlerinin f bir mekân. i alternati yükseltebileceğ Bu sokakta birbiriyle ilintili irili ufaklı birbirlerini bir “sokak projesi” anlayışı etrafında tamamlayan, eski ama yeni bir dolu mekân var. Olay mahallinde gece hayatına “merhaba” diyen mekânlardan biri de, genç cazcılarımızın ‘Masumiyet Müzesi’ Orhan Pamuk’un Gallimard Yayınevi tarafından yayımlanan dokuzuncu kitabı MEHMET BASUTÇU yeni yaşam alanı gibi mütevazı bir iddiayla yola çıkan Altnokta. Yel değirmenlerine kılıç sallayan Don Kişot misali bir duygusallık içinde kapılarını açan Altnokta, üç dört ay gibi kısa bir sürede İstanbul’un en iyi underground caz mekânı sıfatını adının önüne ekledi. Caz dünyasının en yeni, en genç ve özellikle sahne şansına gereksinimi olan isimlerini kucaklayan bir sahnenin yokluğu gibi bir tespitle yola çıkan mekân, haftanın beş günü farklı isimleri ağırlıyor. Ayakta ve oturmalı bir sistemde 60 70 kişiyi alan, küçük ama derli toplu ve her noktası optimum kullanılmaya çalışılmış dekoruyla, hafif loş ışıklarıyla, sokağa alttan bakan sağ taraftaki cam duvarıyla, merdiven altına uzanan küçücük sahnesiyle insanı sıcacık sarmalayan bir yer Altnokta. Ticari ve popüler Öncelikle misyonunu yitirmeden ayakta kalabilmeyi hedefleyen mekânın programı, ticari ve popüler isimlerden oluşmuyor. Büyük sponsorlar eşliğinde davet edilen yabancı isimlerden de oluşmuyor. Cem Tuncer, Elif Çağlar, Ozan Musluoğlu, Oğuz Büyükberber, Birsen Tezer, Güç Başar Gülle, Bilal Karaman, Emre Kayhan, Emir Ersoy, Gaye Biçer, Volkan Hürsever, Jülide Özçelik burada sahne alan isimlerden bazıları... Buranın söz sahipleri, bu ülkede şans bulması gereken yeterince yetenekli ve yaratıcı genç caz müzisyeninin var olduğu düşüncesinde. Altnokta, cazın takım elbiseyle, rugan pabuçlarla ve yüksek giriş ücretiyle dinlenen müzik olmadığını; tersine itirazını ve farklılığını dile getiren bir yeraltı kültürü olarak paylaşılması gerektiğine inananlar için son derece uygun bir yer. Bu idealist anlayış, mekânın fiyat politikasına da yansımış. Cazın sahip olduğu pahalı imajı kırmayı, cazı gerçekten hak ettiğini düşündükleri kesimlere ve sınıflara sunmayı arzulayan Altnokta için, öğrenci işi bir caz bar demek yanlış olmaz. C MY B C MY B PARİS Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”, Valérie GayAksoy’un Fransızca çevirisiyle, Gallimard yayınevi tarafından geçen hafta yayımlandı. Tanıtım için Paris’e gelen Pamuk’un Le Monde gazetesiyle yaptığı söyleşinin bu hafta içinde yayımlanması beklenirken Fransa’nın en ciddi kültür, sanat ve televizyon dergisi Télérama, Elizabeth Taylor’a ayrılan son sayısının kapağında, “Nobel’li Türk Orhan Pamuk’un son romanı olay oluşturuyor” üst başlığıyla romanın çıktığını duyurdu. Haftalık dergide edebiyata ayrılan altı sayfanın ikisinde, “Masumiyet Müzesi”ni “Olay” başlığı altında tanıtan bir yazıya yer veriliyor. “Bir kent, İstanbul ve dolu dolu yaşayamadığı aşkı, sevgilisinin dokunduğu her ‘Olay kitap’ eşyada can bulan bir adam” alt başlığıyla sunulan, Nathalie Crom imzalı yazıda, “yoğun biçimde hüzünlü ve fevkalade romanesk” bu aşk öyküsünün gerisinde, 1970’lerden başlayıp 2000’e kadar uzanan bir dönem içinde değişen İstanbul’un da günlük yaşamın ayrıntıları arasında anlatıldığı, belirginleştiği vurgulanıyor. Orhan Pamuk’un, Gustave Flaubert’in de özel yaşamında sevgilisi Louise Colet’ye ait terlik, mendil, bir tutam saç gibi eşyaları, tıpkı “Masumiyet Müzesi”nin kahramanı Kemal’in yaptığı gibi sakladığını ve bu eşyaların Flaubert için yazarken esin kaynağı oluşturduğunu vurgulayan sözlerine de yer veren ve romandan övgüyle söz eden tanıtım yazısında, şu görüşler de dile getiriliyor: “Orhan Pamuk, roman sanatını sevmeyi ve yazmayı, Stendhal, Balzac, Dostoyevski, Conrad, Wolf gibi Batılı yazarlardan öğrendiğini hep savunagelmiştir. ‘Masumiyet Müzesi’ni okurken, Orhan Pamuk stilinin düzenli yavaş ritmi ve cümlelerinin kusursuz klasikliğiyle dalgalanıp giderken sık sık Nabokov’un büyüsünü düşünmemek elde değil…” “Masumiyet Müzesi” Orhan Pamuk’un Gallimard yayınevi tarafında Fransızca basılan dokuzuncu yapıtı oluyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle