18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
17 OCAK 2011 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] EKONOMİ 13 İSMMMO’nun raporuna göre yabancı sermaye Türkiye’ye gelip borsada kazanıp hiç vergi vermeden gidiyor ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK Kârlar dışarıya aktı Ekonomi Servisi 20032010 yıllarını kapsayan 8 yılda, şirketlerin kâr aktarımı, faiz ödemeleri ve portföy yatırımları aracılığıyla, Türkiye’den yurtdışına götürdüğü net kâr transferi 54 milyar dolara ulaştı. Türkiye’den yabancıların son 25 yılda yaptıkları kâr transferlerinin toplamı ise 165.5 milyar dolar düzeyine ulaştı. Kâr transferiyle elde edilen 59.7 milyar dolar düşüldüğü zaman dışarıya net kâr transferi 105.8 milyar dolar oldu. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) Merkez Bankası ve Hazine rakamlarından yararlanarak hazırladığı ‘Faiz ve Kâr Transferi2011’ raporuna göre, bankalar 2010’un ilk 11 ayında net olarak 33 milyar dolar borçlanırken cari açığın yüzde 80’ini finanse etmiş ol Zekât’a Az Kaldı... Ya Pazara? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz günlerde gittiği KuveytYemen gezileri sırasında Arap şeyh işadamlarına şöyle seslenmiş: “Afganistan, Filistin, Gazze, Kudüs hepimizin sorunudur. Şöyle zekâtlarımızın hesabını tam yapmış olsak, bu fakir fukara dünyamızda inanıyorum ki bu insanların hepsi ihya olur. Öyle zannediyorum ki bu bizim pek semtimize uğramıyor...” Din adamları zekâtı günümüz koşullarına uyarlıyor. Prof. Dr. Süleyman Ateş’e göre, zekâtı, kendisinin ve ailesinin masraflarını çıktıktan sonra yıllık 81 gram altın değerinde birikim yapmış olan zengin kişi verir. Bugünkü koşullarda üç bin TL. Ancak, zekâtın tahakkuk etmesi için üç bin TL birikimin üzerinden en az bir yıl geçmiş olmalı. Bu koşullara uyan kişi, malının 40’ta birini, yani yüzde 2.5’ini zekât olarak vermek zorundadır. Zengin, kendi anne ve babasına, çocuklarına zekât veremez. Yakın akrabanın gözetilmesi öneriliyor (Vatan, 12 Ocak). Zekât, İslamın beş şartından biri olsa da, tanımı gereği sadakadır. Başbakan, Arap şeyhlerinin yeterince sadaka vermediğini söylüyor. Kamu maliyesinin temeli, yani, çok gelir elde edenlerden daha çok vergi, az gelir sahiplerinden de daha az vergi alınması kuralı nedense Başbakan’ın aklına bile gelmiyor. Oysa, bu kural, hakça bir vergi düzeninin birincil önkoşuludur. Ancak Başbakan’ı hiç kimse tutarsızlıkla suçlayamaz. Çünkü Başbakan Türkiye’yi, bu kuraldan, yani, hakça bir vergileme sisteminden günbegün uzaklaştırıyor. Gelir ve kârdan alınan vergilerin toplam yıllık yerli gelirGSYH içindeki payını azaltarak vergi yapısını, giderek zekât anlayışına dayalı bir duruma getiriyor. Kanıtı mı? Başbakan işbaşına gelmeden hemen önce, 2001’de Türkiye’nin, gelir ve kârlardan alınan vergilerin toplam gelire oranı oranı yüzde 7.5 iken bu oran en son (2008) verilerine göre Erdoğan yıllarında, yüzde 5.7’ye düşmüştür (OECD, Factbook 2010, Economic, Environmental end Social Statistics). Eklemekte yarar var. Türkiye, OECD ülkeleri arasında gelir ve kârlardan en az vergi alan Meksika’dan sonra ikinci ülkedir. Vergi yükü, varsılyoksul ayrımı yapılmadan alınan alımsatım vergisi ödeyenlerin omuzundadır. AKP iktidarının sekiz yılında, gelir ve kâr üzerinden alınan vergilerdeki azalma, yaklaşık iki puandır. Eğer bu anlayış devam ederse, pek yakında bu verginin oranı yüzde 2.5’lik zekât düzeyine iner! Başbakan, zekâtın, Arap şeyh işadamlarının semtine uğramadığından da yakınıyor; zekâtınızı tam hesaplayın yolu gösteriyor! Araplara yalnız vergi ekonomisi değil, bir de Müslümanlık dersi veriyor! Kendi ülkesinde, “İnsanlık Anıtı”nı “ucube” diye niteleyip yıkılmasında ısrar eden Başbakan’ın bakanları da aynı günlerde TV dizilerine saldırıyor, onların cezalandırılmasını sağlıyor; içki ve sigara yasaklarının alanı alabildiğince genişletiliyor; yaşam biçimini sınırlayacak boyutlar kazanıyor. Araplarla sağlanan bu kültürel benzeşmenin altyapısı da, Başbakan tarafından oluşturuluyor. Başbakan, Türkiye ve İslam ülkelerinin ekonomik olarak bütünleşmesi gerektiğini, biz kendimize yeteriz sözleriyle vurguluyor. Yuvasında yetiştiği eski liderinin İslam Ortak Pazarı özlemini anımsatan bu anlayış, her şeyden önce nesnel dayanaktan yoksundur. İslam ülkeleri, aralarında kişisel çıkar kavgası etmezlerse yalnız ham petrol bakımından kendi kendilerine, belki bir süre için, yeterli olabilirler. Başbakan’ın uyguladığı yanlış tarım politikası sonucu, kurbanlık hayvan ve et gereksinimini bile dışalımla ve Müslüman olmayan ülkelerden karşılayan; dokuma sanayisinin hammaddesi olan pamuğu ABD ve Yunanistan’dan satın alan, iç pazarı Çin mallarıyla dolan bir Türkiye mi İslam ülkeleriyle kendine yeterli bir işbirliği gerçekleştirecek? Başbakan’ın bilmesi gereken iki gerçek daha var; kendi kendine yeterlilik dönemleri geçmişte kaldı; gün, küreselleşme günüdür, bu bir. İkincisi de Arap şeyhleri, ABD ve Avrupa’nın kaliteli ve lüks ürünlerini tüketiyorlar. Arap ülkeleriyle kendi kendine yeterlilik içi boş bir gösteridir. Arap şeyh işadamlarının, Türkiye Başbakanı istedi diye zekât verecekleri de beklenemez! Ancak Türkiye’de AKP iktidarda kalırsa, gelir vergilerinin zekâta dönüşmesi süreci devam eder! Türkiye 2010’da cari açıkta yaklaşık 45 milyar dolar ile rekora koşarken, yıllardır açığın finansmanını sıcak parada aramasının faturası ağır oldu. 20032010’u kapsayan 8 yılda, şirketlerin kâr aktarımı, faiz ödemeleri ve portföy yatırımları aracılığıyla, Türkiye’den yurtdışına götürdüğü net kâr transferi 54 milyar doları aştı. toplamda 10.6 milyar dolar düzeyinde gerçekleşti. 2009’da doğrudan yatırımlar aracılığıyla transfer edilen kâr tutarı 2.9 milyar dolar olurken bu yılın ilk 11 ayında rakam 2.6 milyar doları aştı. dengesi net olarak 11 ayda 7 milyar dolar açık verdi. Merkez Bankası ödemeler dengesi verilerinden yapılan hesaplamaya göre, 20032010 arasında yabancıların, Türkiye’den yaptıkları kâr transferi 89 milyar dolar oldu. Verilere göre, 2010’un 11 ayında gerçekleşen net kâr transferi de 7 milyar dolar düzeyinde gerçekleşti. Türkiye’ye gelen kalıcı yatırımlar olan doğrudan sermaye yatırımları ise 6.2 milyar dolarda kaldı. Oysa ki 2006’dan 2008’e üç yıl du. Açığın geri kalanı ise yaklaşık 20 milyar dolarlık kısa vadeli portföy yatırımları girişiyle karşılandı. Bunun 15.6 milyar dolarını devlet iç borçlanma senetleri için gelen yatırımlar, 4.2 milyar dolarını ise hisse senedi alımları oluşturdu. Rapora göre, 2010’da dışarıya transfer edilen para miktarı yüksek seviyelerini korurken şirketlerin kâr transferi, faiz ödemeleri ve portföy yatırımları aracılığıyla yurtdışına transfer edilen para miktarı Yatırım düşüyor Portföy yatırımları aracılığıyla çıkan para 3 milyar dolar, faiz gideri ise 4.8 milyar dolar oldu. Ayrıca ücret ödemeleriyle 158 milyon dolarlık bir çıkış gerçekleşti. Gelir lık dönemde doğrudan yatırımlar 20 milyar dolar civarında seyretmişti. Dünya ekonomisindeki kriz doğrudan yatırımların 2009’da 8.2 milyar dolara inmesine neden oldu. Geçen yıl Türk ekonomisi hızla yukarı bir atak yapmasına, yaklaşık yüzde 8 büyüme hızına karşın doğrudan yatırımlar düşmeye devam etti. İSMMMO Başkanı Yahya Arıkan, ekonominin sıcak paraya değil sanayiciye teslim edilmesi gerektiğini belirterek “Yabancı sermaye ülkemize gelip, borsada kazanıp hiç vergi vermeden gidiyor. Doğrudan yatırımların payı azalırken, sıcak para girişiyle büyük faiz geliri elde ediliyor. Yabancı sermayenin, vergi vererek daha uzun süreli burada kalmasının yolları bulunmalı” dedi. araçlarda yüzde 10’dan fazla yakıt tasarrufu sağlayan Ekonomi Servisi Mavi Marmara gemisi baskını sonrası İsrail Nano Borx motoryağı ürünü ile Türkiye arasında yaşanan siyasi akaryakıt fiyatlarının tavan kriz ihracatı etkilemedi. İsrail’e yapmasıyla yok satıyor. ihracat 2010 yılında bir önceki yıla göre yüzde 38.6 artışla 2 milyar 86 Ekonomi Servisi Sürekli milyon dolara ulaştı. İhracat aralık artan akaryakıt fiyatları nedeayında bir önceki yılın aynı ayına göniyle TÜBİTAK tarafından re yüzde 36.2 artışla 231.5 milyon dogeliştirilen ve araçlarda yüzde lar oldu. 2010 yılında Türkiye’nin en 10 oranında yakıt tasarrufu çok ihracat yaptığı ülke 11 milyar sağlayan ‘Nano Borx Motor461.5 milyon dolarla Almanya oluryağı Katkısı’ piyasada yok ken, Türkiye’nin, ‘yaptırımlara’ satmaya başladı. Gelecek Nano karşı çıkması nedeniyle ABD ile ilişGenel Müdürü Aydın Baran, kilerde sorun yaşanmasına neden TÜBİTAK MAM’da nano tekolan İran’a ihracatı 2010 yılında noloji sayesinde Türkiye’de ilk debir önceki yıla göre yüzde 47.7 arfa bor ve elması bir araya getirerek tışla 3 milyar 28 milyon doları Nano Borx’un üretildiğini belirterek, aştı. Öte yandan geçen yıl ürünün Enerji Piyasası Denetleme Irak’a yapılan ihracat bir Kurumu lisansıyla Ankara’da Eta Maönceki yıla göre yüzde deni Yağ Fabrikası’nda üretildiğini anlattı. 17.6 artarak 6 milyar Araçlarda yüzde 10’dan fazla yakıt ta26 milyon dolar düsarrufu sağlayan ürünün bu dönemde yok zeyinde gerçeksatmaya başladığını bildiren Baran, dünleşti. İsrail’e ihracat kriz dinlemiyor Benzindeki artışa nano çözüm TÜBİTAK’ın geliştirdiği İran’a doğalgaz piyangosu Ekonomi Servisi Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı ülkelerinden İran’da, 50 milyar dolar değerinde rezerve sahip bir doğalgaz yatağı bulundu. İran Petrol Bakanı Mesud Mir Kazımi, bölgenin güneyindeki Asaluye havzası yakınlarında bulunan doğalgaz yatağındaki rezervin 260 milyar metreküp olduğunu söyledi. Hayyam doğalgaz alanındaki yatakta açılacak 18 ila 21 kuyudan günde 24 milyon metreküp doğalgaz çıkarılacağını belirtti. Aydın Baran Nano Borx’un aracın sesini de azalttğını dile getirdi. yaca ünlü otomotiv firmaları ve Türkiye’nin önde gelen üniversiteleri tarafından test edilen Nano Borx’un, aracın sesini azalttığı ve egzoz emisyon değerlerinde yüzde 33 azalma sağladığı için çevreci olduğunu kaydetti. Baran, geçen yıl üretim ve ArGe için 10 milyon dolar yatırım yaptıklarını, bu yıl da ilk etapta 5 milyon dolar yatırımla istihdam sayısını 200’e çıkaracaklarını bildirdi. Baran “55 lira olan motor katkımızı 40 bin kilometrede bir defa kullanmak gerekiyor” dedi. DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA Bu hafta gerçekleşecek ABDÇin zirvesi öncesi tartışmaları, Tunus’taki devrimle, Sudan’ın bölünmesiyle ilgili yorumları okuyorum, işte bu soru geliyor: Hâlâ ABD hegemonyası altında hızlanan “küreselleşme”nin ‘dünya’sında yaşıyor olabilir miyiz? Cevap vermeyi denemeden önce isterseniz şunları da göz önüne alalım. Birincisi WikiLeaks olayı, hızını biraz kaybetti ama devam ediyor. Televizyon’da Sudan’la ilgili haberleri izliyorum, gözüme ünlü Hollywood aktörü George Clooney çarpıyor. Angelina Jolie’yi, “dünyayı doyurmaya”, yoksulluğu yasaklamaya kararlı Bono’yu anımsıyorum. Gates, Buffet gibi hayırsever milyarderleri… Aklım, buradan “sivil toplum” örgütlerine doğru gidiyor. Bu arada küresel ısınma, etkilerini sergileyerek artmaya devam ediyor; finansal kriz de… Cancun’dakiler alınması gereken önlemleri, zorunlu (Kyoto Anlaşması) olmaktan çıkarıp gönüllüye çevirdikten sonra utanmadan başarı taklidi yaptılar. İngiltere’de bankacılar, batırdıkları bankalar, vatandaşların vergileriyle kurtarıldıktan sonra, bu yıl da hiç utanmadan, müstehcen büyüklükteki maaşlarına ek olarak müstehcen büyüklükteki ikramiyelerini, halkta uyandırdıkları nefrete rağmen almakta ısrar ediyorlar. Sizi bilmem ama bu görüntü, on yıl önceki dünyaya pek benzemiyor… Bir on yılın sonunda durup geriye bakınca, “A, artık her şey ne kadar değişmiş” dediğimiz bir döneme girmişiz gibi geliyor bana. [email protected] http://erginyildizoglu.blogspot.com Hangi ‘Dünyada’ Yaşıyoruz? siyasi etkisini kaybeden Japonya gibi değil. ABD hegemonyasındaki gerileme geri döndürülemez bir süreç. Çin, artık ciddiye alınması gereken bir hegemonya adayı. ABD dış politikasının iki emektar ağır topu Brzezinski’nin (New York Times, 02/01) ve Kissinger’ın (Washington Post 14/01) Deng Şiao Ping’den bu yana ilk ÇinABD zirvesiyle ilgili yorumlarında da bu ton hâkimdi. Brzezinski, zirvenin tarihsel boyutuna dikkat çekiyor, her iki ülkenin de karşı karşıya olduğu zorluklara işaret ediyor, işbirliğinin önemini, bu iki ülkenin tarihsel olarak önemli rolleri olduğunu vurguluyordu. Kissinger’ın yorumundaki ton çok daha belirgin ve uyarıcıydı. Kissinger, Çin seçkinlerinin, ABD dış politikasının Çin’in yükselmesini engellemeye yönelik olduğunu, ABD seçkinlerinin de Çin’in gittikçe artan küresel etkisinden, askeri gücünden kaygı duyduklarını vurguladıktan sonra, Çin’i bir süper güç olarak kabul eden bir formülasyona başvurarak “bir soğuk savaş” olasılığına karşı uyarıyordu. Kissinger’a göre ABD ile Çin arasında bir soğuk savaş, “hem uluslararası alanda hem de tek tek ülkelerin iç siyasetinde, taraf tutma zorunluluğu getirecek olan bir durum yaratabilir”. Financial Times’tan Philip Stephens’e göre de geçen yılın en az yorumlanan küresel jeopolitik gelişmelerinden biri, “ABD’nin Asya’ya geri dönmesi”, diğeri “Çin ABD ilişkilerinin bozulmakta olmasıydı” (“The Perils of mutual miscalculation”, 13/01). Özetle, ABD hegemonyasının gerilemekte olduğuna, Çin’in artık yeni hegemonya adayı olarak yükseldiğine ilişkin bir mutabakat oluşmuş görünüyor. Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk” olarak tanımladığı (sermayenin küresel egemenliği) olgusu açısından bu iyi bir haber değil. Sermaye çok devletli, sınırlarla bölünmüş bir coğrafyada sürekli bu sınırları aşarak genişlemeye çalışan bir “şey”. Bu genişlemesine devam edebilmesi için, bu devletlerin egemen sınıfları arasında, içlerinden birinin liderliği ve ortak bir ekonomik, kültürel model üzerinde mutabakat (bir hegemonya ilişkisi) gerekiyor. ABD hegemonyasının gerilemesi, ardından kısa bir süre için denenen “ABD imparatorluğu” stratejisinin başarısızlığı, uluslararası ilişkilerde bir “imparatorluk sonrası” ortamı yaratırken, sermayenin küresel “imparatorluğu” açısından da güçlü istikrarsızlık olasılıklarını gündeme getiriyor. Bu iki eğilimin birbirini beslemesi halinde, ki öyle olmaya başladı, giriş paragrafındaki değindiğim olguları anlamlandıracak bir çerçeve oluşuyor… bölünmesi, Irak’ın parçalanma eğilimi, Kürt sorununun gündeme getirdiği dinamikler, ortaçağın parçalı siyasi coğrafyasına benzer bir dönüşüme karşılık geliyor. Bu bağlamda ABD dış politika çevrelerinde egemen sav, daha önce de birkaç kez tartıştığımız gibi, sömürgeci dönemin Ortadoğu’da, (SykesPiko anlaşması) Afganistan’da (Durand hattı) ve Afrika’da yarattığı yapay sınırların dağılması gerektiği yönünde. Bu yolla gelecek on yıl içinde dünyadaki devlet sayısının 300’ü geçmesi, küçük, etnik olarak homojen yeni ulus devletlerin doğması bekleniyor (ulus devlet ortadan kalkıyor derken…). Özel kiralık ordulara gelince, Irak’a, Afganistan’a bakabiliriz, dinci radikallere gelince nereye bakacağımızı biliyoruz. İnsani amaçlı örgütlenmelere gelince de, bin yıl öncesinin dilenci/sadaka düzeninin örgütlerine karşılık, bu gün, vatandaşların vergilerine dayanan sosyal hizmetleri, devletlerin yerine üstenen “Sivil Toplum Örgütleri”ne (Hardt ve Negri, Empire, Harvard, sf 26, 314), hayırsever zenginlere, “iyi niyetli” ünlülere bakmak gerekiyor… Ortaçağların bir özelliği de Batı dünyasında Hıristiyanlığın yükselmesiyle, bilimsel ve rasyonel düşüncenin terk edilerek, dinci mitolojilere, dünyanın açıklanmasında doğa yasaları yerine mucize kavramına dönülmüş olmasıydı. (Sürecin öyküsü için: Charles Freeman, The Closing of the Western Mind, 2003, New York.) Bugün de genel olarak bilime, özel olarak evrim teorisine yönelik bir saldırıyla karşı karşıya değil miyiz? Tüm bunlar, “hangi dünyada yaşıyoruz” sorusuna bir ölçüde cevap veriyor. Ama bu dünyayı kabul edip etmemek de yine insanların elinde… [email protected] ‘Yeni ortaçağlara hoş geldiniz’ Gerek bir devletin, gerekse de bir üretim tarzının “imparatorluğu” altında düzenlenmiş bir coğrafya, bu “imparatorluğun” çökmesi halinde dağılmaya başlıyor. Daha doğrusu, ABD’nin imparatorluk denemesiyle birlikte dikkatlerin yeniden yöneldiği Roma sonrası Avrupa tarihi bunu gösteriyor. “Güçlü bir Çin Asya’yı şekillendiriyor, Hindistan kendinden emin bir biçimde Afrika’dan Endonezya’ya uzanıyor. İslamın etkisi hızla yayılıyor. Avrupa meşruiyet krizleriyle uğraşıyor, şehir devletleri servet biriktiriyor, yeni icatları geliştiriyor, özel kiralık ordular, dinci radikaller, insani amaçlı örgütlenmelere”… Paragrafıyla yazısına başlayan Parag Khanna (Financial Times, 28/12/2010) “tüm bunlar bizim bildiğimiz şeyler. Ama yaklaşık bin yıl önce, ortaçağların zirvesinde de durum aynen böyleydi” diyerek devam ediyordu. Bu paragrafta vurgulananları biz de kolaylıkla tanıyoruz. Ortaçağların Avrupası’na gelince, bugün, AB’nin krizine ek olarak, bu meşruiyet krizleri ortamını genelleştirmek gerekiyor. Sudan’ın ‘Çin, Japonya değil’ ABD Çin zirvesi öncesindeki tartışmalar, artık Çin’in dünyadaki durumuna ilişkin, on yıl önce, kesinlikle olmayan bir mutabakata işaret ediyor. Financial Times’dan Giden Rachman’ın, Foreign Policy’de (Ocak/Şubat 2001) yayımlanan kapsamlı denemesinde savunduğu gibi, “bu kez farklı”, Çin, 1980’lerde hegemonya adayı izlenimi verdikten sonra, 1990’larda C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle