18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHUR YET 28 MART 2011 PAZARTES 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türkiye’de Toplu Atom Cinayeti Girişimi Sivil Densizlik GEÇEN hafta Barış ve Demokrasi Partisi ile Demokratik Toplum Kongresi denen “platformumsu” kuruluş, Diyarbakır’daki Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nde birlikte basın toplantısı düzenleyerek “sivil itaatsizlik” ilan edip “eylemler”ini başlattılar. Biri anayasa ve Siyasal Partiler Yasası’na göre kurulup Meclis’te yer almış, öbürü de bir sivil toplum kuruluşu. Partinin Diyarbakır’daki belediye başkanı polis panzerinin üstünde resim çektirip “Muhatabımız güvenlik güçleri değil; karşımıza siyasi temsil kabiliyeti olan kabine üyelerini gönderin” dedi. Hükümete mi, ulusa mı seslendiği belli değildi. Ne yaptıklarının farkındalar mıydı acaba? ivil itaatsizlik, Mahatma Gandhi döneminden, yani on dokuzuncu yüzyıl sonlarıyla yirminci yüzyılın ilk yarısından kalma bir deyim. Gandhi, asıl adına eklenen “ulu ruhlu” anlamındaki “mahatma” sıfatının da vurguladığı gibi, siyasal engelleri yenmek için “ruh gibi” yaşamayı seçmiş bir lider. Hırka şöyle dursun, bez parçasına bürünüp yalınayak dolaşır ve etyemezlikten de öteye doğru dürüst yemek yemediği için nerdeyse iskeleti görünürmüş. Seçkin okullarda okuma fırsatını ancak yaşı ilerleyince bulan, arzuhalcilikten avukatlığa geçen bir adam. Kısacası, ömür boyu şiddet kullanımına karşı çıkmış, “öyle olmasa ne yazar” dedirtecek türden mülayim biriymiş, Yasalara aykırı gösteriler, karşı şiddet uygulamanın çelişkisini böyle gösterenin itaatsizliği gerçekten inandırıcı olmaktaydı. Hele mücadele edilenlerin önce Hollanda’nın “Güney Afrika Birliği” ve sonra Hindistan’ı sömüren İngiltere olduğu düşünülürse. izdeki sivil itaatsizlerin durumu öyle mi? Maşallah, kilolar yerinde. Kılık kıyafet de. Üstelik, anadilde öğretim, etnik özerklik falan diyerek zayıflatmaya çalıştıkları Cumhuriyetin okullarında okuyup Cumhuriyetin parlamentosunda sandalye ve oy sahibi olmuşlar. PKK eli tetikte beklerken, hiç değilse güvenlik güçlerinin devreye sokulmasına ve halkın ayaklanmasına yol açacak eylemlerden uzak durmaları gerekmez miydi? Yoksa, içte ve özellikle dışta tepki yaratıcı olaylarla Kuzey Afrika Araplarının akıbetine benzetilmemiz mi istenmekte? Atom santralları, ne kadar modern teknolojiyle kurulup işletilse de, iddia edildiği kadar temiz enerji üreten bir sistem değildir. Çünkü nükleer yakıt zinciri, karbondioksit emisyonlarının önemli bir kaynağı olduğu gibi, en gelişmiş nükleer enerji kaynakları bile önlenemeyen sızıntılar dolayısıyla çevreye radyoaktif etkiler yaymaktadır. Prof. Dr. A. Ülkü AZRAK lemlerle kaza ihtimalinin söz konusu olmayacağını ve atom santralından geri adım atılmayacağını geçenlerde verdiği demeçle vurguladı. Öngörülecek önlemlerin (!) ne olduğunu bir uzman çıkıp bize anlatsa çok iyi olacak. J S B aponya’daki büyük deprem ve bunu izleyen nükleer santral kazası, bugünlerde dünya kamuoyunu yoğun biçimde işgal ediyor. Bunun insani nedeni yanında bir nedeni daha var ki, o da bu nükleer santral kazasının olumsuz etkilerinin sadece Japonya ile sınırlı kalmayacağından korkulması. Çünkü olay, radyoaktif partiküllerin çevreye yayılması olasılığı dışında, Japonyanın ilerde dünyaya ihraç edeceği ürünlerin de kontamine olması, yani radyoaktivitenin bunlara bulaşmış olması olasılığıdır. Bu konuyu içeren çevre hukuku ile, Çevre Kanunu’nu hazırlayan komisyonun kamu hukukçusu üyesi olarak 1980’li yıllardan beri yakından ilgilenmekteyim. Ayrıca SBF Dekanlığı’nı yaptığım sırada başında rahmetli Erdal İnönü’nün bulunduğu Türk Fizik Derneği’nin desteği ile fakültem adına, MersinAkkuyu’da kurulması planlanan nükleer santralla ilgili bir uluslararası sempozyumu 78 Temmuz 1997’de düzenlemiş ve bizzat katılmıştım. Sempozyuma, bugün Mersin milletvekili olarak AKP saflarında görev yapan, İnsan Hakları Komisyonu başkanı Prof. Zafer Üskül de katılmış ve nükleer santral aleyhinde konuşma yapmakla kalmamış, 17 Haziran 1997 tarihli Radikal gazetesinde de Mersin’de dile getirdiği aleyhte görüşleri yayımladığı bir makalede tekrarlamıştı. Şimdi mensup olduğu partinin başı, Akkuyu projesini yürürlüğe koymaktaki ısrarını, yollama yaptığı tüp gaz patlamaları örneğine dayanarak demagojik bir üslupla açık açık dile getiriyor. Benim bu konuda asıl anlatmak istediğim husus şu: Atom santralları, ne kadar modern teknolojiyle kurulup işletilse de, iddia edildiği kadar temiz enerji üreten bir sistem değildir. Çünkü nükleer yakıt zinciri, karbondioksit emisyonlarının önemli bir kaynağı olduğu gibi, en gelişmiş nükleer enerji kaynakları bile önlenemeyen sızıntılar dolayısıyla çevreye radyoaktif etkiler yaymaktadır. Bu hususu sözünü ettiğim sempozyuma çok ilginç bir bildiriyle katılan Alman nükleer enerji uzmanı Prof. SchmitzFeuerhake açık açık anlatmıştı. Profesöre göre, Almanya’daki bazı nükleer santralların yakın çevresinde çocuk lösemileri görülmekte ve bu, giderek artmaktadır. Viyana Nükleer Araştırmalar Merkezi Direktörü Prof. Wolfgang Kromp da özellikle 200 bin insanın ölümüne, buna yakın insanın da ömür boyu hasta ve sakat kalmasına yol açan ve bizim Karadeniz kıyılarında yaşayanlardan birçok kimsenin tiroid kanseri ve kan kanserine yakalanmasına yol açan Çernobil felaketinin boyutlarını gözler önüne sermiş ve bu felaketten sonra Viyana halkının protesto ve direnmeleri üzerine Viyana’da inşa edilmekle beraber henüz işletmeye açılmadan sökülüp Cezayir’e ihraç edilen santralın serencamını anlatmıştı. Her iki bilim insanı deprem bölgesi içinde kalan Akkuyu’yu ve orada yaşayan halkın tepkisini bizzat gördükten sonra bu santralın yapılmaması hususunu ısrarla belirtmişlerdi. Amerika’da bu konuda çalışan Prof. Hayrettin Kılıç ta, görülen sakıncalar nedeniyle ABD’de de uzun süredir nükleer santral inşa edilmediğini açıklamıştı. ersin Akkuyu halkını hiçe sayan bir siyasal iktidar Gelelim Akkuyu’ya... Enerji bakanımız Japonya’dan ders aldığımızı ve öngörülecek ön M aponlar da önleyemedi Başbakan da mayıs ayında Akkuyu’da kazmanın vurulacağını bildirdi. Bu beyanlarda bulunanlar herhalde şunu bilmiyor: Nükleer santrallar şampiyonu Japonya’da bugüne kadar irili ufaklı nükleer santral kazası meydana gelmiş bulunmaktadır. Japonlar teknolojide bu denli geri midirler ki, şimdi ortaya çıkan ve bir felaketle sonuçlanan kazayı önleyememişlerdir? Ayrıca şunu herkesin kesin olarak bilmesi gerekir ki, Ecemiş fay hattının merkezi (episentrumu) Akkuyu’dan sadece 25 km. uzaklıktadır ve 1998’de sismoloji uzmanlarının Niğde’de düzenlenen bir sempozyumda belirttikleri gibi, bu konuda açıkça yalan söyleyen yetkililerin iddiasının aksine, Ecemiş fayı aktif bir faydır! Bunun böyle olduğu, 27 Haziran 1998’de yakındaki bir atılım hattının etkisiyle Ecemiş fayında ortaya çıkan kırılma nedeniyle meydana gelen deprem sonucunda 150 kişi yaşamını yitirmiştir. Bundan sonraki depremin Akkuyu’da yapılacak nükleer santral için yaşamsal bir tehlikeyi ortaya çıkarmayacağını kim garanti edebilir? Ayrıca Akdeniz’in altında, Kıbrıs’ın kuzeyinde de tehlikeli bir fayın bulunduğu uzmanlarca defalarca dile getirilmiştir. Bu fayın kırılmasının Akkuyu sahilinde Japonya’daki gibi bir “tsunami”yi yaratmayacağı nasıl garanti edilebilir? Japonya’daki kazadan sonra Almanya halkı sokaklara dökülmüş ve Federal hükümetin bir süre önce ömrü dolan bazı nükleer santralların işletme süresinin uzatılmasına ilişkin kararının iki gün içinde durdurulmasını sağlamıştır. Almanya’da nükleer atıkların saklandığı Gorleben kasabasındaki tuz yataklarına yılda bir kez demiryoluyla yapılan nükleer atık nakliyatı her seferinde burada büyük J direniş olaylarına neden olmaktadır. ABD’de nükleer santral yapımından şimdilik vazgeçmiştir. 1993 tarihli Rus Anayasası’na göre, nükleer santral yapımı konusunda başvurulması mecburi olan referanduma Kostromo bölgesinde yapılacak olan santral için başvurulmuş ve halkın yüzde 87’sinin ret oyu kullanması (241 bin hayır, 29 bin evet oyu) sonucunda bu santral yapılamamıştır. Rusya kendi ülkesinde artık nükleer santral yapmamakta, bu konuda başka ülkelere, bu meyanda İran ve Türkiye gibi ülkelere yönelmiş bulunmaktadır. Türkiye’de ise iktidar, Atom Enerjisi Kurumu’nun verdiği eski tarihli lisansa dayanarak Akkuyu atom santralının yapımını, Çernobil felaketini önleyemeyen Rusya’da kurulu Rosatom adlı bir firmaya ihalesiz olarak vermiştir. Bu firmanın İran’da yaptığı nükleer santralda ortaya çıkan ciddi bir arıza sonunda santralın çalışması durdurulmuştur! Rusya’nın dışında başka ülkelerde de referanduma başvurulması sonucunda nükleer santral yapımından vazgeçilmiştir. Bu ülkeler şunlardır: İsveç, İsviçre, Avusturya, İtalya. Türkiye’de siyasal iktidar bu konuda referanduma başvurmadığı gibi, halkın direnişine de aldırmadan ve teknolojisinin yüksek düzeyde olup olmadığını da yeterince araştırmadan, Rus firmasına nükleer santral kurulması işini, sözleşmeye Türk yargısının yetkisini bertaraf eden tahkim şartının konmasını da kabul etmek suretiyle vermiş bulunmaktadır. Bu firmanın nükleer atıkları Türkiye’nin neresinde depo edeceği bilinmemektedir. Bu konuda bir garanti hükmü de bulunmadığından, firmanın Rusya’daki nükleer atıkları bile getirip Türkiye’de depolaması olasılığı vardır. Bu santralın yapımından vazgeçilmesi durumunda ödenmesi öngörülen milyarlarca dolarlık tazminatın caydırıcı işlevi göz önünde tutulursa Türk halkının ne denli yaşamsal bir tehlikeyle karşı karşıya bırakıldığı kolayca anlaşılır. kın evrilmenin gerçekleşeceği “Sol Asabiyyet Girişimi”ne karşı ceberutluğun son aşamasına gelinerek “emperyalizm” ile işbirliği içinde “solkırım” dahi uygulanmıştır. İşte artık ister “Yeni Osmanlıcı” ister “ılımlı İslamcı” diyelim, söz konusu başka bir topluluk, bulduğu boşluğu iyi değerlendirerek, kuvvetli dayanışması ile Türkiye’nin toplumsal düzeninde yönetimin yeni sahibi olmuştur. Nükleer santraldan vazgeçilmeli T ürkiye artık yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Bundan sonra hükümet karşıtı yazı yazmak “mahlas” gerektiriyor. Mahlas kullanmak, edebi yazın dışında örneklerini çeşitli memleketlerin baskıcı yö İbni Haldun ve Güncel Türk Siyasası Reşat VOLKAN ‘HALDUNOĞLU’ Yakındoğu Üniversitesi netimleri zamanında gördüğümüz bir uygulama. Gazetecilerin, yazarların, aydınların “takma isim” ile kalem tuttuğu dönemler... Bendeniz de bundan sonra yazacağım yazılarda şu yöntemde karar kıldım: Yazımın içeriğinde hangi düşünürü esas alıyorsam “o” yazıyormuş gibi yazmak ve “o”nun isminden esinlenerek takma bir isimle imzayı atmak. İbni Haldun’dan (13321406) esinlenerek kaleme aldığım bu yazıda onu “modernize etme” hatasını da akılda tutarak sözü fazla uzatmadan kendisine bırakıyorum: Günümüzden 650 yıl kadar önce, kısaca “umran” adını verdiğim yeni bir bilim dalı ortaya atmıştım. Benden önceki düşünürlerde, tarafıma ulaştığı ölçüde göremediğim yeni bir teori. Tarafımın ulaşabildiği diyorum çünkü söz gelimi, Hz. Ömer’in İran kütüphanesindeki kaynakları yaktırması örneğini esas alarak, benden daha önce buna benzer bir teorinin ortaya atılmış olabilme ihtimalini saklı tutuyorum. ya ulaşması, kişisel yeteneklerinden ziyade, içinde yaşadıkları güçlü dayanışması olan topluluk(lar) yüzündendir. Çeşitli insan grupları içinde “biz” duygusunu kazanarak en büyük dayanışmayı gerçekleştirenler, yaşadıkları toplum içinde ya da ele geçirmeye çalıştıkları diğer bir toplumda ‘baskın’ gelerek yönetimi ele geçirirler. Dayanışmanın itkisi günümüzde dini, ulusal veya ideolojik olabilir. Ancak dayanışmanın kuvveti, özünde bu kavramlardan bağımsız yeni bir “ortaklaşa hareket” olarak ortaya çıkar. Bu gibi, dayanışması kuvvetli gruplarda sosyal yasaların belirlediği determinist süreçteki “insan iradesi”, yeni kurulan toplumsal düzenle beraber kendisini gösterir; kurulmanın öncesinde değil. Başka bir anlatımla, insanlar çeşitli nedenlerle bir araya gelerek güçlü bir dayanışma yaratırsa; işte bu, toplumsal yaşamı dönüştüren etkendir. İnsan iradesi ise, yeni toplumsal düzenin bekasında önemli yer tutacaktır. Benim zamanımda, yani 14 yüzyılda, söz konusu teorimi doğrulamak amacıyla laboratuvarımda kullandığım iki toplum biçimi vardı: (Yerleşik) Kent Toplumu – (Göçebe) Kır Toplumu. Kır toplumunun savaşçılık gücü, kent toplumundaki dayanışmanın azalmasıyla kendini gösterir ve üstünlük sağlamaya başladıktan sonra da toplumsal düzeni ele geçirirdi. Kısaca toplumsal dayanışmanın azalması, baskıların artmasına ve bu da yeni bir dayanışma grubunun, “kır toplumunun” egemenliğine neden olurdu. Söz konusu teorimin ‘kabaca’ Türkiye toplumunun son yüzyılına izdüşümünü ele alırsak, saptamalarım şöyle olacaktır: Osmanlı yönetimindeki dayanışmanın azalması, baskının artmasına ve hatta korkunç biçimde kendi halkına güvenmeyip “düşman” ile işbirliğine yol açmıştı. Mustafa Kemal önderliğinde Türk ulusunun güçlü dayanışması, söz konusu yönetime karşı isyanı ve sonuçta devrimi getirmiştir. Halk nezdinde yeni bir hedef, modern Türkiye Cumhuriyeti, zulme ve işgale uğramış kitleler arasında yeni bir dayanışma ortaya çıkararak, toplumsal düzenin dönüşümünü ve büyük ölçekte de emperyalist güçlerden “kurtuluş”u sağlamıştır. mran” bilimi nedir? Söz konusu bilim dalının asıl amacı, sosyal ve siyasal yaşama yön veren yasaların saptanarak bu yasalar çerçevesinde tarihin analiz edilmesidir. Bu yasalar herhangi bir yönetimin/ideolojinin daha doğru, yararlı, ileri vb. olduğunu kanıtlamaya yaramaz. Peki nedir? Sadece “olan”ı ve onun işleyişinin usul ve esaslarını anlamaya, süresini saptamaya çalışır. Ortaya koyduğum yeni bilim dalı, öncelikle yine bendenizin ilk dile getirdiği “asabiyyet” (Türkçeye en yakın ifadesiyle “Soy/Grup Dayanışması”) olgusundan yararlanarak yorumlamalarını yapar. Bu kurama göre, peygamberler dahil, üstün insanlar olarak kabul edilen kişilerin başarı “U emal’den çok Kemalciler Umran biliminin yasaları çerçevesinde düzenin devamlılığı ise, yalnızca kaba güçle, fizikiaskeri üstünlükle sağlanmaz. “Değişimin, değişmez yasaları” üstün gelecektir. İktidarın, zaman içinde toplumun kabul edebileceği bir tür hak ve adalet anlayışına dayanması gerekir. Ne var ki Kemal’in devrimleri, kendisinin hakkın rahmetine kavuşmasıyla son bulmuştur. Kemal’den çok Kemalciler ortaya çıkmış, devrimlerin sürekliliği yerine kolay olan yolu; yani devrimlerin muhafazası yolunu seçmişlerdir. “Muhafaza”, değişime direnmeyi; “direniş” baskıyı; “baskı” ise yeni asabiyyetleri (dayanışmaları) doğurmuştur. Bu süreçte “Kemal’den çok Kemalciler” o kadar ileri gitmişlerdir ki, Kemal’in çizgisine en ya K onuç İddiam o ki, siyasal iktidarın ortaya çıkışını, gelişimini, niteliğini ve sona ermesini belirleyen sosyalsiyasal bazı yasalar vardır. Bunlar, bazı Batılı düşünürlerin ben öldükten sonraki zamanlarda ortaya attığı, dinsel ya da laik kökenli doğal hukuktan kaynaklanan yasalar değillerdir. Şahsen, olması gerekeni, ideal devlet düzenini de ortaya koymuyorum. Benim yaptığım olanı açıklamaya çalışmaktır; bunlar da devletin ve iktidarın ortaya çıkışını, niteliğini ve süresini belirleyen yasalardır. Ancak toplumsal gelişmeler, benim yaşadığım döneme göre çok daha hızlı akıyor. Başa geçenlerin baskıcı yönetim biçimine dönüşmeleri belli bir zamanı gerektirirken, günümüzde mevcut yönetimler, intikam duygusunu da işe katarak, aceleci bir ceberutluğa geçiş yapıyorlar. Hak ve adaletten uzaklaşıp ‘Umran’ biliminin ortaya koyduğu yasaları dikkate almadan yol alıyorlar. Son kertede şunu ifade etmeliyim ki; devlet, kötü ve zalim olursa, bu durum uyruklar için zararlıdır ve hem onları hem devletin kendisini mahveder. Nihayetinde “umran” biliminin yasası yeni bir “asabiyyeti” müjdeler. S C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle