18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 KASIM 2011 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Vicdan Yarası İKTİDAR yandaşı olsun olmasın, istisnasız bütün vatandaşların vicdanını yaralayan bir siyasal yanlışın vebali, ister istemez o dönemde hükümet edenlerin sırtına yüklenir. Libya lideri Muammer Kaddafi’nin öldürülüşünde yaşanan insanlık ayıbı olayların ve o iğrenç görüntülerin asıl sorumluları sayılırken sıranın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na gelebilmesi için adı zikredilebilecek onlarca, hatta yüzlerce başka devlet adamı vardır elbet. Fransa’dan başlayıp okyanusların ötelerine kadar. Yine de gönül isterdi ki, Sayın Erdoğan’ın adı, sonlarda bile olsa öyle bir listeye girmek şöyle dursun, tam tersine eski Türk dostu Kaddafi’ye yapılan haksızlığa ve hele son vahşete karşı çıkmış bir politikacı olarak tarihe geçsin. Öyle olmadı ve o da NATO uçaklarını Libya üzerine salıp son faciaya yol açanlara katıldı. Oysa, Ankara’nın o trajedideki rolü Kaddafi’nin vaktiyle Türkiye için hissettiklerine ters düşmemeliydi. ürk Hava Kuvvetleri emeklisi bazı subaylar 1957 devre arkadaşları rahmetli C130 pilotu Esat Altın’dan dinlediklerini anımsayarak internete şöyle bir not düşmekten kendilerini alamamışlar: “1974 yılında ABD’ye rağmen Türkiye’nin Kıbrıs’a asker çıkarmasından sonra ABD Türkiye’ye silah ambargosu uyguladı. Tüm ABD uydusu devletler de bu karara uydu ve alkışladı. Din kardeşimiz sayılan hiçbir İslam ülkesinin sesi çıkmazken bir tek Libya Başkanı Muammer Kaddafi Kıbrıs çıkarmamızı onayladığını ilan ettiği gibi yardım talebinde de bulunmuştu. Türk hükümeti hemen bir bakanını Libya’ya gönderdi. Kaddafi o bakana silah depolarının kapılarını açarak istediğinizi dilediğiniz kadar alın dedi ve Türkiye’den gelen nakliye uçaklarından birine sembolik olarak sırtına aldığı bir silahı eliyle yükledi. Türk bakanın kısıtlı sayıda savaş uçağımız olduğunu bildirmesi üzerine de ‘Satın alın, faturalarını bana gönderin’ cevabını verdi. Libya devlet başkanı o bakanı gece misafir etmek istedi; bakan geldiği uçakla akşam dönmek zorunda olduğunu söyleyince, onu zorla o gece konuk etti, ağırladı ve ertesi gün bakanı kendi başkanlık uçağı ile Türkiye’ye gönderdi. Kaddafi’yi bugün öldürmüşler, rahmetli oldu. Bu olayların tanığı olan o bakan ise hayattadır ve adı Deniz Baykal’dır.” yleyse, şimdi şöyle düşünmek yanlış olmazdı: Toplumun vicdanını yaralayan bir durumun tepkisine ana muhalefetin de katılması doğaldır. Ama öyle olmadı ve CHP liderliği son iğrenç olaya tepkisiz kaldı. Demokrasilerde Sivil İtaatsizlik ve Kürt Sorunu Şiddet kimden ve nasıl gelirse gelsin ölümler, öldürmeler, katliamlar sorunu asla çözemez. Ne siyasal iktidarın açılım önermeleri, ne de PKK’nin şiddeti tırmandırışı kalıcı bir barışı sağlayamaz.. Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimizin sorunu vardır demek topu taca atmak, süreci çözümsüzlüğe itmektir. Halbuki sorun büyüktür ve ötelenmeye gelemez. Hüseyin ÖZKAHRAMAN Eski CHP Bahçelievler İlçe Başkanı S T Ö ivil itaatsizlik ya da başkaldırıyı siyasal terminolojiye kazandıran Amerikalı yazar ve düşünür Henry David Thoreau’dur. 1849 tarihinde Civil Disobedience makalesi Tolstoy ve Martin Luther’in dikkatini çektiği gibi Hindistan’ın halk önderi Gandhi’nin de direniş hareketlerinin ve mücadelenin de ilham kaynağı olmuştur. Sivil itaatsizlik eylemlerinin dünya tarihinde haksızlıklara ve kurtuluş mücadelelerine düşünsel bir zemin hazırlasa da ülkemizde de yakın zamanlarında sayısız örnekleri vardır. 1516 Haziran 1970 büyük işçi eylemi, 12 Eylül 1980 sonrası cezaevlerinde gelişen açlık grevleri, ölüm oruçları, Susurluk’ta bir kaza ile ortaya çıkan çeteler ve çetelere karşı bir dakika karanlık eylemleri, faili meçhuller ve kayıplarla ilgili Galatasaray’da Cumartesi Anneleri’nin verdiği mücadeleler, birer sivil itaatsizlik eylemi örnekleridir. Ayrıca bu aktiviteleri kendiliğinden gelişen ve büyüyen sonuç almaya odaklı hareketler olarak görmek gerekir. Benzer örgütlenmeler öyle bir kamuoyu oluşturur ki hiçbir siyasal otorite, olaylar karşısında kayıtsız kalamaz. 12 Haziran genel seçimler öncesi Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bile Cumartesi Anneleri’nin taleplerini dinlemek zorunda kalmıştır. Sivil itaatsizlik, az ya da çok adil ilişkilerin hüküm sürdüğü demokratik siyasal rejimlerde haksızlıklara, insan hakları ihlallerine, temel hak ve hürriyetleri kısıtlayan durumlara kar şı, yasal olanakların kalmadığı durumlarda başvurulan ortak adalet duygusunu temel alan ve şiddeti kesinlikle reddeden yasadışı ama politik bir eylem olmakla beraber hem meşru hem de aleni olarak yapılır. Eylemi örgütleyenler, amacı ortak ve somut bir hedef etrafında bir araya gelir, sorun çözülünce de dağılırlar. Kamu vicdanına seslenerek adeta sessiz bir çoğunluğun da dili olurken sistemin aksayan yönlerine itirazda bulunurlar. Yaptıkları eylemin bilincinde olup her türlü sonuçlardan da asla kaçmazlar. Dövülürler, horlanırlar, cop, biber gazı yerler yine de eylemlerine devam ederler. Bu bir inanç ve samimiyet duygusudur. Kamu vicdanına ve ortak adalet anlayışına çağrıda bulunan bu eylemcileri asla yasadışı ya da illegal örgüt mensubu olarak tanımlamamak gerekir. Haksızlıklara karşı bir barışçıl direnişi örgütleyenler, çifte standart duyguları içinde olamazlar. Örneğin kadına karşı şiddete, çocuk istismarlarına, işkencelere, cinayetlere karşı çıkarlarken kime, kimin yaptırdığına bakmazlar. Onurlu ve saygın eylemler Bu nedenle onurlu, saygın eylemlerdir. Ve benzerlerini de Doğu ve Güneydoğu’da giderek yükselen cinayetler, toplu katliamlara karşı da sivil itaatsizliği hayata geçirmek gerekir.. Kim ne derse desin, kim nereye oturursa otursun bıkmadan, yorulmadan, usanmadan, Türk ve Kürt kardeşliği için, yaşadığımız coğrafyada toplumsal duyarlılığımızı biraz daha fazla geliştirmek zorundayız. Ne güneş balçıkla sıvanır ne de umuda kurşun sıkılır. Halkların kardeşliğini yaşamak için kamuoyuna çağrıda geri durulmamalıdır. Şiddet kimden ve nasıl gelirse gelsin ölümler, öldürmeler, katliamlar sorunu asla çözemez. Ne siyasal iktidarın açılım önermeleri, ne de PKK’nin şiddeti tırmandırışı kalıcı bir barışı sağlayamaz.. Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimizin sorunu vardır demek topu taca atmak, süreci çözümsüzlüğe itmektir. Halbuki sorun büyüktür ve ötelenmeye gelemez. Kürt sorunu bir demokrasi sorunu olup demokrasi de Türkiye sorunudur. Kel topal demokrasi yerine çözüm “tam demokrasidedir”. Adil, eşitlikçi, katılımcı, kuvvetler ayrılığını güçlendiren, birbirini denetleyen, bağımsız yargıyı yaratan, herkesin benimdir diyebileceği bir anayasadır, siyasal partiler ve seçim yasalarıdır. Eşitsizliğin, işsizliğin, yoksulluğun, adam kayırmanın hüküm sürdüğü ülkemizde temel sorun, halkların kardeşliğini yaratma sorunudur. Bu da ancak meşru zeminde, ırkçılığı reddeden demokrasi yolunda gözü yaşlı anaların ve tüm toplum katmanlarının kol kola girerek yeter artık diyerek başkaldırısındadır. Sorunun çözümü de ne ABD’de ne de uzaklardadır; hemen yanı başımız da, çözüm bizdedir. Sayın CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi TBMM’dedir. “Elleri masum kanına bulanmışsa özgürlük ve demokrasi kutsal olmaktan çıkar” diyen Gandhi, özgür ve bağımsız bir Hindistan’ı böyle kurdu. Türkler ve Kürtler de Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı savaştılar ve Mustafa Kemal de özgür bir Türkiye’yi işte böyle inşa etti. Şimdi barış için bu şiddet niye? Sıra bizde. Bir arada ve barış içinde... Deprem... İlk deprem 2002... 34 şiddetinde... Gidip geldik... Büyük çatlaklar oluştu... Kimi medya yıkıldı... Uzan’lar “Altında kalacağız” diye balkondan atlayıp ailece kaçtılar... Depremzede Bilgin ailesinin oturduğu Sabah apartmanı ağır hasar gördü, kalanlar TMSF tarafından yaralı olarak kurtarıldı... ? İkinci sarsıntı 2007’de... 46 şiddetinde... Gidip geldik... Hukuk yerle bir oldu... Yargının enkazı altında kalan yargıçlardan umut kesilirken, alt katta oturan Haşim Kılıç adındaki muhasebeci vatandaş, sarsıntının etkisi ile kendini Anayasa Mahkemesi’nin tepesinde bulduğunu söyledi... Yargıtay, Danıştay... HSYK... YSK... Milli Eğitim geriye kayıp çöktü, 350 bin öğretmen sokakta kaldı... YÖK ve ÖSYM yıkılırken, depremden yara almadan kurtulan profesörler prefabrike üniversitelere yerleştirildi... Ağır hasarlı sendikalar, sivil toplum örgütleri, demokratik kuruluşlar boşaltıldı, girmek isteyenlere “Buralara girmeyin, başınıza yıkılır” denildi... Yağma ve talan olayları başladı: Petkim, Seka, Telekom, Tekel, Usaş, Sümerbank, rafineriler, limanlar, hastaneler, fabrikalar, yeşil alanlar, ormanlar başta olmak üzere birçok yer yağmalandı... Askeriye de sallandı... Şiddetli sarsıntı sonucu Genelkurmay’ın çatısı uçtu... Eksik demir ve çimento kullanılan kor kirişler, tüm kolonlar ve or sütunların kayması sonucu çöküntü meydana geldiği bildirildi... Birçok subay yıkıntının altında kaldı... Depremde, ilk sarsıntılarla birlikte balkondan atlayan Özkök ve Büyükanıt paşalar, Mevlana evlerine yerleştirildiler... ? Üçüncü sarsıntı 2011... 59.2 şiddetinde... Gidip geldik... Cumhuriyet yıkıldı... Kömür, nohut, makarna ve üçlü kanepe dağıtılan vatandaşlar, “Allah razı olsun verenden” diyerek kaderlerine razı oldular... Millet uyuduğu için hasar büyüktü.... Bir çöküntünün başında bağırabiliyorsanız bağırın artık: “Orada kimse var mı?..” C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle