16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 26 N SAN 2011 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İnsan Haklarında ‘Deniz Bitti’ mi? Dış Düşmana Gerek Yok! Libya’da, Yemen’de, Mısır’da, Suriye’de, Bahreyn’de, Ortadoğu’nun, Kuzey Afrika’nın ülkelerinde halk sürekli karşı karşıya! Vuruşmalar, bombalamalar, çarpışmalar!.. Durup dururken mi oluyor bütün bunlar? Halk diye adlandırdığımız yığınlar, niye birdenbire çılgınlaşıyor, birbirinin gırtlağına sarılıyor? Yoksa birileri mi var ortalığı kışkırtan? CIA’lar, MIA’lar, ABD’lerin, AB’lerin gizliaçık güçleri... Ya Türkiye’nin uzunca bir süredir içine itildiği kanlı karmaşa? Ülkemizin Güneydoğu’su koptu kopacak! Her an, bir bahaneyle mi, yoksa yönetiminin beceriksizliğinden mi, bir anda Şırnak’lar, Diyarbakır’lar, Urfa’lar, Hakkâri’ler, daha daha Maraş’lar, Antep’ler iç karışıklığın ortamı oluveriyor... Polis ve jandarma ile yöre halkları karşı karşıya, tam bir düşmanca savaşımın göbeğinde!.. Hele şu son günlerdekiler?.. Bir parti var, BDP, bağımsız seçilmiş milletvekillerinden oluşmuş bir grup. 12 Haziran seçimlerine de katılacaklar. Bu kez daha da çok milletvekili çıkaracaklar! Mademki iktidar yüzde on barajı, yüzde beş’lere indirmiyor! “İlle de ben ille de ben” diye tutturuyor. İnsanları çaresiz bağımsız aday olmak zorunda bırakıyor. Bir de Yüksek Seçim Kurulu kendince ya da yürürlükteki düzenlemeye uygun davranmak isteyerek bağımsız adayların yolunu kesmeye kalkışınca, kıyamet kopuyor! Ah Tayyip Bey takımı, şu yüzde on barajını kaldırıp yüzde beşlere, üçlere indirilmesine yol açsanız, özlenen gerçek demokrasi, yani özgür seçimler gerçekleştirilse, şu kavga da bitse!.. Olmuyor olmayacak! İşte o zaman Güneydoğu halkı başkaldırıyor, yağmalar, bombalar, ölümler, çılgınlıklar!.. Televizyonlar, gazeteler, her gün Ortadoğu ülkelerindeki binlerce insanın birbiriyle savaşmasını gösteriyor! Aynı manzaraları sık sık bizim kentlerimizde de görüyoruz, yaşıyoruz. Yığınların direnişlerini alt etmek polise düşüyor, o da bu sona ermez karışıklıkları bir türlü önleyemiyor. Başka ülkelerdeki kanlı iç savaş görüntülerini biz de kendi ülkemizde yaşıyoruz. Bu çirkin gidişi kim nasıl durduracak diye bekliyoruz! 12 Haziran, bir bitiş, bir çıkış, bir yenileşme, bir sağduyuya uyma dönemini başlatacak mı, yoksa tersi mi olacak? Ülkemiz iç düşmanlıkların, savaşımların karışıklıklarından kurtulabilecek mi?.. Derken, Başbakan çıkıp da ne buyuruyor, haklarını arayan gençlere karşı: “Ben de sizin karşınıza on bin genç dikerim!..” Bir iç savaş habercisi mi bu? MHP lideri altta kalır mı? O da “Ben de bin Bozkurt’u seferber edip, seni Kasımpaşa’ya kadar kovalarım” deyiveriyor. CHP ne yapsın, o da genç devrimcileri mi silahlandırsın? Sen, on bin, ben beş bin, öteki üç bin!.. Türkiye’yi paramparça etmek için düşmana gerek yok!.. Kendilerini “toplum önderi” olarak tanımlayan kimi aymazların “Yetmez ama evet” çığlıklarıyla destek verdikleri ve 12 Eylül’deki halkoylamasıyla benimsenen anayasa değişikliği, doğrudan doğruya A HM’ye başvurma olanağını ortadan kaldırmıştır. Güney D NÇ Hukukçu Ç ok büyük sayılara ulaşan davaların baskısı altındaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, uzun süreden beri bu soruna çıkış yolu arıyor. 1953 yılında onaylanıp yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yargı organı olan ve üye ülkelerden seçilen birer yargıcın katılımıyla oluşan mahkeme ilk kararını 1960 yılında vermişti. İzleyen dönemde yılda ancak bir veya iki dosyayı sonlandırırken, ağır, özenli ve bir o kadar da keyifli bir çalışma düzeni içinde bulunuyordu. Avrupa’nın “hukuk mutfağı” olarak da anılan mahkemenin ortalama yüz sayfa dolayındaki kararlarının, üye ülkelerin ve topluluk hukukunun güncel gereksinimler doğrultusunda yenilenmesine önemli katkıları oluyordu. 1982 yılında sonuçlanan on dava, mahkemenin kuruluşundan yaklaşık otuz yıl sonra ulaştığı ilk karar rekoruydu. İzleyen yıllarda da kararlar, katlanılabilir düzeyde üçer beşer artarak çoğalıyordu. Avrupa Konseyi, AİHM’yi ve sağladığı güvenceleri tanıtmak, halkları aydınlatıp bireysel başvuru yolunu yaygınlaştırmak için üye ülkeleri kapsayan önemli çalışmalar yaptı. Bilimsel toplantılar, seminerler, eğitim çalışmaları düzenledi, kitaplar yayımladı. Benzer nitelikteki çalışmalar günümüzde de sürdürülmektedir. yılından sonra Rusya, Orta Avrupa ve bazı Batı Asya devletlerinin de katılımıyla AİHM’nin görev alanına giren ülkelerin sayısı elliye yaklaştı. Üstelik yeni katılan ülkelerdeki çok farklı hukuk uygulamalarının aynı pota içinde eritilip doğru sonuçlara bağlanması büyük güçlükler taşıyordu. HM’nin inceleme alanı daraltıldı AİHM’nin üstlendiği iş yükünün altından kalkamaması nedeniyle Avrupa Konseyi, yargılamayı hızlandırmak amacıyla bazı yeni arayışlar içine girdi. 1 Kasım 1998’de yürürlüğe giren 11 Numaralı Protokol’le, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu kaldırılarak iki organlı yargılamaya son verildi. Başvuruların içeriğinin elverdiği oranda, davaların kabul edilirlik sürecinde sonlandırılması yoluyla tek aşamalı yargılama yaygınlaştırıldı. Bu girişimler de yetersiz kalınca, 2010 yılında yürürlüğe giren 14. Protokol’le AİHM’nin inceleme alanı büyük ölçüde daraltıldı. Başvuruların önemli bir bölümünün hızlı ve güvencesiz inceleme yöntemleriyle elenmesi öngörüldü. İnsan haklarının dokunulmazlığı ile bağdaşmayan bu değişikliğin gerekçesi, üye ülkelere örnek oluşturacak, temel hakların korumasına katkı sağlayacak özellikteki davalara daha çok zaman ayrılabilme yolunu açmak olarak açıklandı. Her yıl 100 bine yakın başvurunun geldiği, aynı dönemde bunların ancak birkaç bininin karara bağlanabildiği koşullarda bu sistemin sağlıklı bir biçimde sürdürülemeyeceği görülmektedir. Başvuru sayısının bu kadar artma nedenlerini uzun uzun araştırmaya gerek bulunmuyor. Nedenler ortada. Çok fazla yakınmanın geldiği Türkiye ve benzer koşullardaki ülkelerde insan hakları yeterince korunmuyor. Kendi ülkelerinde haklarını alamayan insanlar, sorunlarının çözümü için uluslararası organdan yardım bekliyorlar. AİHM’ye yöneltilecek başvuruları azaltmanın birinci yolu, üye ülkelerin insan hakları ihlallerine son vermeleridir. İkinci aşama, yaşanan olumsuzlukları, ulusal organların doğru ve adaletli kararlarla çözüme kavuşturmalarıdır. Bunlar yapılmadığı için Türkiye, AİHM’nin gündeminde birinci sıralarda yer almaktadır. AİHM’nin yerleştirmek istediği yeni anlayış, insan haklarının korunup geliştirme sorumluluğunun, doğrudan üye ülkeler eliyle gerçekleştirilmesidir. Doğru olanı da budur. Mahkeme, ulusal yargı yerlerinin kendilerini AİHM’nin yerine koyarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni doğrudan uygulamalarını öngörmektedir. 2004 A Bireysel başvuru Bireysel başvuru yolunun bir hak olarak benimsenmesi, iki açıdan önem taşıyordu. İnsanlar, yaşadıkları topraklara egemen olan siyasal güçleri, örneğin kendi hükümetlerini bir mahkeme önünde karşılarına alıp sorgulamak, yanlışlarını tartışmak, kusurları varsa yitiklerini gidermek olanağına kavuşmuşlardı. Ulusal hukuku tamamlayan, etkili, sonuç alıcı yeni bir hukuk yolu edinmişlerdi. İkinci ve asıl büyük kazanım ise, tek insanın öneminin anlaşılıp, uluslararası düzlemde kabul edilmesiydi. Böylece insana dönük yargısal yapılanmaların önü açılıyordu. Tanıtım girişimleriyle birlikte mahkemenin kişi hak ve özgürlüklerini koruyup gözeten önemli kararlar vermesi, başvuruların çoğalmasına neden oldu. Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru yetkisini tanımasından sonra gönderilen ilk dilekçeler arasında bulunan Sargın ve Yağcı başvuruları, 14116 ve 14117 numaralarını almıştı. Bu rakamlar, komisyonun kuruluşundan, başvuruların yapıldığı 1988 yılına kadar ulaşılan toplam dosya sayısını veriyordu. Yakınma dilekçelerinde önemli artışlar olmasına karşın, mahkemenin yükü henüz katlanılamaz boyutlara gelmemişti. 1990 yılında gerçekleştirilen değişiklikle TC Anayasası’nın 90. maddesine eklenen “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” tümcesi, bu doğrultuda atılmış çok önemli bir adımdı. Yargı bağımsızlığının göreceli olarak korunabildiği yakın yıllarda, ulusal yargı yerlerinde AİHS’yi temel hukuk kuralı olarak uygulayan örnek kararlara rastlanabiliyordu. Avrupa Konseyi ve AİHM, hukukçuların, politikacıların katılımıyla dava yükünü azaltmak için yeni arayışlarını sürdürüyor. Bu amaçla İsviçre’nin Bern Kantonu’ndaki küçük bir kasaba olan Interlaken’de başlayan uluslararası toplantıların ikincisi, 27 Nisan günü İzmir’de yapılacak. AİHM’nin yeni koşullara uyarlanmasını öngören bu toplantıda Türkiye’nin önerilerinin, ulusal düzeyde bütün iç hukuk yolları tüketilmeden uluslararası yargıya gidilememesi, yakınmacılardan başvuru giderleri için uygun miktarlarda para alınması ve dilekçelerini kendi dillerinde yazmalarının önlenmesi gibi başvuru hakkını büyük ölçüde kısıtlayan istemler olacağı bildirilmektedir. Böylece Silivri örneğinde olduğu gibi yıllarca süren davalarla özgürlüklerinden yoksun bırakılan sanıklar, bu davalar sonlanmadan, haksız tutuklama ve uygun süreleri aşan yargılamalar, araştırılmayan işkence ve kötü davranışlar gibi öncelikli nedenlerle başvuruda bulunamayacaklar. Türkiye’nin, başvuruların özendiriciliğini azaltmayı amaçlayan bir başka isteği, AİHM’nin sözleşme ihlallerini saptadığı durumlarda yüksek tazminatlara karar vermemesidir. Türkiye’nin önerileri, insan hakları ihlallerinde Avrupa’nın öncüleri durumundaki Rusya, Romanya ve Ukrayna tarafından da desteklenmektedir. Kendilerini “toplum önderi” olarak tanımlayan kimi aymazların “Yetmez ama evet” çığlıklarıyla destek verdikleri ve 12 Eylül’deki halkoylamasıyla benimsenen anayasa değişikliği, doğrudan doğruya AİHM’ye başvurma olanağını ortadan kaldırmıştır. Yargı bağımsızlığına özen gösterilmesi durumunda başvuruların öncelikle Anayasa Mahkemesi’nde ele alınması doğru bir yöntem olabilirdi. Ancak AKP’nin yargı bağımsızlığını tanımayan uygulamaları karşısında böyle bir değişimden yarar beklenemez. Zaman zaman bazı kararlarını eleştirdiğimiz AİHM’nin çalışma alanının Avrupa Konseyi eliyle daraltılması, Türkiye ile birlikte bütün Avrupa halklarına sağladığı çok önemli güvencelerin yitirilmesi sonucunu getirecektir. Biraz Kıpırda... İstiklal Marşı’nı okumayı asla beceremeyen elli kişiyi bir araya getirin, size eksiksiz okusunlar marşımızı... Misal kimisi “....laaarrr...” bölümünü çok güzel söyler... Birisi başına “...şaa...”yı getirdiğinde, başkası arkasına “...faaakkk...”ı koyduğunda... Diğeri sonuna “....daaa”yı eklediğinde... İşte oldu size: “...şafaklarda...” Toplum olmanın gücüdür bu... Onun için tek kişi boynuna yaldızlı kurdeleli trampetini asıp da bulvara çıktığında “deli” derler adama... Ama on kişi aynı şeyi birlikte yaptığında... Adı “bando”dur... Ağlayan ağlayana... İşte, bu kadar rezaletin, skandalın, vurgunun, haksızlığın, hukuksuzluğun sebebidir; toplum olamamak... Liseliler yollara düşüyorlar, yalnız... 1 milyon 700 bin gencin yaşamı ile oynuyorlar, 1 milyon 700 bin çocuğun geleceği söz konusu... Meydana çıkan 150 kişi... Hukuk mağdurları; adaletin kapısında; tek başlarına... Çevreciler yürüyorlar; sanki ormanın havası, denizin balığı, dağın karı, ırmağın suyu, vatanın doğası sadece onlardan sorulurmuş gibi... Kadınlar; 35 milyon kadın adına TBMM’nin kapısına gidiyorlar, sanki dayak yiyen sadece 100 kişi... Sanatçılar; yıkılan heykelin dibinde, sanatı savunmak için toplanmışlar, yıkım ekibinden daha az sayıda... Niçin?.. Dün Twitter’daki dostlarıma sordum; “eğitimsizlik, bencillik, kabullenilmiş çaresizlik” dediler... Ama çoğunluk hemfikirdi: “Korku belasına...” O zaman dönüyorum başa; bir hecesini olsun bilirsin, çık İstiklal Marşı’nı oku, zahmet olmazsa biraz kıpırda... O da mı yürek ister?.. Tekrarlayıp duruyoruz, milli marş daha ilk kelimesinde söylüyor ya: “Korkma...” Sonuç Cehaletin Cüreti... Referandumda “Yetmez ama evet” diyenler, neye “yetmez” neye “evet” dediklerini anladılar mı? Bu olayların siyasi sorumlusu iktidar, Türkiye’yi getirdiği noktayı iyi analiz etmek zorundadır. A. Tuncay ÖZKAN Yeni Parti Genel Başkanı ürkiye’yi 2002 yılından bu yana cehaletin cüretine teslim eden, zorbalığı egemen kılan anlayışın sonunda geldiği nokta; sanat ve sanatçının yok edilmesidir. Cehalet, Kars’taki heykeli “put”, onu yapan sanatçıyı düşman, sanatı ve sanatçıyı savunan düşünceyi ise yok edilmesi gereken varlık olarak görüyor. O kafa uluslararası sanatçımız Bedri Baykam’ı ve asistanı Tuğba Kurtulmuş’u bıçaklayarak öldürmeye cüret ediyor. Cehaletin cüreti nedir diyenlere, cehaletin cüreti cinayettir! Suikasttır! Türkiye Cumhuriyeti’ne kastettikleri yetmedi, şimdi sanatçılarının canına kıymaya kalkıyor cahil alçaklar. Cehaleti iktidar yapanlar, cüretinin siyasal ve sosyal sonuçlarına arkalarını dönebilirler mi? Bedri Baykam’ın dökülen kanı, görmezden gelenlerin eline bulaşmaz mı? Bulaşır. Cehaleti ve cüretini küçümseyip olayları “vakayi adiyeden” sayanlar, sıra kendilerine T gelene kadar bekleyecekler mi? Referandumda “Yetmez ama evet” diyenler, neye “yetmez” neye “evet” dediklerini anladılar mı? Bu olayların siyasi sorumlusu iktidar, Türkiye’yi getirdiği noktayı iyi analiz etmek zorundadır. Silivri zindanları, bataklığı, zorbalığı üzerinden geviş getirmek bu yaşananları ortadan kaldırır mı? Tam 32 aydır tutukluyum, 51 gündür de tecrit hücresindeyim. Suçumu söyleyemiyor, delillerini gösteremiyorlar. Ama fiziken hücrede tutuyorlar. Tıpkı birilerinin siyaseten de tecritte kalmamı istedikleri gibi. Biz ne yaptık? Tuncay Özkan neden tecritte bırakılmak isteniyor? Ne yapacağım? Gücümüz yettiğince canımızı, ismimizi ve yaşamımızı feda etmek pahasına, her türlü hakaret ve vefasızlığa, ufuksuzluğa, umutsuzluğa karşı; onur ve erdem mücadelesine son noktasına kadar devam edeceğim. Halkın malını, canını, inancını sömürenlere karşı; adaleti, umudu, insan onurunu ve erdemini savunmaya devam edeceğim. Cehalet ve onun adamlarına karşı mücadeleden vazgeçmeyeceğim. Yobazlığa, emperyalizme, yoksulluğa, yolsuzluğa, yasaklara karşı adalet ve özgürlük mücadelemi yana yakıla anlatacağım. Atatürkçü düşüncenin aydınlığı karanlığı yenene kadar, iyi ile kötüyü gözü kapalıyken bile ayırt edebileceğimiz güne kadar çabalayacağım; zulüm ve zalimler yok olana kadar. Benim hakkımda önce pek çok dedikodu yaptılar. Bunların hepsi, entrikalarının hepsi çökünce şimdi suskunlukla sindirme politikası izliyorlar. Ama bu da halkımızın sevgisi ve azmimizle kırılacaktır. Vicdanlı aydınlar ve yazarlar feryadımızı; vatan, namus, ahde vefa aşkımızı görecek, duyacaklardır. Cehaletin cüretine karşı uyanık olmak gerekiyor. Yapılan hokkabazlık, cehaleti zaman içinde yobazlığın yerine geçirmektedir. Bugün içinde bulunduğumuz felaketlerden, yangın yerine dönen memleketimin sevdasından, bu dertten burada ölsem; beni kim ayıplayabilir? Hangi vicdan sahibi yaşanılanları içine sindiriyor? Koca bir tarih, koca bir memleket cehaletin elinde yok oluyor. Buna dayanmak mümkün mü? Halk karşıtı, yurtsever düşmanı yeni dönem kahramanları bütün ucuzluk ve kofluklarıyla, liderlerine tapınmaktan, yuvalandıkları uçurumu göremiyorlar. İşte onların beraberlerinde ucuna tutuşup aşağı çektikleri benim güzel ülkem. Ben onlardan ülkemi, memleketimi kurtarmak istiyorum. Bunun için aday oldum: İstanbul 1. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayıyım. Ben insan onurunun, memleketimin mutluluğunun, çocuklarımızın geleceğinin, umudumuzun kavgasını veriyorum. Başka hiçbir şeyin değil. O nedenle sizi yeniden ÇAĞIRIYORUM. Bunun için halkın seçimiyle, oyuyla mücadelemi Meclis’te, özgürce sürdürmek istiyorum. Cehaleti ve cüretini Anadolu’nun aydınlığıyla yenmek için siyasete, milletvekilliğine, halkın sesi olmaya evet diyorum. Anadolu yakasındaki bütün dostları cehaletle mücadelemizde, beni tecritten özgürlüğe, meydan meydan mücadeleye, Türkiye’yi yeni bir başlangıca taşımak üzere 12 Haziran’da Tuncay Özkan’a oy vermeye çağırıyorum. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle