18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
31 OCAK 2011 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 u yazı dizisi, son bir ay içinde Arap medyası (El Cezire TV, El Arabiya TV, El Şark El Awsat, El Quds El Arabi, El Nahar, El Enwar, El Sefir, Daily Star, El Ehram, El Şuruq, El Hayat, El Düstur gibi) ve Batı basınında yayımlanan yüzlerce makalenin okunması sonucunda varılan bir kanaat ve değerlendirmenin sonucudur. Elverdiğince alternatif kaynaklara bakılarak karşılaştırma yapılmış; nesnel olmaya gayret edilmiş ve imkân dahilinde ezberin dışında analiz yapılmaya çalışılmıştır. Devrim kapsama alanı unus halk isyanı başladığında, hemen herkesin aklındaki biricik soru şuydu: Bu devrim, diğer Arap ülkelerine sıçrar mı? Örneğin, Moritanya Noterler Birliği Başkanı şöyle yazdı: “Tunus devriminin Moritanya’ya sıçrama riski yoktur. İki ülkenin şartları farklıdır. Ayrıca Başkanımız Muhammed Wild Abdulaziz, kesinlikle Zeynelabidin bin Ali değildir: Başkanımız sosyoekonomik ve politik şartların iyileştirilmesi için çalışmakta; serbest seçimlere, şeffaflığa ve diyaloğa önem vermekte; ülkenin kötüye gitmesine yol açacak adımlardan kaçınmaktadır.” (Le Quatidien de Nouakchoutt, 27 Ocak 2011) Yemen Devlet Başkanı Ali Salih Muhammed’in verdiği yanıta bakalım: “Yemen asla Tunus olamaz. Bizde hanedanlık yok; seçim sistemi vardır. Tunus’ta kimliğinde Müslüman yazmayan camiye giremezdi; bizde böyle bir uygulama yok. Allah’tan başka kimse mükemmel değildir. Eğer kusurlu isem, halkımdan özür dilerim. Olayları bahane eden muhalefet, gayrimeşru yollarla iktidar koltuğuna oturmak derdindedir.” (El Şark El Awsat, 25 Ocak 2011) Mısır Dışişleri Bakanı Ebu’l Gayt, Tunus olaylarına ilişkin yorumunda; bunun ülkesinde tekrarlanmayacağına dair neredeyse güvence verirken, Avustralya’dan Subhi Fuad isimli gazetecinin yanıtı gecikmedi: “Tunus devrimi, Mısır’da aynı kolaylık ve hızla tekrarlanabilir.” (El Quds El Arabi, 28 Ocak 2011) Cezayirli ve Faslı siyasetçiler (biri sosyal demokrat), Tunus olaylarının kendi ülkelerinde tekrar edilmeyeceğinden emin gibiydiler. Fransız bir muhabir, Mısır’da görüş top alevinin B SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM Bir ucu Yemen bir ucu Ürdün T larken halkın cevabının daha kesin olduğunu gördü: “Tunus’ta olan, niçin ülkemizde gerçekleşmesin ki?” Gelişen olaylar, tersini gösterdi: Birkaç örnek alıntı: Cezayir’deki İslamcı Barışçıl Toplum Hareketi Başkanı Ebu Carra Sultani, “Zamları durdurmak; bedava yağ, ekmek, makarna ve simit vermek ağrı kesici gibidir; derde derman değildir. Zira 5 Ocak’taki gibi gösteriler, si yasi problemlerden doğmaktadır” dedi. (El Şark El Awsat, 29 Ocak 2011) “Tunus, Mısır, Cezayir veya Yemen; her ülke farklı biçimlerde değişimin girdabına girdi” (Hazım Sağiye, El Hayat gazetesi, 29 Ocak 2011) tespiti yapılırken; Tunuslu aydınların durum değerlendirmesindeki şu ibare dikkat çekiciydi: “Tunus halkının özgürlük ve onur mücadelesindeki bu tarihi olay, bölgede bekleyen diğer halkların ufkunu açmıştır.” iyaset felsefesi uzmanı politikacı (İsrail parlamentosundan kovuldu) Filistinli Azmi Bişara, “devrim salgını”nı şu ifadelerle dile getiriyor: “Tunus devrimi, sınır ve barikat tanımıyor. Tunuslular, yalnız olmadıklarından ve Arap halklarının yanlarında yer alacaklarından emindiler. Kimi Araplar, Tunus devriminin önemini azaltmak ve belayı baştan savmak amacıyla çürük gerekçelere sarılıyorlar: Bu isyan, istisna bir durummuş! Tunus, Avrupa’ya çok yakınmış! Halbuki devrim salgınının bir ucu Yemen’de, diğer ucu Ürdün, Filistin ve Mısır’dadır. Bu, Tunus kimliğine bürünmüş bir Arap ihtilalidir. Devrimin binlerce nedeni vardır. Fakat Tunus’taki gencin kendisini yakması, asla bu sebeplerden biri değildir. Devrim, bu yakma olayından değil de herhangi bir etken veya nedenden de başlayabilirdi. Birçok yerde (Moritanya, Cezayir, Yemen, Mısır vs.) kendini yakmak suretiyle protesto, intihar olayları yaşandı. Bu yakmalardan ötürü tetiklenen demokratik halk kalkışmalarına tanık olmadık. O halde, Tunus toplumu uzun zamandan beri devrime hazırdı; ateşlenmesi için bir gerekçe, fırsat veya bahane yeterliydi. Çünkü mevcut halk devriminin hedefi Tunuslu gencin yakılmasını protesto etmek değildi; tersine, isyan, politik taleplerle ortaya çıktı.” (El Cezire, et sitesi, 24 Ocak 2011) S Yeniden sözlüğe girdi “Tarih bitti, devrimler çağı kapandı” diye dayatılan küresel ideolojinin oryantalist bakış açısı boşa çıktı: Üçüncü dünya halklarından bir şey çıkmaz! Arap dünyasını sarsan halk ayaklanmaları, bunun tersini göstermekle kalmadı; “devrim” sözcüğünü yeniden siyasi literatüre, sözlüğe taşıdı. Önümüzdeki cümleleri okuyalım: “Tunus’ta başlayan, Mısır’da sürüyor; yarın ise Arap dünyasına yayılacak. Bir bayrak yarışı gibi; bir diyardan diğerine seyahat eden tren gibi ha bire ilerliyor halk devrimleri. Bir yerden diğerine tecrübe de taşıyorlar. Bunu Amerikalı diplomatlar da itiraf etmeye başladılar. Önemlisi şudur: Hayli zamandır unutulmaya yüz tutan ‘devrim’ kelimesi, politika gündemine, siyasi sözlüklere yeniden girdi. Unutkanlığa aracı olan aydınlarımızın halka özür borcu vardır.” (El Fadıl Şelak, El Sefir gazetesi, 29 Ocak 2011) Aynı yazar, “Yasemin” Devrimi veya Facebook Devrimi damgasını da reddediyor. Bunu, bir Batı dayatması ve saptırma olarak görüyor. Ona göre; her devrimin kendi döneminde kullandığı teknik araçlar farklıdır: Bolşevik Devrimi gazete ve bildiriye (matbaa) dayanıyordu. Mısır’daki Abdülnâsır İhtilali (1952), transistorlu radyolardan; Humeyni devrimi kasetlerden; Tunus ayaklanması ise internetten yararlanmıştı. unus halk kalkışması, dış dünyaya “Yasemin Devrimi”, Mısır’daki ise “Zaferan (Safran Otu) Devrimi” diye tanıtılıyor. (Emel Abdulaziz El Hezani, El Şark El Awsat, 29 Ocak 2011). Oysa bu demokratik bir halk devrimi olmanın ötesinde; tipik bir yoksulların, itilmişlerin, ezilenlerin ve en alttakilerin sınıf mücadelesidir. Zengin ve yoksul kavgasıdır. Dipten gelen devrimdir; geri bıraktırılmış, milli gelirden nasibini alamamış varoşlar ve kırsal bölgeler dahil çevrenin merkezi kuşatma harekâtıdır. Hemen hiçbir siyasi parti, hareket ve oluşumun önderliğinde başlamamıştır. Bir anlamda sezgisel, tepkisel ve kendiliğinden gelişmiş isyanlar dizgesidir. Belkemiğini gençler, orta tabaka, eğitim derecesi yüksek işsiz yığınlar, öğretmenler, avukatlar, sivil toplum kuruluşları oluşturmaktadır. Yılların öfkesine yol açan üç temel nedeni vardır: Dışa bağımlılık, yolsuzluk (ve yolsuzluk) ve diktatörlük. Lübnanlı düşünür Maan Başşur’un tanımını aktaralım: “Bolşevik Devrimi’nin mühendisi Lenin’e göre; onlarca yıl geçer, bir toplumda kıpırdanma olmaz; ama öyle zaman gelir ki, birkaç hafta içinde yaşananlar Sevgili dostlar, lütfen şu iki kuralı unutmayın. Bunlardan birincisi şu: Dünyadaki tüm otoriter rejim ya da diktatörlük heveslileri ve yandaşları için genel geçer bir kural vardır; 2030 kişi tepki gösterirse hiç acımadan bastırırlar. Ama 4050 bin kişi tepki gösterirse hemen kaçarlar. İlk önce biraz “Bunlar organize, bunlar terörist” filan derler, ama sonra arkalarını dönüp giderler. İran şahından tutun, Filipinler’in ünlü Marcos’una kadar hep böyle olmuştu. Hatta gençler bugün hatırlamazlar. Ferdinand Marcos, Filipinler’in güçlü diktatörü idi. Halk sözüm ona kendisine de karısına da bayılıyordu. Gazetelerde hep “first lady’nin şıklığı” konuşuluyordu. Bir gün karşısına “küçücük bir kadın” çıktı. Adı Corazon Aquino idi. Ve Marcos tarafından öldürtülen muhalefet liderinin eşi idi. 1986 seçimleri yapıldı. Her zamanki gibi, Marcos yine kazandı. Halk onu çok seviyordu, bayılıyordu ya, seçimleri kazanması doğaldı. Zaten kamuoyu araştırma şirketleri de hep Marcos’un kazanacağını biliyorlardı. En azından yüzde 4550 alacak diyorlardı. Seçimi kazanır kazanmaz, ABD hemen Marcos’u kutladı; “Filipinler demokrasisi, bölge için parlayan bir yıldız gibi ışık tutmaktadır” dedi. Seçimlerde hile yapıldığını, tüm düzenin, seçimi Marcos’un kazanmasına göre ayarlandığını söyleyenlere, “Bunlar komik iddialar” dendi. Ama halk seçimlerde hile yapıldığını, demokrasinin en temel ilkesi olan eşitlik ve dürüstlüğün çiğnendiğini biliyordu. Ve halk ayaklandı. ABD, Filipinler’in tek lideri olarak Marcos’u tanıdığını yineledi. Halk Marcos’un sarayını kuşattı. ABD, Marcos’a desteğini yineledi. Halk, kapıdan içeri girdi; ABD, Marcos’tan desteğini çekti. Ve Marcos hemen Hawaii’ye kaçıp gitti. Dediğim gibi, bu kural hep böyledir. 3040 kişi bulunca, her diktatör, her otoriter lider gibi Marcos da acımasızdı. “Bunlar terörist” derdi, dövdürür, yıllarca hapis yatırır, hatta öldürtürdü. Sevgili dostlar, ikinci genel geçer kural da şudur: Mezarlıktan geçenler ıslık çalarlar ya, otoriter rejim taraftarları, otoriter liderler ve yandaşları da aynen öyledirler. Korkmuyor görünsünler diye... Cesaret kazansınlar diye... Sesleri ne kadar yükselirse, anlarsınız ki, o kadar korkuyorlardır. Ne kadar acımasız ya da cesaretli görünüp tepeden bakar gibi yapıyorlarsa, anlayın ki korkuları en üst noktadadır. Bu da diktatörler için “hiç değişmeyen ikinci kural”. Bu iki kuralı niçin mi hatırlattım? Hiçbir şey için. Sadece bu iki kural, her ülke için, her durum için, her otoriter lider için, onun yandaşları için, besledikleri için geçerlidir. Sadece bu iki kuralın, bazen Türkiye için bile geçerli olabileceğini hatırlayın diye söyledim. Sevgili dostlar, izin verirseniz, bundan sonra bir de Türkiye analizi yapalım. Daha doğrusu Türkiye gerçeğine, bu gerçekte “dost ve müttefiklerimizin” rollerine, bir bütünlük içinde bakmaya çalışalım. Dediğim gibi, sadece bir bakış açısı. Doğru da olabilir, yanlış da! 1980 sonrasında, “dost ve müttefik bir ülke ya da ülkeler” Türkiye’de yeni bir rejim istiyorlardı. Gerçi 12 Eylül öncesinde de, temel aktörler olan siyasal partileri ve orduyu etkileyebiliyorlardı. Üstelik siyasal rejimimizin çocukluk hastalığı olan “gücünü liderden ve lidere bağlılıktan alma” ve bu nedenle “Türkiye’nin sorunlarına gerçek çözümler üretememe” hastalığı da, onların, sistemi, istedikleri biçimde etkilemelerini kolaylaştırıyordu. Ama yine de, Türkiye’de güçlü bir sosyal demokrat hareket vardı. Güçlü bir sol hareket vardı. Güçlü sendikalar vardı. 2.5 milyondan fazla sendikalı vardı. Gitgide güç kazanan CHP vardı. Bunun üzerine, 12 Eylül darbesi ve tüm solu ve onun karşısına isteyerek çıkardıkları, silah verdikleri milliyetçi sağı ortadan kaldıran bir dip hareketi oluşturuldu. “Güçlü ve dost müttefik ülke” ile anlaşan Kenan Evren ve askerler, o dost ve müttefikin istediği tek kişi olan rahmetli Turgut Özal’ın iktidara getirilmesini sağladılar. İlk kez Arap ve ABD sermayesinin Türkiye’ye İslamcı fonlar, bankalar, yatırım ortaklıkları eli ile girmesi sağlandı. Yeni sistem oturuyordu. Ve bu hareketlerin desteklenmesi için, o dönemde birkaç tane “yandaş” bulunması yeterli idi. ABD, o dönemde bu yandaşları, soldan sağa geçen ve bir tane de MHP’den devşirilen birkaç gazeteci, akademisyen, aydın(!) bularak sağladı. Onlar, örneğin şöyle diyorlardı; “Her şey harika gidiyor, viski de bulabiliyoruz, nescafe de”. Aynen böyle diyorlardı. Emin olun aynen. Ve ekonomi, böyle tartışılıyordu. Viski, sigara, nescafe ve kahve üzerinden. Her şey iyi idi. Ancak, bir şey daha vardı. Sistem için, bir daha solun güçlenmemesi de zorunlu idi. Buna da bir dahaki yazıda devam edelim. Oyunu Bozmak, Yeniden Kart Dağıtmak (2) T YOKSULLARIN GAZABI onlarca yıllık gelişmeye bedel olabilir! Şurası sır değil; rejimi tekeline almış zümrenin çürümüşlüğü ve yolsuzlukları, küresel sistemin bir parçasıdır. Küresel sömürü tekeli, halkın helal servetini talan edip, ülke evlatlarının emeğini gasp eder. İşbirlikçilerin, küresel tekelcilerin ortağı olmaları da sır değildir. Bu nedenle, küresel kriz dönemlerinde yerli ortaklarının sarsılmaları da rastlantı olmasa gerek. Kimileri, yaşananları sosyoekonomik nedenlere bağlamakla yetinebilirler. Amaç yurtseverlik, kültürel, dinsel ve siyasal yönlerinin üstünü örtmektir. Oysa biliriz ki; mevcut sistemleri koruyup kollayan ABD ve benzeri sömürgecilerin desteği olmasaydı, böylesine vahşi sömürü, despot luk, yolsuzluk ve baskı mümkün olmazdı.” (El Quds El Arabi, 28 Ocak 2011) Şu analize bakalım: Arap halkları sömürgecilerin top ateşleriyle yandılar; siyasi sömürgecilikten çok çektiler; uygarlık denilen barbarlıktan canları yandı ve şimdi de sömürgeci işbirlikçilerin despotluklarının aleviyle yanıyorlar. (Muhammed El Şanqiti, El Cezire, 28 Ocak 2011) Bu tespiti doğrulayan Ha İzrael Ha Yom (İsrail El Yevm) yazarı Yakov Amidar, “Batı yanlısı Arap despotları bir bir devriliyor” diye yazmış. (28 Ocak 2011). Mısır ve Tunus olaylarını değerlendiren kimi uzmanlar; “Demokrasi Amerikan hibesi değildir; tersine, olaylar aynı zamanda yerli despotlar ile onları destekleyen Batılı yönetimlere karşı başkaldırıdır” diyor. El Cezire TV kanalı ise meselenin siyasi yönüne vurgu yapmış: “Mısır; ekmek şikâyetinden Mübarek’in azlinin talebine giden süreç” (28 Ocak 2011) İsrail gazetesi Haaretz, daha ciddi tespit yapıyor: “Arap rejimleri düşecek ama farklı senaryolar ve yöntemlerle!” (28 Ocak 2011) PMD BAŞKANI BOZKURT ‘Haberleşme özgürlüğü tehdit altında’ ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Parlamento Muhabirleri Derneği’nin (PMD) 29. Olağan Genel Kurulu Ankara Sanayi Odası’nda toplandı. Genel kurulda konuşan PMD Başkanı Bozkurt, 47’nci yılına giren derneklerinin mesleki değerlere sahip çıkarak TBMM’ye ayna tuttuğunu ifade etti. Bozkurt, gazetecilerin olmadığı, özgürce çalışmadığı, yasaklanıp sansürlendiği toplumlarda demokrasiden söz edilemeyeceğini söyledi. Çok sayıda gazeteci ve medya kuruluşu hakkında, hapis ve para cezası talebiyle açılan 2 binden fazla davanın bulunduğunu kaydeden Bozkurt, “Soruşturma sayısı ise 4 bini aşıyor. Cezaevlerinde bulunan 50’yi aşkın gazeteci de özgürlüklerinden yoksunlar. Bu zor koşullar altında görevimizi yapamıyoruz” dedi. PMD Yönetim Kurulu üyeliklerine Göksel Bozkurt, Mahmut Aydın, Murat Şahin, Tülay Ağaoğlu, Sibel Erdem, Saliha Çolak ve Şükran Kaba seçildi. Önümüzdeki günlerde görev dağılımı yapacak. YARIN: TUNUS DEVRİMİNİN SIRADANLIĞI VE SIRA DIŞILIĞI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle