19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
14 KASIM 2011 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] EKONOMİ 11 AKP’nin hassasiyet gösterdiği elektrikte zam Yıldız’ın açıklamasına göre yüzde 70’e dayandı, uzmanlar itiraz etti Yurttaş karanlığa itiliyor ? Yıldız, 2002’den beri elektriğe yüzde 68 zam geldiğini açıkladı. Sırf geçen yıl yüzde 10’a yakın zam yapıldığını hatırlatan EMO Başkanı Göltaş’a göre yalnız son dört yıldaki kümülatif zam yüzde 89. Ancak asıl tehlike, dışa bağımlılığın azaltılması konusunda ciddi önlem alınmaması... AYŞE SAYIN OLCAY BÜYÜKTAŞ AKÇA Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, AKP’nin işbaşına geldiği 2002’den bu yana konutlarda kullanılan elektriğe yapılan yüzde 68’lik zammı, “Tüketicilerin elektriği en uygun fiyatlarla kullanmasına yönelik bakanlığımızca gerekli hassasiyet gösterilmiştir” sözleriyle savundu. Yıldız, 2003’ten bu yana 1 milyon 700 bin abonenin 2 milyar liralık “kaçak” elektrik kullandığını açıkladı. Ancak Yıldız’ın açıklamalarına uzmanlardan itiraza geldi. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Başkanı Cengiz Göltaş, sırf geçen yıl yüzde 10’a yakın, son dört yılda da yüzde 89 zam yapıldığını hatırlatarak, hesaplamaların doğru olmadığını dile getirdi. Göltaş, yarısı doğalgazdan elde edilen elektriğin, doğalgaza gelen ciddi zamlarla daha ucuza üretilmesinin mümkün olmadığını savundu. 2010’da yüzde 9.57 zam Enerji Bakanı Yıldız, MHP Kütahya Milletvekili Alim Işık’ın elektriğe AKP hükümetlerinin işbaşında olduğu son 9 yılda yapılan zam oranlarına ilişkin verdiği soru önergesine yanıt verdi. Elektrik fiyatlarının belirlenmesinde, Yüksek Planlama Kurulu kararı doğrultusunda 2008’den itibaren “maliyet bazlı fiyatlandırma mekanizması”na geçildiğini belirten Yıldız, bu karar gereğince, maliyet ve döviz kurlarındaki değişimlerin fiyata yansıtıldığını ifade etti. Yıldız, karar doğrultusunda 1 Ekim 2010’da da elektrik fiyatlarında konutlar için yüzde 9.57, sanayi için 9.26 oranında artış yapıldığını kaydetti. Yıldız, 2002’den bu yana elektrik fiyatlarının konutlar için yüzde 68, sanayi için de yüde 63 oranında zamlandığını anımsattı. “Son dört yılda yüzde 88.8 zam gelmişken, dokuz yılda toplam yüzde 68 zam geldiğinin savunulmasının, konuyu iyi analiz etmemek demektir” diyen EMO Başkanı Cengiz Göltaş, doğalgaz fiyatlarının ciddi bir şekilde zamlandığının ve elekti Hesaplama doğru değil riğin yüzde 50’sinin doğalgazla üretildiğinin altını çizdi. Dünyada elektriğini en pahalı kullanan ülkelerden birinin Türkiye olduğunu belirten Göltaş, “Doğalgaza 2002’den bu yana ciddi zam gelmiştir. İstatistikler 2007’den bu yana elektiriğe yüzde 88.9 zam kümülatif zam geldiğini gösteriyor. Üstelik bu zamlar 2008 ve 2009 küresel krizlerinin yaşandığı yıllarda oldu. Yani talebin son derece düştüğü yıllar bunlar. Demek ki durum çok daha vahim olacakmış” diye konuştu. Göltaş, zamların işin sadece bir boyutunun olduğunu, Türkiye’nin hızla bir enerji krizine doğru süreklendiğini, enerji konusunda dışa bağımlılığın azaltılması konusunda ciddi önlem alınmadığını da sözlerine ekledi. Ağırlaşan Aydın Bunalımının Yarattığı Sorumluluk Adına ister Türkçesini kullanarak aydın, istenirse aynı anlama gelen Arapçasıyla münevver denilsin, toplumun bu kesimi çok sıkıntılı günler yaşıyor. Yıllardır süren ve ne zaman sona ereceği bilinmeyen uzun tutukluluk uygulamaları, dışarıda kalanların baskı altına alınmasıyla tamamlanıyor. Bilim insanları, sanatçılar, basınyayın yazar ve yorumcuları, büyük bölümüyle yıllarını vererek kazandıkları uzmanlıklarının gereğini ya da asıl işlerini yapamaz duruma gelmiştir. Uzun yıllar otoriter yönetimlerin baskısı altında yaşayan, daha doğrusu çağdaş bir demokraside olması gerektiği gibi yaşayamayan Türkiye aydını, yeni bir bunalım ya da kriz ortamına girmiş bulunuyor. Bu aşamada aydınların bir bölümünün geçmişte açıkça AKP’yi desteklemiş ya da AKP’nin kimi uygulamaları karşısında suskun kalmış olmaları ayrı bir değerlendirme konusudur. AKP’nin, siyasal kültürünün niteliği gereği demokratik olamayacağı gerçeğinin görülmesinde geç kalınmış olmasının da gelinen aşamada fazla bir önemi kalmıyor. Siyasal İslamı destekleyen sermayenin dişlileri arasında öğütülen, üniversiteleri ve araştırma kurumları AKP kadrolarınca ele geçirilen; gazete köşelerinden ya da TV ekranlarından kovulan ya da kovulma korkusu yaşayan, kısaca susturulmaya çalışılan ve sayıları her gün artan bir aydın topluluğu oluşuyor. ??? Aydınların yaşadığı yıkım, aslında, yıllar öncesinden başlayan AKP uygulamalarının ulaştığı bir yeni aşamadır. Önce öğretmenlerin ve eğitim yöneticilerinin, sonra da üniversitelerin, yükseköğretimin üst kurullarının, devletin elindeki diğer araştırma ve bilim kurumlarının AKP tarafından nasıl adım adım ele geçirildiği; bu kurullarda görevli kimi bilim insanlarının görevlerinden ayrıldıktan sonra da dayanaksız soruşturmalarla baskı altına alındığı dikkate alınırsa, gelinen noktanın gerçek niteliği çok daha doğru olarak görülür. Süreç, bağımsız olması gereken yargı sisteminin tamamıyla siyasallaşması; bağımsız olması gereken düzenleme ve denetleme kurumlarının tamamıyla hükümete bağımlı kılınması; son olarak da TÜBA ve İMKB’nin yönetim yapısının AKP’nin eline geçecek biçimde değiştirilmesiyle tamamlanıyor. Sürecin bütününe bakıldığında kolayca görülüyor ki, AKP ülkeyi, yasama ve yargıyı da yürütmenin emrine vererek, son günlerin deyimiyle otoriter demokrasi olarak adlandırılan bir yapıya sürüklüyor. Ne ülke demokrasisinin iç dengeleri, özellikle de muhalefet bu gidişe dur diyebiliyor, ne de meslek oda ve birlikleri, bu olumsuz gelişmeleri toplumsallaştırabiliyor. Aydınlar, sıkıntılarını, 12 Eylül sonrasının 1402’likleri gibi, kişiye özel yaşıyorlar. Oysa gidişin çok büyük ve önemli bir toplumsal yıkım boyutu vardır. Bilinmelidir ki, aydın bunalımının sonuçları, eğer çıkış yolu bulunamazsa, toplumun geleceği açısından en ağır ekonomik krizden çok daha yıkıcıdır. Aydını susturulan ve susan bir toplum geleceği göremez; kör olur. ??? Doğrudan ya da dolaylı olarak AKP’den özel çıkar sağlayan ve bu nedenle o partiye destek olanlar bir tarafa ki bunlara kanımca aydın denilemez nesnel olarak bakıldığında, bu aydınların çok büyük bir bölümünün, bu ülkede hak ve özgürlüklerin genişlemesini, evrensel ilkeleriyle hukukun egemen olmasını; siyasal yapının demokratikleşmesini; bağımsız kurumların güçlenmesini; toplumun çağdaşlaşmasını ve ülke içi barışı içtenlikle istedikleri; bu değerler için uğraş verdikleri yadsınamaz. Gelinen noktada aydınlara çok büyük ve tarihsel bir görev ve sorumluluk düşüyor; bireysellikten kurtularak ortak çözüm üretmek. Aydınlar, ömürlerini verdikleri bu değerlerin eriyip gitmekte olduğunun bilinciyle bir araya gelmeyi; iç ve dış gelişmeleri birlikte değerlendirmeyi ve yapacakları bir ortak çağrı ile iç ve dış kamuoyunu uyarmayı başaramaz mı? Türkiye aydını, ülkenin gelişme sürecinin içinden geçmekte olduğu; iç barışın bir türlü sağlanamadığı; yeni bir anayasa ile otoriterliğin iyice güçlendirilmek istendiği ve dönüşü olmayan bir yola girilmekte olduğu bu çok kırılgan dönemde, ortaklaşa; tümüyle siyaset üstü bir tutumla; daha doğrusu siyasete de yön verecek, giderek ona yol gösterecek, olabildiğince kapsamlı ve katılımcı bir yaklaşımı sergilemeyi başarmalıdır. Nesnel koşulların, tarihsel ve toplumsal gidişin aydınlara yüklediği büyük ve ortak sorumluluk kanımca budur. APEC’de adının Merkel ya da Sarkozy olmadığını söyleyen Medvedev, Avrupalı liderlerin zor durumda olduğunu söyledi Çözüm bulunmazsa etkisi yayılır Ekonomi Servisi AsyaPasifik Ekonomik İşbirliği Forumu (APEC) Zirvesi, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama’nın ev sahipliğinde Hawaii’de yapıldı. 21 ülkenin katıldığı zirvenin gündemini, küresel ekonomik kriz, İran’ın tartışmalı nükleer programı ve diğer uluslararası sorunlar oluşturdu. Amerikan Başkanı Obama, zirve çerçevesinde Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ile de bir araya geldi. Medvedev, Avro Bölgesi’ni sarsan krize çözüm bulmaya çalışan Avrupalı liderleri takdir ettiğini söyledi: “Benim adımın Medvedev olduğunu size hatırlatmak istiyorum. Merkel değil, Sarkozy değil. Onlar büyük olasılıkla şu anda insanların soru sormak istedikleri kişiler. Tanrı’ya şükür, Merkel de değilim Sarkozy de çünkü onlar için durum şu sıralar çok daha zor.” ABD Başkanı Barack Obama, zirvede yaptığı konuşmada “AsyaPasi ? Çin’de daha adil, uluslararası ekonomik bir düzen isteklerinin dile getirildiği zirvede, Obama da bütün Avrupa’nın, borç krizinin üstesinden gelmesi için Avro Bölgesi’ne destek verilmesi gerektiğini belirterek krizin çözülünceye kadar küresel ekonomi üzerinde olumsuz etki yapmaya devam edeceğini ifade etti. fik bölgesinin gelecek yıllarda patlamaya hazır büyümenin kalbi olacağını” söyledi. Obama, APEC üyesi dokuz ülkeyi kapsayan TransPasifik Ortaklık (TPP) anlaşmasının ana hatlarında uzlaşıldığını belirtti. edeceğini belirtti. Çin’e para birimi yuanın değeri ve izlediği ticaret politikaları konusunda baskıyı arttırmaya çalışan ve Çin Devlet Başkanı Hu Cintao’ya, “Amerikalıların, Çin’in ekonomi politikası ve ABDÇin ekonomik ilişkilerinin gelişimi konusunda hayal kırıklığına uğradığı ve sabırsızlığının arttığı” uyarısında bulunan Obama, Çin’in ticarette uluslararası kurallara uygun hareket etmesi ve Amerikalıların fikri mülkiyet haklarını ihlal etmeyi durdurması gerektiğini söyledi. Çin’e uyarı Avro Bölgesi borç krizine de değinen Obama, bütün Avrupa’nın, borç krizinin üstesinden gelme çabalarında 17 üyeli Avro Bölgesi’ne destek vermesi gerektiğini ifade etti. Obama, krizin çözülünceye kadar küresel ekonomi üzerinde olumsuz etki yapmaya devam Bu arada Çin Devlet Başkanı Hu da konuşmasında, “gelişmekte olan ekonomilerinin temsiliyetini arttırmak adına küresel ekonomik yönetimin dünya ekonomisindeki değişiklikleri yansıtması gerektiğini” söyledi. “Çin, daha adil uluslararası ekonomik düzen kurmak ve uluslararası ekonomik sistemde reform için çalışacak. Çin, uluslararası ekonomik ve finansal kuruluşlarda büyük rol oynayacak” diyen Hu, Çin’in “dengesiz, eşgüdümsüz ve sürdürülemez kalkınma” gibi ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğunu vurguladı. Bu arada, kapitalizm karşıtı ve Hawaii’nin bağımsızlığını savunan yaklaşık 400 gösterici, APEC zirvesinin düzenlendiği Honolulu’da gösteri yaptı. Dimitri Medvedev Japon Başbakanı Yoshihiko Noda Küçük yatırımcı Uzel’e sahip çıktı Ekonomi Servisi Açılan bir dava nedeniyle mahkeme tarafından tedbir kararı alınan ve Uluslararası Finans Kurumu’na (IFC) borcu nedeniyle 22 Kasım’da satışa çıkarılacak olan Türkiye’nin en büyük traktör üretim kapasitesine sahip Uzel Makine’nin küçük ortakları, şirketin icradan satışını önlemek için mahkeme tarafından konulan tedbir kararının kaldırılmasını talep etti. Uzel makinenin halka açık yüzde 17’lik bölümüne yatırım yapmış küçük ortakları adına açıklama yapan Hacı Demir, şirketin aile içi anlaşmazlıkların mahkemeye yansımasıyla üretim dışına itildiğini belirtti. “Tarihin sonu”na gelmediğimizi biliyorduk, ama sanırım şimdi Yunanistan’da, İtalya’da yaşananları gördükten sonra, “demokrasi”nin sonuna geldiğimizi düşünmeye başlayabiliriz. Halbuki, Avrupa Birliği bir “uygarlık projesi”, demokrasinin beşiği, Kopenhag Kriterleri, ülkeleri sivil asker bürokrasilerin elinden kurtaran bir demokratikleştirme aracı değil miydi? Demokrasi yalnızca bir an mıydı? Françis Fukuyama, “Doğu Bloku” çöktüğünde, “tarihin sonu”na gelindiğini açıklamıştı. Burada önümüzde “serbest piyasa”, dolayısıyla liberal demokrasi, dolayısıyla refah, istikrar, toplumsal olarak güvenlikli bir çağ açılıyordu. Bunun bize faturası en fazla, olaysız ve can sıkı bir yaşam olacaktı. Ancak tarih savaşlarla, mali krizlerle, dinci akımların yükselişiyle, devrim, komünizm kavramlarını yeniden ortaya çıkaran toplumsal hareketlerle yoluna devam etti; “tarihin sonu” savının aslında, ABD hegemonyasını destekleyen fantezi olduğunu gösterdi. Bir başka muhafazakâr Amerikan yazarı Robert Kaplan ise 1997’de küreselleşmenin ilk mali krizi yaşanırken ve ilk karşı tepkiler ortaya çıkmaya başlarken The Atlantic Monthly’de “Demokrasi yalnızca bir an mıydı” diye soruyordu. Kaplan’a göre Batı’nın büyük siyasi başarısı olan “demokrasi” giderek bürokratik oligarşiye dönüşüyordu. Kaplan, o zaman, bu dönüşümün kökeninde esas olarak dört önemli eğilim görüyordu. Birincisi, ekonomik alandaki muazzam güç yoğunlaşmasıydı; dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 50’sini dev şirketler oluşturuyordu. En büyük 200 şirket dünyanın toplam istihdamının binde 25’ini, ama ekonomik etkinliğin yüzde 28’ini gerçekleştiriyordu. En büyük 500 şirketse dünya çıktısının yüzde 70’ini üretiyordu. İkincisi, bu kutuplaşmaya bağlı olarak seçkinler topluma hesap vermekten giderek daha çok uzaklaşıyor, kendilerini daha az sorumlu hissediyorlardı. Buna karşılık kitleler de adeta tüketen, üreten “koyunlara” dönüşüyor, siyasete ilgilerini kaybediyorlardı. Üçüncüsü, egemen sınıfların ideolojisi de bizzat seçkinler içinde tutarlılığını kaybederken kitleler üzerindeki etkisi zayıflıyordu. Dördüncüsü, diktatörlüklerin egemen olduğu Tunus gibi ülkelerde genel seçimlerin, demokrasiye düşman akımları iktidara getirme olasılığı giderek artıyordu. Sonuç olarak Kaplan’a göre demokrasi olanaksızlaşırken yerini bürokratik oligarşik, otoriter rejimlere bırakmaya başlıyordu. Kaplan bunları yazarken tarihin gündeminde 11 Eylül, Irak savaşı, mali kriz “büyük durgunluk”, Tahrir’den Wall Street’e yeni bir devrimci dalga vardı. Diğer bir deyişle liberal demokrasiyi bürokratik oligarşiye doğru dönüştüren eğilimleri güçlendirecek, halk “pasif koyunluktan” çıkmaya başladıkça da kapitalist toplumun demokrasiyle, ‘halk rızasıyla’ yönetilmesini Bir Şeyin Sonu, Ama Tarihin Değil daha da zorlaştıracak gelişmeler gündeme gelmek üzereydi. Şimdi tüm bu gelişmelerin ürünlerini vermeye başladığı bir noktadayız. Bunun için halen Arap devrimci dalgasının, ABD ve Batı’nın yardımıyla Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıması bir yana, gelin “demokrasinin beşiği”, bir “uygarlık projesi” AB’nin iki üyesi Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş başbakanlardan alınıp görevin “hesaplayan makinelere”, AB kurumlarının ekonomik uzmanlarına, teknokratlara (Financial Times, 09/11) verilmesine kısaca bakalım. Oligarşinin zamanı demokrasinin zamanı Yunanistan’da Başbakanı Papandreu, AlmanyaFransa ekseninin (“Merkozy”) mali yardım karşılığında dayattığı ekonomik kemer sıkma paketini, referanduma sunmaya, diğer bir deyişle kendisini seçen halka sormaya kalkınca istifaya zorlandı. Papandreu ve Sosyalist Parti hükümetinin yerini Avrupa Merkez Bankası’nda başkan yardımcılığı yapmış Papademos ve bir ulusal birlik hükümeti alıyor. Bu “darbe”de MerkozyIMF basıncının yanı sıra Yunanistan’ın egemen sınıfları da etkin rol oynadı. Financial Times’ta Misha Glenny’nin aktardığı gibi asla vergi vermeyen, Balkanlar üzerinden yapılan yakıt kaçakçılığından yılda üç milyar Avro kaldıran, Yunanistan’da yaptıkları paraları dışarıya, İngiltere gayrimenkul piyasasına kaçıran, yapılacak özelleştirmelerde kamu varlıklarını yok pahasına kapatmak için pusuda bekleyen oligarşinin, denetimindeki medya aracılığıyla yürüttüğü karalama kampanyası Papandreu’nun devrilmesinde belirleyici oldu. (Financial Times, 07/11) Papademos hükümetinin ilk görevi “kemer sıkma paketini” halka sormadan meclisten geçirmek. Benzer bir sürecin, İtalya’da seçilmiş hükümetin devrilerek bir teknokratlar hükümetiyle, Berlusconi’nin İtalyan ve AB oligarşisinin muteber bürokratı, Cizvit okullarının yetiştirmesi Mario Monti ile değiştirilmesi sırasında izleyebiliyoruz... Monti’nin adı öne çıkar, Berlusconi’nin gideceği belli olurken İtalyan büyük sermayesinin organı Akfen’den 6.3 milyon lira kâr Ekonomi Servisi Akfen Holding, üçüncü çeyrekte konsolide net 6.3 milyon lira dönem kârı açıkladı. Holdingin konsolide gelirleri, 2011’in ilk dokuz ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 33.6 artarak 982 milyon liraya yükseldi. Holdingin 2010’un ilk 9 ayında elde ettiği 150.5 milyon lira düzeyindeki faiz, amortisman ve vergi öncesi kârı (FAVÖK) yüzde 59 artarak 239 milyon TL oldu. Confindustria’nın gazetesi “Acele Edin” başlığıyla çıkıyor, yorumunda “politikanın (demokrasinin) zamanının çok yavaş işlediğini, mali krizlerin zamanıyla çok uyumlu olmadığını” anlatıyordu. Monti’yi destekleyen medyanın önde gelen gazetelerinden Corsair’de, De Bortoli’nin genel müdürü, “tarafsız olmak, halk tarafından sevilmemeye yol açtığından, sevimsiz seçenekler, halk tarafından seçilen görevlerle uyuşmadığından, partiler dışı bir teknokratın gerekli olduğunu” anlatıyordu. (Il Manifesto, 11/11) Confindustria’nın gazetesinin aksine, Yunanistan’da yayımlanan Eleftherotypia gazetesinin yazarlarından Aristeas Bougatsa’ya göre, yaşananlar “politikanın zamanıyla” son derecede uyumluydu, uluslararası sermayenin ve seçkinlerin politikasının zamanıyla... Papandreou’nun yerine geçen Papademos’un ve Berlusconi’nin yerine geçecek olan Monti’nin ortak özellikleri, yaşamları boyunca sermayenin kurumlarında görev almış olmanın yanı sıra yıllarca, ‘Trilateral Komisyon’ üyeliği yapmış olmalarıydı. İki dönem Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapan Monti halen, Trilateral Komisyon’da Avrupa’yı temsil eden iskemlede oturuyormuş. “Bildiğiniz gibi” diyor, Bougatsa, “Trilateral Komisyon ABD, Avrupa ve Asya sermayesinin, küreselleşmeyi ve uluslararası kapitalizmin çıkarlarını savunacak liderler yetiştiren bir kurumudur; bir komplo örgütü değil, uluslararası sermayenin yönetim aygıtlarından biridir. Papademos hükümetinde Papademos gibi Bilderberg üyesi de olan başka isimlerin olduğunu da aktarıyor Bougatsa (11/11). Cumartesi günü La Stampa’nın bir yorumcusu, “sağda ve solda demokrasi elden gidiyor zilleri çalındığını”, “yorumcuların, krize çözüm bulma konusunda demokratik bir mutabakat oluşturulamadığından yakındıklarını” aktardıktan sonra, “aslında bu kaygıların yersiz olduğunu” iddia ediyordu; “Her hükümet meclisten onay almak durumundaydı... Monti de zaten kendini tüm uluslararası topluluk önünde kanıtlamış biriydi.” “Buna karşılık politikacılar, üstelik salt İtalya’da da değil, genelde, ekonominin ve uluslararası mali sermayenin araçlarını yönetmekte yeteneksiz olduklarını göstermişlerdi.” Tüm bunlar, sermaye partileri sermayenin programına demokratik koşullarda halkın rızasını alamadığı için oluyor ve “İşçi sınıfının sermayenin iktidarına başkaldırması, devletin biçiminde bir krize yol aşıyor” (Aktaran: Galip Yalman, Transition to Neoliberalizm: The Case of Turkey in the 1980’s, İstanbul 2009, sf. 299) “Yeni rejim demokratik görüntüsünü koruyor, ama devletin biçiminde ciddi değişiklikler yaşanıyor.” Tüm bunlar, yakın zamana kadar, medyada Alman Marshall Fonu gibi kurumlar için yazdıkları denemelerde “Türkiye’de demokratikleşme için AB çapasının ne kadar gerekli olduğunu” anlatan yerli malı tiplere ders olur mu desem, bana yazık... Çeyrek altın üretimi 7 kat arttı ? ANKARA (ANKA) Düğün sezonunun sona ermesiyle gerileyen altın üretimi eylülde tekrar yükselişe geçti. Çeyrek altın üretimi eylülde önceki aya göre yüzde 642 artış gösterdi. Eylülde toplam 1 milyon 435 bin adet altın üretilirken bunun 1 milyon 118 bin adedini çeyrek altın oluşturdu. Toplam altın üretimi eylülde bir önceki aya göre yüzde 313.9, geçen yılın eylül ayına göre yüzde 42 arttı. Üretilen 1 milyon 435 bin adet altının 93 adedini 5’i bir yerde, 24 bin 924 adetini 2 buçukluk, 137 bin 547’sini tam altın, 154 bin 330’unu yarım altın, 1 milyon 118 binini ise çeyrek altın oluşturdu. Dokuz ayda 9 milyon 732.7 bin adet altın üretildi. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle