18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
28 MART 2011 PAZARTES CUMHUR YET SAYFA [email protected] EKONOMİ 13 Son yedi yılın yılbaşı özel çekilişlerinde dağıtılan büyük ikramiyelere eşdeğer ikramiyi, talihliler almadı ‘Talih’siz unutkanlık 20062010 döneminde yurttaşlar, şans oyunlarında kendilerine çıkan 163 milyon 848 bin 213.9 liralık ikramiyeyi almadı. Unutulan paralar Milli Piyango daresi’ne kaldı. Ekonomi Servisi Unutkanlık, dikkatsizlik ve ihmalkârlık sonucu son 5 yılda alınmayan ikramiye tutarı, Milli Piyango’nun bu dönem verdiği büyük ikramiyelerin toplamını aştı. AA’nın Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü verilerinden derlediği bilgiye göre, şans oyunlarında zamanaşımına uğrayarak idareye kalan ikramiye miktarı, son 5 yılda ikiye katlandı. 2006’da 22 milyon 607 bin 116.6 liralık ikramiye, yurttaş tarafından tahsil edilmezken bu rakam 2007’de 23 milyar 479 milyon 988.8 liraya, 2008’de de 33 milyon 246 bin 407.9 liraya yükseldi. 2009’da alınmayan tutar, 40 milyon 918 bin 226.7 lira, 2010’da ise 43 milyon 596 bin 473.7 lira olarak belirlendi. Böylece, son 7 yılın yılbaşı özel çekilişlerinde dağıtılan büyük ikramiyelere eşdeğer ikramiye, talihliler tarafından tahsil edilmedi. Verilere göre, son 5 yılda en fazla zamanaşımı piyangoda yaşandı. Bu dönem, umudunu piyango biletlerine bağlayanlar, 70 milyon 455 bin 808 liralık ikramiyeyi almadı. 2006’da 9 milyon 385 bin 981 lira olan tahsil edilmeyen piyango ikramiyesi tutarı, geçen yıl 19 milyon 262 bin 546 liraya yükseldi. Sayısal Loto, Milli Piyango’dan sonra yurttaşın en fazla dikkatsiz davrandığı şans oyunu oldu. 5 yıllık süreçte Sayısal Loto’da ikramiye kazananlar 44 milyon 635 bin 851 lirayı idarenin kasasına bıraktı. Sayısal oyun kuponlarına dikkatli bakılmaması ya da ihmalkârlık sonucu tahsil edilmeyen ikramiye tutarı Şans Topu’nda 18 milyon 599 bin 499 lira, 10 Numara’da 14 milyon 72 bin 134 lira, Süper Loto’da da 12 milyon 281 bin 108 lira olarak belirlendi. Hemen Kazı bileti alanlar bile 5 yıllık dönemde kazandıkları 3 milyon 803 bin 811 liralık ikramiyeyi almadı. AKP’yi, “Öyle saçma şey mi olur? NATO’nun ne işi var Libya’da” noktasından, “Nihayet komuta NATO gücünün eline geçti”... “Buyurun İzmir olsun, gemiler savaş yüküyle Libya açıklarında…” noktasına getiren “zikzak”lar, “sarhoşluktan ayılmaya başlayan” birinin yaşadığı zihinsel kargaşayı çağrıştırıyor. Bitkisel Üretim 2010 2010’da ekonominin nasıl bir gelişme gösterdiği, istatistikler yayımlandıkça açıklık kazanıyor. Sayıların giderek daha fazla ortaya çıkardığı gerçek, ekonominin, AKP sözcülerinin ve onların ağzı durumunda olan iç ve dış basın yayın çevrelerinin parlattığı gibi olmadığıdır. O çevreler ne kadar övgü yağdırırsa yağdırsın, devletin kendi derlediği istatistiklere yansıdığı kadarıyla ortaya çıkan ekonomik gerçekler, çok daha farklı bir durumu sergiliyor. Mızrak çuvala sığmıyor. Geçen perşembe günü yayımlanan bitkisel üretim verileri de bu sürecin çok önemli bir parçasıdır. Yıllara göre az da olsa değişmekle birlikte, tarım sektörünün toplam üretim değerinin yüzde 6570 gibi bir bölümü bitkisel üretim; yaklaşık yüzde 25’i hayvancılık, kalanı da orman ve su ürünlerinden oluşur. Bitkisel üretim yalnız tarım sektörünün değil, tüm ekonominin belkemiğidir. TÜİKTürkiye İstatistik Kurumu, 2010 yılında bir önceki yıla göre tahıllar, sebze ürünleri ve meyve ürünleri azalış gösterdi diyor. Fotoğrafa biraz daha ayrıntılı bakılması gerekiyor. Bitkisel üretim; tahıllar, sebzeler ve meyveler olmak üzere üçe ayrılır. 2010’da bitkisel üretimin tüm alt sektörlerde azaldığı görülüyor. 2010 yılında bir önceki yıla göre üretim miktarları tahıl ürünlerinde yüzde 2.5, sebzelerde yüzde 2.9 ve meyvelerde yüzde 0.1 oranında azalmıştır. Her üç sektörün 2009 ve 2010 yıllarına ait üretim miktarları milyon ton olarak aşağıdaki çizimde görülüyor. Yaklaşık olarak tahıl ürünlerinde 32.7 milyon ton, sebzelerde 26 milyon ton ve meyvelerde 16.6 milyon ton olarak gerçekleşti. Fazla derine dalınca... Dalgıçlar, bazen yüksek basıncın etkisiyle “derinlik sarhoşluğu” olarak tanımlanan bir algı bozukluğu yaşamaya, halüsinasyonlar görmeye, kendilerine olmadık özellikler atfetmeye, (örneğin, oksijen tüplerine gerek olmadığına inanmaya) başlayabiliyorlarmış. AKP hükümeti, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun rehberliğinde, Ortadoğu jeopolitiğinin “stratejik” derinliklerine daldı. Bu süreçte, hızla yükselen basıncın etkileriyle realite algısı bozulmaya başlayınca da “İslam Dünyası Liderliği”, “Yeni Osmanlı Barışı”, “Örnek Ülke”, “Yükselen Bölgesel Güç”, “BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) blokuna katılmaya doğru”... gibi halüsinasyonlar, bunlara bağlı, “hiperaktivite” semptomları ortaya çıkmaya başladı. Geçen aylarda bölgedeki sular karışmaya, statükoyu bozmaya başlayınca, AKP hükümeti de “ayılmaya”, kendine gelirken realitenin bir kâbus gibi üzerine çöktüğünü görmeye başladı. değişmeye başlıyor AKP “yola” çok özel koşullarda çıktı. İflas etmiş bir siyası yapı, verimliliğini kaybetmiş bir egemen ideoloji, derin ekonomik kriz, tüm bunlara ayak uydurmakta büyük zorluk çeken bir siyasi ekonomik ... realite algısı seçkinler tabakası, iktidara erişebilmek için kabuk değiştirmeye başlayan siyasal İslam, AKP’yi tek seçenek haline getirirken ABD hegemonyasından aldığı destek hükümetin yükselişini kolaylaştırdı. AKP teorisyenlerine göre, artık “iç ve dış dinamikler çakışıyordu”. O zaman, AKP, AB’ye girmeye en kararlı siyasi partiydi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanıydı, İsrail’in güvenliğinin garantisiydi, Batı’nın bölgedeki sesi, uzanamadığı yerlere uzanan, konuşamadıklarıyla konuşan aracısıydı. İkinci dönemi getiren seçim zaferi, zafer öncesinde dudaklarını uçuklatan mitingler, tuhaf komutanların garip açıklamaları AKP’nin “iç dinamikleri” algılama tarzını etkilerken bölgeye doğru açılımlar da “dış dinamiklere” ilişkin algısını değiştiriyordu. AKP artık tek başına ayakta durabilecek güce, istediği gibi davranmasına olanak verecek bir manevra alanına kavuştuğuna inanıyordu. Bu noktada Davutoğlu’nun özgün yaklaşımının Türkiye’nin dış politikasına damgasını vurduğunu görüyoruz. Artık AKP, AB’nin baskılarına katlanmak zorunda değildir. ABD artık Türkiye’nin, yüzü Ortadoğu’ya dönük bir bölge gücü olduğunu kabul ederek davranmak durumundadır... Bu yeni yaklaşım, artık Türkiye’yi üye yapmayacağını açıkça söylemek isteyen pazarlıkları bunun üzerinden yürütmeye kararlı AB’nin, Bush dönemi politikalarından uzaklaşmaya başladığını kanıtlamaya çabalayan ABD’nin de işine geliyordu. İşte tam bu noktada “derinlik sarhoşluğu”nun ilk belirtileri kendilerini göstermeye başladı. İsrail ile bağları koparmaya başladı. realitenin kendisi de... Halbuki bu sırada İran’ın nükleer programı bölgenin gündemine oturuyordu. Suudi Arabistan ve Emirlikler İran’a karşı, İsrail’i de içerebilecek saflaşmaların hesaplarını yapıyorlardı. AB ve ABD İran’a yaptırımlar uygulamaya, savaş davulları çalmaya başlıyorlar, AKP hükümetinin, ne kadar Batı ittifakının parçası oluğunu sorguluyorlardı, “eksen kayması” tartışmaları yoğunlaşıyordu. Bölgenin bu yeni realitesini oluşturmaya başlayan dönüşümler, yıllardır, “patlamaya hazır bomba” olarak nitelene gelen Arap gençliğinin Tunus, Mısır, Cezayir, Fas’ta, Yemen’de patlamasıyla oluşan devrimci bir dalgayla hızlandı. Bu devrimci dalganın yarattığı sarsıntı, bölgenin kendine has etnik dini fay hatlarını harekete geçirdi. Bahreyn’de Şii çoğunluk Sünni azınlığın iktidarına, Libya’da Bingazi ve Tobruk bölgesindeki aşiretler, Tripoli bölgesindeki aşiretlere dayanan Kaddafi yönetimine karşı ayaklandılar. Suudi askerleri Bahreyn’e girerek katliam yapmaya başlayınca, Başbakan Erdoğan haklı olarak tarihi Kerbela katliamını anımsattı. ABD, Fransa, İngiltere, BM’den karar geçirerek NATO aracılığıyla Libya’ya müdahale etmeye kalkınca da, yine haklı olarak “Öyle saçma şey mi olur? NATO’nun ne işi var Libya’da” deyiverdi. Ancak realite artık, AKP’nin manevra alanlarını, seçeneklerini hızla daraltıyor, devrimler, isyanlar dalgası, Türkiye’nin kırılganlıklarını, AKP döneminde çözülmeden kalan ... ‘Derinlik Sarhoşluğu’ Ülkenin tarihsel mirasının herkesten daha çok bilincinde olduğunu iddia eden AKP, bu mirasın farkında değilmiş gibi davranmaya başladı. Sanki İran’la Türkiye iki jeopolitik rakip değildi, Sünni Şii husumetinin bir anlamı yoktu, Irak’ın işgali İran’ın önünü açmamıştı, hem Libya’nın hem de Arap Emirliklerinin dostu olmak mümkündü... Bu algı AKP’ye tüm çevresine yönelik bir “sıfır sorun” politikası izleyebileceğini, bu sırada İsrail ile ilişkilerini de koruyabileceğini inandırmaya başladı. Dahası, artık AKP bölgede, kimsenin çözemediği sorunları çözebileceğine de inanmaya başlamıştı. AKP artık halüsinasyonlar görmeye başlamıştır. Lübnan sorununa el atınca, hem İran’ın, hem Suudi Arabistan’ın, Filistin sorununa el atınca hem İsrail’in hem de Mısır’ın nüfuz alanlarına girmeye başladığının adeta ayırdında değildir. Hatta tam o sıralarda Arap dünyasının Osmanlı hafızasının canlanmaya, “Yeni Osmanlı” projesinin alay konusu olmaya başladığının da... AKP, Filistin davasına, “bölge ülkeleri bu sorunu gerçekten çözmek istiyor mu?” diye düşünmek zahmetine katlanmadan sahiplenmeye, bunu yapabilecek moral ağırlığı kazanmak için de sorunlarını öne çıkarıyordu. AKP, Suudi’lerin sert çıkışı karşısında Bahreyn (Kerbela) konusunda, ABD’nin baskıları karşısında da Libya konusunda çark etti. Bir İran uçağını indirerek kargosuna el koydu. Bu sırada AKP’nin “açılım” taktiğiyle oyalarken siyasal İslam yoluyla kimliğini eritmeye çalıştığı Kürt hareketi, artık “sivil itaatsizlik” eylemlerine başlıyor, Arap dünyasını sarsan isyan dalgası Suriye’ye dayanıyordu. Artık ne “Yeni Osmanlı Barışı” vardı, ne de “sıfır sorun” olanağı... AKP, Libya konusunda çark ederek gerileyen hegemonya merkezinin, emperyalist projelerinin sonu belirsiz maceralarına ortak olurken, “Yükselen Güçler” (BRIC), Almanya, Afrika ülkeleri savaşa karşı çıkıyor, Arap Birliği ağız değiştiriyordu. “İnsani müdahale” kavramının mimarlarından Prof. Waltzer, Libya’da bu koşulların oluşmadığını ileri sürüyordu (The New Republic. 20 Mart). İsyancıların kimliği, kapasiteleri (McClatchy Newspapers 24 Mart) ve insan hakları duyarlıkları (Los Angeles Times 24 Mart) üzerindeki sorular artarken NATO’nun Libya harekâtı bir “rejim değişikliği” projesine dönüşüyordu. Türkiye’nin “örnek ülke” fantezisi dağılırken, “dış dinamikler” de AKP’nin “iç dinamiklerinden”, demokrasi aşkından kuşku duymaya başlamışlardı. Mart başında ECFR (Avrupa Dış İlişkiler Konseyi) heyetiyle birlikte Türkiye’yi ziyaret eden Ivan Krastev, Erdoğan’ın Putin’leşmesinden kaygılandıklarını aktarıyordu (Open Democracy. 24 Mart). AKP “derinlik sarhoşluğu”ndan bir baş ağrısıyla uyanıyor, devrimler, ayaklanmalar, savaşlarla, sivil itaatsizlik eylemleriyle giderek karmaşıklaşan bir realiteye uyum sağlamakta zorluk çekiyordu. 2010 yılında, tahıl ürünleri üretim miktarları bir önceki yıla göre yüzde 2.5 oranında azalarak yaklaşık 32.7 milyon ton olarak gerçekleşmiştir. Ancak 2010’da, bitkisel üretimin anasını oluşturan buğday üretimi, sektör ortalamasının yaklaşık iki katı oranında, yüzde 4.6 azalmış ve 19.60 milyon ton olmuştur. Toplumun özellikle yoksul kesimlerinin ana gıda maddesi ekmektir. Bu nedenle, buğday üretiminin azalmış olmasının, dünyadaki fiyat artışları, üretim düşüşleri ve satış yasakları gibi küresel olumsuz gelişmeler de göz önüne alındığında, ayrı bir önemi vardır. Buna karşılık tahılların diğer alt sektörleri olan baklagiller, yağlı tohumlar ve kütlü pamukta üretim artmıştır. Tütün üretimi ise 2010’da yine büyük bir çöküntü ile, bir önceki yıla göre yüzde 32.1 oranında azalarak 55 bin tona inmiştir. AKP iktidarı, tütün üretimini de yok olma noktasına getirmiştir. Sebze ürünleri üretim miktarı 2010’da bir önceki yıla göre yüzde 2.9 oranında azalarak yaklaşık 26 milyon ton olarak gerçekleşmiştir. Önemini TÜİK’in bile vurguladığı domates üretimi, yüzde 6.5 azalarak 10 milyon tona inmiştir. Sebze ürünlerinin diğer alt gruplarında da üretim azalışları vardır. Bitkisel üretimin üçüncü alt sektörü olan meyve ürünlerinin üretim miktarı da 2010’da 2009’a göre yüzde 0.1 oranında azalarak yaklaşık 16.6 milyon ton olarak gerçekleşmiştir. Meyveler içinde önemli ürünlerin üretim miktarlarının değişimi de şöyle: bir önceki yıla göre, elma yüzde 6.6, kayısı yüzde 31 oranında azalmış, zeytin ise yüzde 9.6 oranında artmıştır. Sert ve kabuklu meyvelerden fındık yüzde 20, antepfıstığı yüzde 56.5 oranında; yaş çay yaprağı da yüzde 18.3 oranında artmıştır. Diğer meyvelerin üretim miktarlarında önemli bir değişim görülmüyor. Bitkisel üretimin 2010 yılı gerçekleşmeleri, son bir yılda tarım sektöründeki çöküntünün boyutlarını açıkça sergiliyor. Hayvancılıkta da, kurbanlık dışalımına uzanan bir yıkım yaşanıyor. Ülke nüfusu 2010’da yıllık yaklaşık 1 milyon artarak 73 milyona ulaştı. Bu nüfusun iş bulabilen 21.5 milyonunun dörtte birinin, yani 5.3 milyonun işi, yani doğrudan geçim kaynağı tarımdır. Tarımdaki üretim düşüşleri öncelikle bu toplum kesiminin daha da yoksullaşması anlamına geliyor. Tarımdaki üretim düşüşlerinin, iç piyasada gıda fiyatlarını arttıracağı; ayrıca ithalat ve ihracatı da olumsuz etkileyeceği çok açıktır. Tarım sektörünün geldiği nokta, 8.5 yıllık AKP iktidarının, ekonomiyi nasıl üretimden uzaklaştırdığının çok somut bir göstergesidir. Yine de AKP ekonomiyi iyi yönetti diyorsanız; o da sizin bileceğiniz! C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle