25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 SAYFA OLAYLAR VE GÖRÜŞLER hep iyilik, insanlık, dostluk, sevgi uyarısı yapan bir peygamber böyle şey yapar mı? ??? Bakın ev erkeği Sakin Bey ne diyor: “Örneğin ben emekli olalı artık ‘ev erkeği’ olmuş biriyim. Hiçbir halt üretemeden, hiçbir hayalimi gerçekleştiremeden dört duvar arasına tıkılıp öylece evde oturuyorum.” Muğlalı yazar dost bütün gündelik yaşantısını kısaca şöyle anlatmış: “Sabah kahvaltısı, TV’den sabah haberlerini izlemek, hanımın elinden alamadığım için kumanda aletini, yemek ve kadın programlarını seyretmek, çöpleri atmak, işte böyle şeylerle vakit öldürmek...” ??? Bir de ev erkeğinin geçim derdi var. Ki bir türlü bitmiyor, günden güne artıyor... “Yüzde on, on beş gibi zamlar karşısında parasızlık ve bakımsızlıktan iğne ipliğe döndük. Bu ahval ve şerait içinde dahi biraz rakı içip bağıralım, efkârımızı dağıtalım desek, bunların fiyatını da tavana çıkardılar, alamıyoruz. Ay başına kadar esnafın önünden tebdili kıyafetlerle geçiyoruz.” ??? Ev kadınları mutsuz ama ev erkekleri de!.. Hele yaşı başı ilerlemiş olanlar, emekliler ordusu ya da bir türlü iş bulamayan gençler... Ben yine de “Umutsuz Ev Kadınları”nı izleyeceğim! Bu arada bakalım kim yazacak “Mutsuz Ev Erkekleri”ni... CUMHURİYET 22 ARALIK 2011 PERŞEMBE Âdem ile Havva’nın İleri Demokratik Evliliği Mevcut Türkiye’de bir yandan radikal (köktenci) gözükerek yüzeyselliği sergileyenler, diğer yandan taraf olmayı tek tarafa indirgeyenler birbirlerini tamamlayıp kendisi gibi olmayanları ötekileşmeye zorlamaktalar. Bu iyi gözüküp kötülük yapmak gibidir. H. İbrahim TÜRKDOĞAN Ya Mutsuz Ev Erkekleri? “İyi de ‘ev kadınları’ yanında bir de ‘ev erkekleri’ yok mu? Onlar hakkında hiç kimse niye bir şeyler söylemiyor, onların sorunlarına niye ayna tutulmuyor.” “Gülelim Düşünelim” demiş Sakin Koşar Muğla’nın “Devrim” gazetesindeki yazısında... Haftalardır TV’lerde “Umutsuz Ev Kadınları” dizisini izliyoruz. Amerikan TV’lerinde aynı dizi var... Elbet Türk kadınlarının durumu başka, Amerikalılarınki çok daha başka. Ben arada ikisini seyrediyorum. İngilizce anlamasam da ordaki kadınların niye umutsuz olduklarını sezmeye çalışıyorum. Niye mutsuzluk? Niye mutlu olmak bir özlem, ama yetersiz!.. ??? Bütün bunları yazarken okurlarım diyecekler ki: “Sen bu ülkede hemen her gün bir kadının eşi ya da sevgilisi tarafından öldürüldüğünü bilmiyor musun?” Son yıllarda bu tür cinayetler niye arttı? Bunu da siz düşünün! Hz. Muhammet Kuran’da kadınlara yer vermiş... Övgüyle, ama bir yerde de “Azıcık dövebilirsiniz” demiş, “şöyle zararsız yerlerinden”... Peygamberimizin yaşamındaki kadınlara el kaldırdığını hiç sanmıyorum. Yaşamı boyunca 008 Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı esnasında Alman basınının sorularını yanıtlayan Türk neoliberaller, Türkiye’nin geleceği konusunda çok ilginç fikirler beyan etmişlerdir. AKP iktidarı Türkiye’yi İslamlaştırır mı sorusu üzerine hepsi bir ağızdan: “Hayır asla! Biz hiçbir zaman İran gibi olmayız!” Neden? “Çünkü bizim insanlarımız rakıyı çok sever, rakısız yaşayamazlar.” Bu şaka ya da mecaz yoluyla söylenmiş değildir; kendilerince çok ciddi bir sosyolojik analiz olarak ifade edilmiştir. Buna göre neoliberal analiz İslamiyetteki binlerce yasaklardan biri olan rakıda düğümleniyor. Öyleyse, neoliberaller metabolizma dışında insanın varlığını anlamlandıracak bir öğe göremiyorlar mı acaba? Neoliberalizmin göze çarpan özelliklerinden biri mevcut siyasal erki paylaşmasıdır; mümkünse doğrudan, değilse dolaylı yollardan. Havva’nın olumsuz özelliklerinden birine şiddetle sahip çıkar: Ne kadar doyumsuz olursam mevcut erke o kadar çok katılabilirim. İlginç bir etik anlayışıdır. Günümüzün ünlü filozoflarından Peter Sloterdijk bunu tek tümcede ifade ediyor: Neoliberalizm metabolizmayı mutlaklaştırarak “Tıkınıyorsam öyleyse varım” önermesinden yola çıkarak “Ne kadar çok tıkınırsam o kadar çok varım” sonucuna varıyor. Siyasal erke azami derecede katılırsam, o zaman tamben olabilirim ve tamben olarak ka 2 pitalizmin tam içinde yer alırım. Tıkınma süresinin uzatılması için de sindirim makinesinin asla durmaması ve daima ön planda tutulması gerekir. Muhafazakâr düşünce daha önce tüketim konusunda ikiyüzlü davranıp bir adım geride kalır gözükmeye özen gösterirken, neoliberalizm bütün maskeleri çıkarıp tüketimi yaşamın merkezi ilan ederek kendisini öne çıkarmayı başardı, aynı zamanda da muhafazakâr düşünceyi ikiyüzlülüğünden kurtardı. Başka bir ifadeyle, Âdem’i özgürlüğe kavuşturdu. İkisi de serbest ve “özgür” tüketimin keskin koruyucusudur. Daha önce ar adına tüketime olumsuz bakar gözüken muhafazakâr düşünce, bugün neoliberalizmle birlikte arsızca tüketebilmektedir. Muhafazakârlık, tarihin kanıtladığı gibi, etik olgusunu hep bir araç olarak kullanmıştır, liberalizm ise ‘etik’i tüketim adına açıktan imha edince muhafazakârlığa kapitalizmin obur ve arsız kapısını açtı. uhafazakâr ikiyüzlülük Açgözlülüğün bir sonucu olarak iktidarın psişiksiyasal oyunlarına dolaşan neoliberaller, bireysellik aşklarını tüm kişilik bağlarından koparıp sadece tüketime odaklandılar; buna göre birey, eşitsiz sistemde serbest sömüren ve serbest sömürülen asosyal figür olarak yapay özgürlükler içerisinde tüketim büyüsüne kişiliğini feda edebiliyor ve edebilmektedir. Tüketimin cezbine yenilen neoliberalizm bütün bir doğayı sonuna kadar tı kınmanın “doğal hak” üzerine kurulu sömürü kültürü olduğunu gözler önüne seriyor. İslami adalet, açgözlü Âdem’in sahiplenme hırsını törpülemek adına kurduğu yasaklardüzenini arkaik ritüellerle kontrol etmeye çalışırken neoliberalizm kontrol mekanizmasını büyüterek ona destek olmaktadır. Tüketim kahramanlıktır. Neoliberalizmin neo muhafazakârlığa sunduğu en büyük öğreti budur. İlkel insan elinde topuzla dolaşırken modern Âdem, çocuklarının sırtından kazandığı parayla pazar kahramanlığına soyunarak medya kurumlarını tek tek ele geçirip böbürlenmektedir. İlkel insan neyse ki karnını doyurma derdindeydi ve karnını doyurunca hazmetmek için kendisine zaman ayırırdı, peki doymak bilmeyen, durmadan sahiplenen ve zamanını başkalarını ezerek yaşayan evcilleşmiş Âdem neyin peşinde? ınıfı göremeyince Sınıfsal çelişkilerin yerini din ve ırk çatışmasının almasıyla ve kişilikselliğin bu topraklarda tam olarak yeşerememesiyle her şey farklılığını ve rengârenkliğini yitirip monoton bir yapıya dönüşüyor; toplumun büyük kesimi yalnızca bu iki etken üzerinden kendisini ifade etmeye çalışıyor. Bireysellik bilincinin gelişememesi Türkiye’de aydınlanma felsefesinin oturmadığını, özümsenmediğini kanıtlıyor; Türkiye modernizmin giriş kapısından premodernizme fırlatıldı, ancak bu fırlayış sağa kavis yaparak postmoderniteye bulaşarak gerçekleşti. Bu nedenledir ki, her kafadan çıkan ses aynı olmasına rağmen ayrı yankılanıyor. Aslında bireysel bir kişiliğin hiçbir zaman oluşmuş olamaması bu resimden fevkalade anlaşılmaktadır. Irk ve din bir toplumun gelişme sürecinde ağırlıklı olarak öne çıkarılınca, asıl insansal kişilik tamamen sahne dışında kalır. Başka bir ifadeyle: Bu iki olgu kişiliğin üzerine örtü olarak kapanır. Tüketim sisteminin en büyük arzusu da budur. Kapitalizmin korkusu ne ırklar ne de dinlerdir, bizzat kişiliklerdir. Dinler kapitalizm için birer malzemedir, kendi düzenine feda edebileceği sosyolojik fantasmalardır. Dinırk çatışması bu düzeni besler. Sol liberalizmin sağ liberalizmle ittifakı bu malzemeleri sistem için ayakta tutabilmektir; çelişkileri hem üretmek hem de törpülemek yani kontrolde tutmak bu iki anlayışın da ereklerinden birisidir. “Biz ve ötekiler” kategorisi dinırk çatışmasının somut bir örneğidir. Neoliberalizm siyasal erki paylaşma ereği güderek bizmerkezci davranıp kendi dışındakileri “ötekiler” olarak adlandırdıktan sonra kendi kazancı uğruna “ötekileri” politik malzeme olarak kullanıyor, bunu da kültürleştirerek yapıyor. Ballandırılıp süsleyip öne çıkarılan bu “ötekiler”, öteki olduklarını kabul edince neoliberalizm bizmerkezciliğini mevcut erkle birlikte meşru kılmış oluyor. Biz ve ötekiler kategorisi her zaman baskıcı ve sömürgen sistemin temel taşını oluşturmuştur. Mevcut Türkiye’de bir yandan radikal (köktenci) gözükerek yüzeyselliği sergileyenler, diğer yandan taraf olmayı tek tarafa indirgeyenler birbirlerini tamamlayıp kendisi gibi olmayanları ötekileşmeye zorlamaktalar. Bu iyi gözüküp kötülük yapmak gibidir. Bazı politikacılar bunu ustalıkla becerir. Durmadan görüş değiştiren, çok ciddi ve samimi bir üslupla bugün söylediğinin yarın tam tersini söyleyen reel politikacıları her gün yaşayabilmekteyiz. Aynı beceriye medya sahiptir, hem de çok daha geniş kapsamlı. Neoliberalizmin başarısı ötekileştirme politikasını ustalıkla yapabilmesidir, bu kolay olmayan bir cambazlık sanatıdır. Bu sanatın tuzağına düşen insanlar kendi varlığından şüpheye düşecek kadar iyiyi kötüden ayırt edemez duruma gelir. Siyasal erkin aradığı insan türü tam da budur. Dayak!.. Her sene 11 Nisan günü saat 11.30’da dayak yerdi... Yirmi sene... Daha nisan başlarında eş dost “Senin dayak yeme vaktin de geliyor... Bakalım yine güzel yiyecek misin?” diye hatırlatırlardı... O ise boynunu büker, “Hayırlısı olsun, bu sene de yiyelim bakalım, görevimiz ne de olsa” derdi... O sırada dayak yemek için son hazırlıklarını yapardı... Dayak yeme provası yaptığı da söylenirdi... ? 11 Nisan saat 11.30 oldu mu, o seneki dayağını yerdi... Evde yaralı bereli yatarken eş dost bu kez kutlamaya giderdi: “Vallahi bu sene çok güzel yedin...” “Önceki sene yediğin dayak da güzeldi ama bu sene bir başka güzel oldu...” “İnşallah seneye daha güzel yersin dayağı...” O ise başı, gözü, kolu sarılı yatağında inleyerek “Allah razı olsun... Elimizden ne gelirse artık... Çalıştık başardık yani...” derdi... Karısı da onun her sene Nisan ayının 11’inci günü, saat 11.30’da dayak yemesinden çok memnundu, yatağın başucunda oturur, gelenlere sevinç içinde yanıt verirdi: “Kocam olduğu için söylemiyorum... Nasıl da güzeldi beyimin dayağı...” ? Bu bir hikâye değil... 11 Nisan bizim Urfa’nın Fransız işgalinden kurtuluş günüdür. Kutlamalarda temsili savaş sahnesinde bizimki düşman kumandanı “Sacor” rolünde... Kurusıkı silahlar patlayıp da tabii düşman kaçmaya başlayınca... Tribünlerde kim varsa atlıyor aşağı, “Allah... Allah...” diyerek önce bunu yakalayıp bir güzel dövüyorlar... Saat 11.30... ? Sonra... Sonra uğruna çok insanın şehit olduğu o tepelerdeki çimento fabrikasını Fransızlara sattı özelleştirme... Urfalıların kovaladıkları eli silahlılar, bu kez çantalarla dönüp oraları parayla satın aldılar... Tıpkı bizim Gima gibi... 2005’te gitti Fransız’a... Ziraat Bankası’nın sigorta şirketi, banka, gıda işletmeleri, cam sanayii, ulusal turizm kuruluşları, kıyılardaki cennet koylar... Tümü milletin malı... Bu ulusun öz varlıkları gitti gider... ? Sen aptallık yap... Dayağı Hilmi yesin... S M C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle