19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 ARALIK 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İmalatın Dayanılmaz Hafifliği Dağıtmışlık Duygusu RUH ya da sinir ve beyin rahatsızlıklarına ad koyma konusunda dilimizin dağarcığı hayli dolu: Delirmek, oynatmak, kafayı bozmak, kafayı yemek, dağıtmak gibi deyimler çok. Devlet anormalliklerine sıra gelince şimdiki duruma en uygun düşeni galiba “dağıtmak”. Evet, çok sevdiğimiz Türkiye Cumhuriyeti “dağıtmış” durumda. Genel olarak bakıldığında devletin ve toplumun kurumları arasında birtakım kopukluklar yaşanmakta. İnsan haklarına, dokunulmazlıklara, tutukluluk sürelerine ilişkin yasal düzenlemeler beklenirken parlamentodaki partiler neredeyse bir yüzyıl öncesinin olaylarını tartışıp eski defterleri karıştırmakta. Partiler dağıtmış gibiler. iz hiç devlet başkanının kaç yılda bir seçildiğini bilmeyen, daha ne kadar işbaşında kalacağını kestiremeyen bir toplum duydunuz mu? Sözde anayasalı bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ndeki durum bu. Çünkü kimse, çoktan kurala bağlanmış olması gereken böyle bir konuda kesin bir şey söylemek istemiyor; ne oraya gelmek isteyen kişi, ne partiler ne de şimdiki Cumhurbaşkanı. Konunun Başbakan’ın tercihine açık biçimde “askıda” bırakıldığı inancı yaygın: O nasıl elverişli görürse ve bundan sonraki devlet başkanının statüsü nasıl belirlenirse öyle yapılacak. Herkes pusuya yatmış bekler gibi. Oysa, yıllar önce, 2007 yılının 21 Ekim’inde halkoylamasıyla anayasa değiştirilmiş ve cumhurbaşkanının kaç yılda bir, nasıl seçileceği yeni kurala bağlanmıştı: Beş yılda bir seçilecek, ama eski durumdan farklı olarak, yeniden aday olursa, tekrar seçilebilecek. Böyle olduğu halde, bir tartışma, bir tahmin yarışıdır gidiyor: Neymiş, şimdiki cumhurbaşkanı bu anayasa değişikliğinden önce yürürlükte olan anayasaya göre yedi yıl için seçilmişmiş ve o süre bitinceye kadar işbaşında kalmalıymış. Sanki bu görev bir özel hukuk konusuymuş gibi, eski deyimle “müktesep” yani “edinilmiş”, bir hak varmış ve seçilirkenki kural gereği görev yedi yıl sürmeliymiş... öyle bir konu son anayasa değişikliği yapılırken niçin açıklığa kavuşturulmamış? Çünkü, artık “dağıtmış” bir devlet var ve her şey her türlü olabilir. Sorun bir ordunun savaş stratejisinden farklı değil; önemli pazar paylarına, yüksek kârlılık oranlarına, sürdürülebilir büyüme hedeflerine ulaşmak için, gereken altyapıyı, üretim ve işgücü organizasyonunu kurmak gerekli. Aksi halde bunu yapabilen şirketlerin belirledikleri oyun kurallarına uymak zorunda kalırız. Prof. Dr. Çelik KURDOĞLU aşlangıçta ekonomide iş bölümü emek yoğun mallarsermaye yoğun mallar şeklinde tanımlanırken ve yatırım kararları ülkelerin işgücü ve sermaye zenginliğine bağlı olarak verilirken bunun yerini “üretimin aşamaları itibarıyla iş bölümü” aldı. Ara malları ticaretinin payı yükselmeye başladı. Ürün ticaretinin yerini “iş ticareti” olarak adlandırılan task trading, yatay entegrasyonun yerini ise ülkelerin dikey uzmanlaşması aldı. Bunu etkileyen faktörler arasında işgücü verimliliği, ücretler, sanayi politikaları ve elbette şirket stratejileri var. Bu gelişme yabancı sermaye yatırımlarının içeriğini ve şeklini de belirlemeye başladı. Eskiden yeni pazarlara girmeyi, satışları arttırmayı hedefleyen yabancı sermaye yatırımları yatay olarak düzenlenirken ve yatırımcı şirket gittiği ülkede o ülke pazarı için yatırım yaparken verimlilik artışı peşinden koşan yatırımcı dikey yatırım yapmayı, üretiminin belli aşamalarını, o aşamalarda verimli olan, daha yüksek kazanç elde edilmesini sağlayacak ülkelerde konuşlandırmayı tercih ediyor. Alman Volkswagen şirketinin Çin’de yaptığı otomobil yatırımı birinci türe örnek, yani Çin’deki VW imalatının hemen tamamı iç pazarda satılıyor. Bu tabii Çin’de yapılan tüm yabancı sermaye yatırımları için böyle değil, nitekim 2008 yılında bir milyar doların biraz üstünde yabancı sermaye yatırımı alan Çin’in ihracatı 1.450.000.000 dolar mertebesinde. Çin’in 1995’te aldığı yabancı sermaye yatırımı 40 milyar dolar, ihracatı 170 milyar dolar (Dünya Ticaret Örgütü rakamları). İKEA adlı şirketin hemen bütün ülkelerde yaptığı yatırım ise ikinci türe örnek, yani bu şirket imalatı değişik ülkelerde yaptıktan sonra ürünleri çeşitli ülkelerde pazarlıyor. Bu örneği pek çok şirket için çoğaltmak mümkün. Meksika’nın ABD sınırında bulunan bölgede ABD’li şirketler ağırlıkla ABD pazarı için imalat yapıyorlar ve bu model Maquiladores adı ile tanınıyor. B Böylece ABD hem ucuz Meksikalı işgücünden yararlanıyor, hem Meksikalıların iş bulmak için ABD’ye göçünü bir nebze azaltıyor. Türkiye’de otomobil imalatı, giyim eşyası üretimi yine ikinci tür üretim organizasyonuna örnek. Otomotiv yan sanayi neredeyse 60 yıllık deneyimi sonucu kazandığı rekabet gücü ile ürettiği mamulleri çeşitli işbirliği modelleriyle (fason, sipariş, v.s.) ana sanayiye satıyor. Keza tekstil ve deri giyim sektöründe çalışan şirketler benzer modellerle küresel pazara mal veriyorlar. tünlükler” endeksi ile ve nihai mal ticareti itibarıyla hesaplanırdı. Dikey uzmanlaşma endeksi bu hesaplamaları günümüz gerçeklerine uygun hale getirdi. Türkiye sanayi uzun yıllardır yeni imalat ve ticaret modelinin etkisi altında. OECD’nin Türkiye için yaptığı hesaplama dikey entegrasyon endeksinin yüzde 23 civarında olduğunu gösteriyor. Bu hesaplamaların dayanağı Türkiye’de en son 2002 yılında yapılan inputoutput tablosu. Yine bu hesaplamalara göre Türkiye’de dikey entegrasyon endeksi 19952002 yılları arasında yüzde 62 mertebesinde yükselmiş. 2002 yılından bugüne kadar rakamın daha büyümüş olması doğal, ancak inputoutput verişleri olmadığı için bu hesaplanamıyor. Muasır Medeniyetin Bir Yerine Giremezsin... Hani bu dönemin Mardin Valisi “Atatürk’ün o dediği ‘muasır medeniyet seviyesine çıkacağız’ sözünü, o seviyeye çıktığımız için artık hiç söylemiyorum” dedi ya... Deme zaten... Muasır medeniyetin bir yerine giremezsin... ? Çünkü: Önceki gün, Atatürk’ün muasır medeniyet projelerinden birisi olan, Türk kadınının siyasi haklarını kullanmaya başlamasının 77’nci yılıydı... Fransız kadınlar bu hakları, bizimkilerden 11 yıl sonra elde edebildiler... İsviçre; kadınlarına o hakları tam 37 yıl sonra verdi... Cumhuriyet devriminin derdi; eğitimli, bilinçli, özgür, kimlikli, başı dik Türk kadınının, yaşam yolunda her yerde erkeği ile el ele yürümesiydi... ? Sonra... Cumhuriyet devrimleri karşısında sinmiş gerici yobaz, başını yavaş yavaş kaldırdı... Tarikatları, medreseleri, dergâhları, ocakları, hocaları ile geldi karşıdevrim... Merdiven altlarındaki tarikat yuvaları lüks binalara dönüşürken, manga manga örtülü kızlar muasır medeniyet yerine “kabir azabını” öğrendiler... Daha yatar yatmaz, maazallah tokmak iniyor insanın kafasına, muasır medeniyete uyarsan... Kaçamazsın da... Derken üniversitelerin kapısı açıldı tesettüre, türbana... Ve bir devlet fotoğrafı kiii... Muasır medeniyetin Türk kadını ne halde?.. ? Şimdi durum ne hafız?.. Davos Ekonomi Forumu’nun 2011 yılı raporuna göre; Türkiye kadın erkek eşitliğinde, 150 kadar ülke arasında 122’nci sırada... 2006 yılından bu yana ise... Tam 16 sıra birden geriledi Türkiye... ? Hangi muasır medeniyetin üstü?.. Dibe vurdu Türkiye... Diptesin... Afrika ülkeleri arasında... En altta... ? Muasır medeniyet cipe binmekle olmuyor... Olsaydı; bizim Behiye muasır medeniyetin üzerindeydi 24 saat... Berbat ettiniz ya Türkiye’yi... Bilmiyorum... Neresine gireceksiniz muasır medeniyetin?.. Bu kaçınılmaz bir durum mu? Bu gelişme küresel eğilimin yansıması, yani kendi başına bu rakamlar Türkiye’nin bu gelişmeden kârlı mı yoksa zararlı mı çıktığı konusunda hüküm vermek için yeterli değil. Önemli olan bu süreç içinde yüksek katma değerli üretim konularında, aşamalarında konuşlanmak ve üretilen katma değeri iyi fiyatla satabilmek. Otomotiv yan sanayinin, tekstil sektöründe ihracat için zaman zaman fason üretim yapan şirketlerin, müşterileriyle ilişkilerinin nasıl düzenlendiği ve bundan elde ettikleri kazanç elbette kendi sorunları. Bu süreçte diğerlerinden daha fazla kazanç elde edilmesinin koşulları arasında katma değeri yükseltmek ve üretilen ürünleri iyi fiyatla satmak var. Bu diğer koşullar arasında belirli şirket büyüklüklerine ulaşma tercihini getiriyor. Küçük boyutlarda kalan şirketler katma değer yükseltmekte zorlandıkları gibi bunların kendilerini müşterilerine kabul ettirmeleri de kolay değil ve sonuç olarak az sayıdaki ana imalatçının belirlediği üretim teknolojisini, fiyatları kabul etmek zorunda kalıyorlar. Sorun bir ordunun savaş stratejisinden farklı değil, önemli pazar paylarına, yüksek kârlılık oranlarına, sürdürülebilir büyüme hedeflerine ulaşmak için gereken altyapıyı, üretim ve işgücü organizasyonu kurmak gerekli. Aksi halde bunu yapabilen şirketlerin belirledikleri oyun kurallarına uymak zorunda kalırız. Cari işlemler açığı finansman sorunu olarak önemli, ancak uzun vadede kalıcı etkiler bırakacak olan yanı burada tartışılan üretim modeliyle ilgilidir. S perasyonel verimlilik: Değer zincirinin neresinde? Bu modeli etkileyen ana faktör üretim etkinliği ve elbette işgücü maliyeti. Ana imalatçı karşılaştırmalı üstünlüğü işin bütünü için değil, değişik aşamaları için tanımlıyor, en yüksek verimliliğe, en düşük maliyetlere ulaşacağı yatırım yerini araştırıyor. Bu süreç Uzakdoğu ülkelerinde başladı. İmalat Güneydoğu Asya kaplanları olarak bilinen bu ülkeler arasında, işgücü verimliliğine bağlı olarak organize edildi. Bir ülkede başlayan imalat, bir başka ülkede, hatta üçüncü, dördüncü ülkede devam etti ve sonunda kısmen bu ülkeler arasında, kısmen de diğer ülkelerde pazarlandı. Japon şirketlerin kontrol ettiği imalat yatırımlarının yarıdan fazlası Asya’da yapıldı. Bu şekilde yapılan yatırımlarla elde edilen imalatın cirosu 20002007 yılları arasında HongKong, Tayland, Çin gibi ülkelerde 5 ile 9 katı yükseldi. ABD şirketlerinin davranışı bundan farklı değil, onların aynı ülkelerde yaptığı yatırımların cirosu da 3 ile 5 katı yükseldi. O Dikey uzmanlaşma endeksi Dikey uzmanlaşma endeksi ilk kez David Hummel ve diğer iki iktisatçı tarafından 2001 yılında geliştirildi ve ülkelerin inputoutput tablolarından hareketle ayrı ayrı hesaplandı. Evvelce ülkelerin karşılaştırmalı üstünlüğü Bela Balassa’nın geliştirdiği “açıklanmış karşılaştırmalı üs B Usta, Vefa, Emek... 29 Neşe DOSTER Kasım 2011 Salı günü Müjdat Gezen Sanat Kültür ve Eğlence Merkezi BursaNilüfer Şubesi’nin açılış törenine katıldım. Neyle karşılaşacağımı bilmeden ama bazı tahminler yürüterek adrese vardığımda gözlerime inanamadım. Karşımda devasa bir kültür merkezi vardı, Nilüfer halkına armağan olarak yapılan bir kültür merkezi. Öncelikle, içine girdiğimiz andan itibaren yüzümüzü güldüren, içimizi ısıtan, bakışlarımızı aydınlatan bu emek destanı için Müjdat Gezen’i kutlamak gerek. Müthiş bir sabır, özveri, duyarlılık sonucunda önemli bir sanat merkezine kavuştu Bursa’nın Nilüfer ilçesi. Duygu ve düşüncelerimize ses olan, sanata ilişkin kaygılarımıza umut olan bu yapıt, ülkemizin ve dünyanın kültürel ve sanatsal belleğine umarız yeni Müjdat Gezen’ler yetiştirir. Kültür merkezinin mimari yanına ilişkin yorum yapmak benim boyumu aşar. Ancak bu emek destanının arkasında yatanları dillendirmek boynumun borcudur. Bu yapıtın arkasında bazen yalnızlığını, bazen hüznünü, bazen acısını, bazen mutluluğunu, bazen umudunu sanatsal bir şölene dönüştürmek için harcanan bir ömür var. Ülkemizin geleceğine ışık tutacak olanları yetiştirmeye adanan bir sorumluluk duygusu var. Sanatsal değerlerimize sahip çıkmak gibi bir vefa, salonun her yanına sinen ve hissedilen bir özen, özveri ve ilgi var. Sahnesiyle, perdesiyle, kafeteryasıyla, derslikleriyle, logosuyla, müzesiyle, dinozor heykeliyle çağdaş bir sanat merkezi yaratma aşkı var. Yıllar sonra bizi hem öğrencilerimizle hem de eski fakat eskimeyen sanatçılarımızla buluşturarak görsel ve işitsel bir şölen yaşamamızı sağlayan bir kadirşinaslık var. Yıldız Kenter’den Türkan Şoray’a, Emel Sayın’dan Fatma Girik’e, Perran Kutman’dan Zeki Alasya’ya, Uğur Dündar’dan Deniz Baykal’a, Talat Halman’dan Yılmaz Büyükerşen’e, Levent Kırca’dan Halil Ergün’e uzanan çok geniş bir yelpazedeki katılımı gerçekleştiren ve “helal olsun” dedirten bir dostluk var. Tuttuğu aynayla hem sanatseverleri, hem de sanata gönül verenleri hem düşündüren, hem utandıran hem de umutlandıran bir aydın sorumluluğu var. O gece yaşadığımız görsel ve estetik şölene imzasını atan büyük sanatçı Yıldız Kenter’in, “İki elin çıkardığı sese doyurdunuz. Salonda bulunan öğrencilerim neler yapmışlar? Ben hâlâ tozlu tiyatro salonlarında çabalayıp duruyorum” şeklindeki sözlerinin aldığı alkışı anlatamam. Bildiğim o ki; Müjdat Gezen sahneye çıktığında, kazanç beklentisi olmadan çalışan, koşan, yaşayan, yaşatan, eğiten, yetiştiren, el tutan, el veren kaç sanatçımız olduğunu düşündüm. Bir derviş sabrı ve bilgeliğiyle hayata geçen bu kültür merkezi, bana göre emekle vefanın, özveriyle dayanışmanın buluştuğu bir yer olmuş. Müjdat Gezen, sanatçı kimliğini, eğitici kişiliğini, donanım, bilgi ve birikimini bu kez de Bursa halkının hizmetine sunmuş. Sağ olsun, sağlıklı olsun. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle