28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
14 KASIM 2011 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR 15 Eugenio Barba’nın ‘Evini Yakmak. Bir Yönetmenin Kökenleri’ adlı kitabı otobiyografik bir roman tadı da taşıyor Evini yakan yönetmen iyatro bir yanıyla da yolculuklar ve karşılaşmalardan oluşan bir sanat dalıdır. Kimi zaman farklı coğrafyalara, kültürlere, tekniklere yapılan yolculuklarda öyle az bulunur bir karşılaşma yaşarsınız ki, ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz, bir şeylerin kökten değiştiğini hissedersiniz. Benim meslek yaşamımda Eugenio Barba ile karşılaşmak, böyle bir yere sahiptir. 1992’de, Galler’in Cardiff şehrinde ISTA ve Center for Performance Research tarafından düzenlenen, Eugenio Barba’nın yönetimindeki “Doğu ve Batı Performansları” başlıklı atölye çalışmasına katılmıştım. Atölyenin hedefi, Barba’nın “önifade hali” (preexpressivity) olarak tanımladığı sahnesel varoluş biçiminin, Doğu ve Batı geleneklerindeki farklı kodlamalarının ortaya çıkarılmasıydı. O çalışmada, Barba’nın enerjiyi mekâna yaymadan, kendi iç dairesinde yoğunlaştırıp tutabilmeyi (yani zaman düzleminde kullanmayı) öne çıkaran sahnesel varoluş gücüne verdiği önem beni çok etkilemiş, kafamdaki birçok soruya cevap olmuştu. ISTA’nın 19801985 arasında yürüttüğü çalışmaların bir ürünü olan ve Eugenio Barba ile Nicola Savarese’nin birlikte kaleme aldıkları “Aktörün Anatomisi” adlı muhteşem kitap da BatıDoğu kültürleri arasında dolaşarak, “bir temsil durumu içindeki insanın, yani fiziksel ve zihinsel varlığını gündelik yaşamı yöneten ilkelerden farklı ilkelere göre kullanan insanın biyolojik ve kültürel davranışlarını” incelemesiyle, yurtdışında yürüttüğümüz araştırmalarda önemli bir başvuru kaynağı olmuştu. Daktilomun Kuşları Kalan Müzik’ten çıkan “İstanbul 1925 Şarkıları” albümündeki çoğu şarkıyı unutmadım, fakat Deniz Kızı’nın Kanuni Artaki eşliğinde söylediği “Daktilo” şarkısını hiç unutmadım. “Yasakmeyve” şiir dergisinin 50. sayısında artık üretilmeyen daktiloya bir saygı duruşu gerçekleştirildi, ben de törende hazır bulundum. Bu yazı pek çok şeyi bir arada söylemek istediği için birazdan tıknefes olabilir, baştan haber vereyim! Almanya’ya göçün 50. yılı etkinlikleri nedeniyle pek çok haber okuyoruz. Yine trenler kalkıyor Sirkeci’den, yine Ruhi Su’nun “El kapıları/ kölelik kapıları” dediği türkü dilimizin ucuna geliyor. Ben yine çocukluktan gençliğe geçiyorum, babam yine altı çocuklu bir genç adam. 1972 yazında Nürnberg’de birlikte bira içiyoruz. Sonra bir yıl öncesine dönüyorum. Oto tamircisi babam işlerinin bozulması nedeniyle Almanya treninin yolcuları arasına katılıyor. Nürnberg’e gidiyor. İzinli geldiği ilk yıl da bana beyaz, kapaklı, küçük bir daktilo getiriyor. Şimdi çocuklara bilgisayar alınmasından farklı bu, o bir iletişim aracı, oysa daktilo tam tersine yalnızlık aracı, adı “yazı makinesi” ama bence “yalnızlık makinesi”. Genel olarak yazı yazan insanların, istemeseler de, kaçınılmaz bir yalnızlığı yaşadıklarını biliriz. Bir de yalnızlığa eğilimleri varsa, yazı yazmak onlar için tam bir sığınak sayılır. Yazının doğası da biraz bunu gerektirir. Biz çok kardeş olduğumuz için yalnızlığa sığınacak zamanım da mekânım da olmadı. Galiba pek ihtiyacım da olmadı. Olmasını ister miydim? Hayır. Arkadaşlık ve yoldaşlık gibi, kardeşlik de her şeyin üstündedir benim için, yazının da, şiirin de üstündedir. Galiba Özdemir Asaf’ın ünlü şiirini biz altı kardeş ters anlamışız ve “yalnızlık paylaşılır” deyip paylaşmışız. Böylece kimse de fazla yalnızlık çekmemiş. Herkes ihtiyacı olan yalnızlığı almış. Bana da yazı kalmış. Yalnızlıktan payıma yazı düşmüş yani. Ben de yazdım. Daktilomla Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın halk çocukları olduklarını, emperyalizme karşı koyduklarını, Türkiye’nin bağımsızlığı için canlarını ateşe attıklarını, idam edilmemeleri gerektiğini yazdım. Lise 1. sınıf öğrencisiydim, sınıftaki beş on arkadaşıma verdim yazdıklarımdan. Sonra gözaltı, askeri tutukevi, okuldan atılma derken benim beyaz daktilom bu kez de “suç makinesi” olarak işlem gördü. O yıllarda daktilo ancak arzuhalcilerin, memurların, mahkeme kâtiplerinin, sekreter hanımların, yazarların kullandığı bir şeydi. Bilgisayar gibi çoluk çocuğun oyuncağı olmamıştı! Elbette şaka yapıyorum, yani daktilonun “yaygın bir makine” olmadığını söylemeye çalışıyorum. Telefon gibi. Evinize telefon bağlanırsa mahallenin gözü aydın demekti ya eskiden. Daktilo da öyle. Dilekçe yazdırmak isteyen de gelir, siyasi bildiri yazmak için ödünç alındığı da olurdu. Benim küçük, beyaz, kapaklı daktilom da benimle birlikte hayli gezdi: Eskişehir, Ankara, İstanbul... Belleğime onca güvenirim, fakat sanırım daktiloma karşı bir vefasızlık ettim ve adını unuttum. Erica da olabilir diyorum. Nedense o adı pek yakıştırıyorum ona. Bir 15 yıl kadar önce İstanbul’da yitirdim onu. Artık pek kullanmıyordum, çünkü çalıştığım reklam ajansında daktilom vardı. Fakat onu kim aldı, daktilom kimde kaldı? Deniz Kızı’nın söylediği “Daktilo” şarkısını ise önce daktiloya yazılmış bir şarkı sandım: “Benim beyaz daktilom/Benim çapkın daktilom” nakaratlarında ise, “acaba daktilosuyla çok aşk mektubu, aşk şiiri mi yazıyor ki çapkın diyor ona?” diye biraz garipseyerek sorduğumu hatırlıyorum. Meğer o yıllarda daktilo da yazan sekreter hanımlara “daktilo” denirmiş. Çalıştığım ajans bilgisayara geçince, orada 15 yıl kadar yazdığım daktiloyu bana verdiler, Smith Corona evde duruyor. Kızım Nar onu görünce “Bu ne” diye sordu, anlattım, şeridi, kolu ilgisini çekti, tuşlarını gösterdim, bir iki tuşa basınca tuşlar havalandı. Nar havalanan harflere bakıp, “Baba, daktilonun kuşları uçuyor!” deyince de bu yazıyı yazdım. Babamın da Almanya’da bir “göçmen kuş” olduğu yılları hatırladım. T rım yüzyıl sonra kaleme alınmış bu kitap, bir yanıyla Barba’nın yönetmenlik serüveninin önemli köşe taşlarını, 20. yüzyılın ikinci yarısında arayışları ve sorularıyla tiyatroda iz bırakmış bir yaratıcının kat ettiği yolu, yaşadığı tereddütleri, vardığı kimi sanatsal, sosyal, felsefi, insani sonuçları çok içten bir şekilde okuyucuyla paylaşırken, aynı zamanda otobiyografik bir roman tadı taşıyor. Barba’nın temsillerinde iç içe geçen farklı örgüler gibi, bu önemli eserde de onun Grotowski’nin yanında başlayıp Odin Teatret’le süren yönetmenlik deneyimiyle kişisel tarihi iç içe geçiyor. “Bugünkü düşünceme göre, yönetmen tiyatronun atomaltı gerçekliğini tanıyan, bir temsilin farklı bileşenleri arasındaki kabul edilmiş bağları altüst etmeyi deneyen bir erkek veya bir kadındır” diyen Barba, bir anlamda “yönetmenin anatomisi”ni yazmış. “gölgeleri”nin izini sürüyor okuyucu. “Nereden geliyorum sorusunu, şimdiki zamanı dolduran uçsuz bucaksız gölgeler ormanı içinden isimler ve olaylar sayarak yanıtlamayı denedim. Gerçeklikte gölge olması için onu yansıtacak bir cisim olması gerekir. Gerçekliği farklı bir şekilde gören bazı masallarda ise durum tam tersidir: Asıl kök, gölgedir. Gölgesini kaybeden kendini de kaybeder.” Tiyatronun yeraltı tarihi Tiyatronun bir bilinen tarihi, bir de “yeraltı tarihi” olduğunu söyleyen Eugenio Barba, tutkulardan, yalnızlıktan, seraplardan, inatlardan, aşklardan ve reddiyelerden, yaralardan ve saplantılardan oluşan, kendilerinden ve dönemlerinin tiyatrosundan kaçmak için mücadele veren erkekler ve kadınlardan söz eden bu “yeraltı tarihi”nin kendi evi olduğunu ifade ediyor. “Aslında ben atalarının eski evinde yaşayan bir tilmizden başka bir şey değildim. Onların sırları ve aşırılıklarıyla uğraşıp durdum biteviye. Gösterdiğim tutkulu çaba onların pratiklerini ve görüşlerini ateşe verdi sonunda. Yangının dumanları arasında sadece bana ait bir manayı fark ettim.” Kitabın son bölümü de “dramaturji” üzerine düşünceler ile Eugenio’nun “gölgeleri”ni bütünleştirirken, “mana” üzerine düşünmeye çağırıyor hepimizi: “Dramaturji bir temsil oluşturmaktan ibaret değildir. Şimdiki zamandan kovulmamak için bir mücadele ve cehennemin reddedilmesidir aynı zamanda. Benim için cehennem, içinde yaşadığım şu çağda kendimi evimde hissetmek olurdu.” “Geçmiş zaman” ile yazılmış bir kitap “Evini Yakmak”, ama Eugenio Barba’nın tarihin gölgelerini ve kendi kişisel tarihini harman eden gözleri geleceğe bakıyor. Kargaşa ustaları 20. yüzyıl tiyatrosunun en büyük şansının kendilerini bağlayan zincirlerin farkına varmış ve bunları parçalamayı amaç edinmiş “kargaşa ustası” yönetmenlerin varlığı olduğunu vurgulayan Barba, en güzel formüller ardına gizlenip “zararsız” kılıklara sokulsalar bile, onların ortaya attıkları yakıcı sorular çekirdeğinin varlığını koruduğunu belirtiyor. Anılarla muazzam bir sahnesel birikimin deneylerinin el ele ilerlediği eserin üzerinde durduğu iki anahtar sözcük var: Dramaturji Mesci, 1992’de Cardiff’teki ISTA çalışmasında Eugenio Barba ile birlikte. Yönetmenin anatomisi Eugenio Barba, bölüm bölüm çevirterek okuduğum ve elimden bırakamadığım son kitabıyla yine başucumdaki yerini aldı: “Evini Yakmak. Bir Yönetmenin Kökenleri.” Odin Teatret’in kuruluşundan yaklaşık ya ve kökenler. Dramaturjiyi bilinen yazınsal anlamının çok dışında ele alan Barba, aktör dramaturjisinden seyirci dramaturjisine ve canlı bir organizma olarak temsilin dramaturjisine, organik dramaturjiye uzanan bir yelpazede çok önemli tespitler yapıyor. Koşut bir çizgide ilerleyen otobiyografik bölümlerde ise Barba’nın kökenlerinin, 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın ikinci gününde ödüller sahiplerini buldu Yazarlar okurlarıyla buluşuyor MELTEM YILMAZ/ AYŞEGÜL ÖZBEK TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından, TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde bu yıl 30.’su düzenlenen Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda dün, bu yıl ilki düzenlenen Ebubekir Hazım Tepeyran Ödülü sahibini buldu. “Romancılığımız ve Ebubekir Hazım Tepeyran” başlıklı, Doğan Hızlan, Tahsin Yücel, Yüksel Pazarkaya, Osman Şahin’in konuşmacı olarak katıldığı panelin sonunda Ebubekir Hazım Tepeyran Roman Ödülü, “Ölümün Gölgesi Yok” kitabıyla Adnan Binyazar’a verildi. Binyazar, Ebubekir Hazım Tepeyran’ın adını yaşatmak adına ödülün bir hayli anlamlı olduğunu söyledi. Fuarda ayrıca Cevdet Kudret Edebiyat Ödülleri’nin töreni de gerçekleştirildi. “DenemeİncelemeAraştır Ebubekir Hazım Tepeyran Roman Ödülü, Adnan Binyazar’a (solda), Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü Nurdan Gürbilek’e (sağda) verildi. ma” dalında verilen 2011 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü “Benden Önce Bir Başkası” adlı kitabıyla Nurdan Gürbilek alırken, “Kayıp Destan’ın İzinde” adlı kitabıyla Erkan Irmak’a da “Özel Ödül” verildi. Fuar kapsamında yayınevleri de yayıncılık alanındaki yenilikleri okuyucuya sunma fırsatı buldu. 30 yıldır çocuk kitapları yayımlayan Can Çocuk, Davranış Bilimleri Enstitüsü’yle işbirliğine girerek, kitaplarını uzman pedagog ve psikologların danışmanlığıyla küçük okurlarına ulaştırmaya başladı. Can Çocuk’un Genel Yayın Yönetmeni Samiye Öz, yayımladıkları kitapla rın yaş aralığının belirlenmesi ile içeriklerinin çocuk ruh sağlığı ve gelişimi açısından uygunluğu konusunda aldıkları danışmanlığın Türkiye’de bir ilk olma özelliği taşıdığını belirtti. Fuarın ikinci gününde de çok sayıda yazarın okurlarıyla buluştuğu etkinlikler gerçekleştirildi. Korku gerilim türünün başarılı yazarı Tess Geritsen, yanı sıra, Ahmet Telli, Ayşe Kulin fuarda okurlarıyla buluşan isimler arasındaydı. Fuarda KCK kapsamında tutuklanan yayıncı Ragıp Zarakolu’nun moderatör olarak katılması planlanan panelde koltuğu boş kaldı. “Resmi Tarihin Panzehri Olarak Sözlü Tarih” başlıklı panelde Zarakolu için ayrılan yere çiçek, Zarakolu’nun fotoğrafları ve “Sevgili Zarakolu düşünce özgürlüğü için, insan hakları için, eşitlik ve adalet için daima seninleyiz” yazılı bir metin de bırakıldı. Bursalı, Kuban ve Atabek kitaplarını imzaladı 30.Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı kapsamında gazetemiz yazarı Orhan Bursalı, Doğan Kuban ve Erdal Atabek okurlarıyla buluştu. Cumhuriyet Kitap standında gerçekleştirilen okur buluşmaları kapsamında yazarlarımız Cumhuriyet Kitapları’ndan yayımlanan kitaplarını imzalarken okurlar yoğun ilgi gösterdi. İstemi Betil son yolculuğuna uğurlandı ? ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) 11 Kasım’da yaşamını yitiren ünlü seslendirme sanatçısı, sinema ve tiyatro oyuncusu İstemi Betil (68) dün sonsuzluğa uğurlandı. Betil’in cenazesi, Karşıyaka Ahmet Efendi Camisi’nde kılınan öğlen namazının ardından Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi. Cenazeye, Betil’in eski eşi Asuman, kızları İrem, Senem Betil, aile yakınları, dizi, sinema, tiyatro oyuncularından Nuri Alço, Nusret Çetinel, Abidin Yerebakan ile çok sayıda sanatçı ve dostları katıldı. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle