Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
SAYFA CUMHURİYET 23 MAYIS 2010 PAZAR
14 PAZAR YAZILARI dishab@cumhuriyet.com.tr
Üniversiteyi zombiler bastõ
Bizde üniversiteyi, öğrenci yurdunu,
kampusu eli satõrlõ, bõçaklõ faşistler
basar, karşõt görüşlüler arasõnda kavga
çõkar. Kelle koltukta okula gidilir!
ABD’de ise durum farklõ. Burada
kampusu zombiler basõyor! Indiana
Eyaleti’ndeki, 50 bin öğrencisiyle
Amerika’da ilk 10’a giren Purdue
Üniversitesi’ni geçen haftalarda zombiler
bastõ ve kontrol tamamen onlara geçti.
Artõk bir yõl boyunca, 2011’e değin,
Purdue zombilere emanet!
Bu, öyle iki satõrda anlatõlacak kadar
kolay olmadõ, iki üç hafta süren sokak
çatõşmalarõndan sonra zombiler galibiyeti
aldõ. Bakõn nasõl oldu,
anlatayõm: Kasaba polis şefi
John Cox’a göre emniyetten
izin alõnõp oynanan bir oyun
için “talebe arasından” önce
1 tane zombi seçiliyor, o
zombiye karşõ binlerce
Purdue’lü öğrenci insan
olarak savaşõyor. Amaç
zombiyi yok etmek! Ancak
zombi, adõ üzerinde zombi olduğu için bir
türlü ölmüyor; o zaten ölü! Zombiyi oyun
için tasarlanan süre boyunca devamlõ
öldürmek gerekiyor ki o tekrar canlanõp
başkalarõna dokunmasõn. Kurala göre,
zombinin dokunduğu insan
derhal zombileşiyor; oluyor mu
sana kampuste 2 zombi... O iki
zombi elim sende oynayõp
diğerlerine dokundukça, az
evvel insan olanlar derhal
mekân ve dünya değiştirip
zombi olduklarõndan sayõlarõ
hõzla artõyor. Malthus Teorisi
bundan daha iyi anlatõlamaz!
Baş et, baş edebilirsen... Bir saklambaç
oyunu ki sormayõn! Bu oyunu, meğer son
5 yõldõr oynarlarmõş, ben yeni fark ettim.
Zombilik, derse giren öğrencinin salt
sõnõfa adõm attõğõnda geçersiz: Derslikler
savaşsõz bölge, derste zombi, insan yan
yana... Ama sõnõfõn kapõsõndan çõkõlõnca
savaş başlõyor. Zombiler ayõrt edici sarõ
bandana işaretini başa sarõyor; insanlarsa
kollara takõyor. Zombi olanlar dilerse
üstlerine ürkünç, korkunç, pejmürde
kõyafetler giyip dolaşõyor. İnsanlõğõ
devam edenlerden Rambo, Superman,
Örümcek Adam, Kõzõl Maske gibi kõyafet
giyenleri pek havalõ!
Bir akşam alacasõydõ, kütüphaneden
çõktõğõm sõrada önüme bir kõz fõrladõ,
“Onu gördünüz mü, orada mı” diye
sordu. Hayõrdõr inşallah! “Kimi gördüm
mü kızım” dedim, “Zombiyi” dedi...
PURDUE
MAHMUT
ŞENOL
Kütüphaneci Eşek Serafino
Altan’õn
son şakasõ
Pohpohçu renkli basõn ne kadar üfürse de
Türkiye’den kalburüstü, uluslararasõ
düzeyde bilim insanõ maalesef pek yetişmiyor.
Hele hele kendini yabancõ bir ülkedeki mesleki
faaliyetiyle dünya ölçeğinde kabul ettiren çok
nadir çõkõyor. İşte böylesi ölçütlere sahip
hocalarõmõzdan, ender insanlarõmõzdan birini
daha, antropolog/tarihçi/çevirmen/eğitimci
profesör Altan Gökalp’i çok erken ve acõ
biçimde yitirdik. Olağanüstü zekâsõnõn en
parlak göstergelerinden biri olan kendine özgü
hiciv ve muzipliğiyle Altan bir yerlerden
bizlere nanik yapõyor mu bilemem, fakat
küllerinin yaklaşõk iki hafta önce Paris Père-
Lachaise Mezarlõğõ’nda çekmeceye
konulduğunu sanõyorum. Olur mu Altan olur
mu? Senin gibi bir koskoca adam kutulara sõğar
mõ? Şaka ediyorsun... Şakalarõ bitmezdi ki
Altan’õn. Her ortama uygun bir fõkra, bir
benzetme, bir taşlama bulur gediğine
oturtuverirdi. Çevresinin çoğunluğun keyifle
dinlediği bu esprilerin ardõnda “fıkra
koleksiyonculuğu yapan amatör” değil,
özümlediği benzersiz bilgi ve görgüyü belli
pedagojik kaygõlarla muhataplarõna,
öğrencilerine, yakõnlarõna daha iyi belletme
yöntemini ustalõkla kullanan bir büyük
öğretmen saklõydõ. 22 yõl önce geçirdiği kalp
krizi, son yõllardaki by-pass’larõ onu hiç
uslandõrmamõş, giderek artan bir tempoyla
faaliyet alanlarõnõ çeşitlendirmeye devam
etmişti. Ortak dostlarõmõzdan, değerli Osmanlõ
(sanat) tarihçisi Frédéric Hitzel, 21 Nisan’da
arayõp Altan’õ yarõ mesleki, yarõ şahsi bir gezi
için gittiği Surinam’da (eski Hollanda
Guyanasõ) bir gün önce kaybettiğimizi
söyleyince bir an Altan’õn soğuk bir şakasõ gibi
geldi. Stefanos Yerasimos (2005), Semih
Vaner’den (2008) sonra Fransa’da yaşayan sõra
dõşõ, yeri doldurulamayacak akademisyen
kişiliklerimizden birini daha yitirmiştik.
(Tarihin benzersiz dönemlerinden 68
rüzgârlarõnõn, o yõllarõn üretken Türkiyesi’nin
doğurduğu, yetiştirdiği bu insanlara, yine o
günlerin Fransasõ kucak açmõştõ. Onlarõn dünya,
Fransa ve Türkiye için en güzel meyveleri
vermesini sağlamõştõ. İlk ikisini 63 yaşõnda,
Altan’õ ise 68 yaşõnda yitirmiştik.)
Priştina kökenli Arnavut bir anne ve Antakyalõ
bir babalõ, 3 çocuklu öğretmen bir ailenin
çocuğu olarak 1942’de İzmir’de dünyaya gelen
Altan, İstanbul St. Joseph Fransõz okulunu
bitirmişti. Yaklaşõk 50 yõllõk kadim dostu Serge
Petit’nin deyişiyle “Paris’e geldiği 1961’den
beri zekâsı ve parlaklığıyla
girdiği her ortam kendini
derhal kanıtlamış ve
sevdirmiş bir adam”dõ.
Hayatõnõ kazanarak
tamamladõğõ hukuk ve
siyasal bilimler eğitiminin
ardõndan, 1967’de 10. Paris
Üniversitesi Karşõlaştõrmalõ
Etnoloji ve Sosyoloji
Laboratuvarõ’nda araştõrmacõ
kadrosuyla çalõşmaya başlar. İşinin yanõ sõra
Aleviler ve göçebe Türkmenler (Tahtacõlar)
üzerine doktorasõnõ sürdüren Gökalp’in,
1980’de yayõmlanacak tez çalõşmasõ
“Kızılbaşlar ve Kara Ağızlılar” alanõnda
gerçek bir klasiktir. Ulusal Bilimsel
Araştõrmalar Merkezi CNRS’de Türk ve
Osmanlõ İncelemeleri Kürsüsü müdürü olarak
kariyerinde hõzla tõrmanan kişilik, Avrupa
Konseyi’nin Göçmen Çocuklarõn Eğitimi
programlarõndan Yaşar Kemal çevirilerine
geniş bir yelpazede araştõrdõ, üretti. Avrupa
İslamiyet Gözlemevi, Berlin Üniversitesi Marc
Bloch Merkezi gibi kurumlardaki İslam, laiklik,
kadõn, göçmenlik, geleneksel toplumlar üzerine
çalõşmalarõ, büyük Türkolog Louis Bazin ile
Fransõzcaya kazandõrdõğõ “Dede Korkut
Kitabı” sayõsõz eserinden sõnõrlõ örneklerdir.
François Mitterrand’õn Türkiye gezi ve
temaslarõnda güvenilir adam Altan Gökalp’ti.
Cenaze törenine katõlanlar arasõnda eski kültür
bakanlarõndan Jack Lang, Zülfü Livaneli ve
Yaşar Kemal veya Fransõz uzman akademik
çevrelerin tüm tanõnmõş simalarõ ve iki Türk
büyükelçisinin bulunmasõna rağmen allõ pullu
Türk basõnõnõn eksikliği, Türk kamuoyunun
nankörlüğünün bir başka kanõtõydõ. Halbuki
Türkçenin Fransõz ortaeğitim tedrisatõna
girmesini Milli Eğitim Bakanlõğõ genel
müfettişi, yani yine Altan Gökalp’e borçluyduk.
Vücudu küle dönüşmezden önce Père-Lachaise
krematoryumunda düzenlenen saygõ töreninde
bir konuşmacõnõn dediği gibi, Altan’õn milliyeti
“Dünya yurttaşı”, dini “Cumhuriyetçilik”ti.
Son, 6 Nisan’da “Fransa’da Türkiye
Mevsimi”nin kapanõşõnda karşõlaşmõş,
çocuklarõmõzdan söz etmiştik. Büyük oğlu
Mathias’õn şu anda Fransa’nõn gelecek vaat
eden film yönetmenleri arasõna girdiğini
söylediğimde, küçük oğlu Sébastien’õn Modern
Sanat Müzesi konservatörlüğüne terfi ettiğini
eklemiş, “Fakat birader, gelecek
kadınlarda... Benim küçük kız Marianne
göreceksin hepsini bastıracak” demişti.
Çapkõnlõğõ kadar, feminizme verdiği destekle
de tanõnõrdõ. Vefalõ dostu Serge Petit,
Altan’dan şöyle bir şakayla noktaladõ ayaküstü
sohbetimizi: “Kadınlar fotoğraf gibidir.
Aptalın biri orijinali tutar, ötekiler
kopyaları paylaşır.”
(Son anda aldõğõm habere göre Altan’õn külleri
açõklanmayan bir yere serpiştirilmiş.)
ugur.hukum@rfi.fr
Avrupa’da, bu saatten sonra göğerip de
bostan olamazsõn, beni dinlersen,
buralara gelmeye hiç heveslenme bacõm!
Peşinden koşturup durduğun emmoğlun da
artõk o eski emmoğlun değil. Derelerde,
meralarda birlikte koyun, kuzu
heyheylediğiniz günleri unut... Sana gerçeği
açõk açõk söylemek zorundayõm:
Emmoğlun, geldikten sonra kabak çiçeği
gibi açõldõ, buralarda çok değişti, çok..
Kumar makinelerine dadandõ. Borç para
sõzdõrabilmek için tek ayak üstünde kõrk
yalan söyleyen bir adam haline geldi.
Esrarcõlarla, keşlerle arkadaşlõk kurdu.
Biriken kiralarõnõ ödemediği için evden
atõldõ, elektrik parasõ yüzünden kara listeye
girdi. Fazla sayõp dökmeme gerek yok; uzun
sözün kõsasõ, bu adamdan sana hayõr yok.
Büyük kentte barõnamõyorsan, çocuklarõnõ
al, köye, babanõn, kardeşlerinin yanõna dön.
Buralarda soğanõ, domatesi, elmayõ tek tek
satõn alõrlar; karpuz dilimle satõlõr. Evde
hastalansan, aç kalsan kimse çalmaz kapõnõ.
İnsanlarõnõn yüzü gülmez, hayal bilmez, düş
bilmez; bir kahkaya muhtaçlar. Yaşlõlarõ,
yalnõz yaşadõklarõ evlerinde ölüp gidiyor,
kimsenin haberi olmuyor. Arayanlarõ,
soranlarõ yok. Kokularõ apartman boşluğuna
yayõldõğõnda farkõna varõyorlar. Mahalle
bakkallõğõ yaptõğõm son on yõlda,
uyuşturucudan ölen en az on genci tanõrõm.
Küçücükken, dondurma, şeker almaya
gelirlerdi, uyuşturucuya alõştõlar.
Avrupa’nõn tren garlarõnda uyuşturucu
gramla satõlõr, iki kilo et fiyatõna kadõnlar
pazarlanõr. Buralarda, kadõn haklarõ, çocuk
haklarõ da yalan dolan...
Gelmeye heveslendiğin Danimarka’da,
göçmen yasasõnda yeni değişiklik yaptõlar.
Seni getirebilmesi için, emmoğlunun
devlete 62 bin kron (yaklaşõk
17 bin TL) güvence parasõ
(depozito) ödemesi gerekiyor.
Parayõ, burada beklediğin süre
boyunca yeme, içme giderlerini
karşõlamak için alõyorlar.
Oturma ve çalõşma izni
alamazsan, paranõn geriye
kalanõyla da uçak bileti alõp
seni geri gönderecekler. Vize,
pasaport işlemlerini halletsen
bile, senin çulsuz bu güvence parasõnõ
nereden bulacak? Sakõn, hele oraya bir
geleyim, gerisi Allah kerim demeyesin..
Geldikten sonra kolay kolay oturma izni
vermezler. Üzümün sapõ, armudun çöpü
derler, kõrk dereden kõrk su getirir, oyalarlar.
Sabah erkenden, en mahrem zamanõnda
gelir kapõnõ çalarlar; yorganõna bakarlar,
yastõğõna bakarlar; siz nasõl evlisiniz,
kocanla aynõ yatakta mõ yatõyorsun, merak
ederler... Danimarka’da böyle, İsveç’te
böyle. Türkiye’de, daha önce evli
olduğunuza, çocuklarõnõzõn size ait
olduğuna inandõramazsõn. “Bu
yabancılar, oturma izni
aldırabilmek için, bacılarıyla,
teyzeleriyle sahte nikâh
yaparlar. Akraba çocuklarını
da üzerlerine kaydettirip
getirirler” diye kuşkulanõrlar.
Oturma izni sonrasõ da ayrõ bir
dert... Çocuklarõn farklõ bir ülkede
yaşamaktan dolayõ kültür şokuna
girer; oğlan bir yana, kõz bir yana
gider. Onlarõ toparlamaya çalõşõrken
cemaatler, tarikatlar üşüşür başõna. Yeni bir
ülkeye gelirken yitirdiklerini sana
buldurmaya çalõştõklarõnõ söylerler. “Kızını
çarşafa sok ki, gâvurun oğlanlarıyla
oynaşmasın; oğlanı tarikat camiine
gönder ki, uyuşturucuya bulaşmasın”
derler. Çocuklara örnek olman için önce
senin örtünmen gerektiğini söyler,
karartõrlar dünyanõ...
Bu yakõnlarda, İzlanda’da yanardağ patladõ,
her gün yeni yeni toz bulutlarõ geliyor.
Bulutlarõn yüzü soğuk. Neredeyse yaz
gelecek, havalar bir türlü õsõnmadõ. Nefes
almakta zorlanõyoruz. Zaten soğuk ülkeler
buralar. Doğru dürüst sebze, meyve
yetişmiyor. Sõcak ülkelerden gelen
sebzenin, meyvenin fiyatõ her geçen gün
artõyor. Bu durum altõ ay böyle sürecek,
diyorlar. Oralar da güllük gülistanlõk değil,
biliyorum. İktidarlar gelir geçer; ülke hep
böyle karanlõkta kalmaz böyle. Gün ola
devran ola, biraz daha sabret hele... Beni
dinlersen, gelme buralara bacõm. Gelip de
kendini de, çocuklarõnõ da perişan etme.
Baban da, çocuklarõ al, köye dön, demiş; ne
güzel işte. Topla çoluğu çocuğu git. Oğlun,
kõzõn özgür olsun, sõrtõnõz sõcak görsün.
Güneşin tadõnõ, yağmurlarõn bereketini al.
Samanla çamuru karõp, çeşmenin başõndaki
evini elbirliğiyle bir güzel onarõr, sõvarlar.
Tavuk besle; iki koyun, dört keçi al.
Bahçeye, kokusunu, tadõnõ aldõğõn
hormonsuz domates, maydanoz, soğan ek,
suyunu bol ver. Binboğalarõn çiçekleri de ne
güzel açmõştõr şimdi. Bahçenin kenarõna bir
kovan yerleştir, arõcõlõk yap; bal üret. Gün
olur gelirim; teyze oğlunun önüne bir tabak
bal koyarsõn...
alinergis@yahoo.se
PARİS
UĞUR HÜKÜM
Serafino, kahverengi tüylü,
uzun kulaklõ, sevimli ve
çalõşkan bir eşek. Milano Eşek
Derneği’nin kadrolu çalõşanõ
Serafino. İşi, “seyyar
kütüphanecilik”. Soyu hõzla
tükenen eşekleri koruma altõna
alan dernek, Milano’da bir ilke
imza atarak 7’den 70’e her yaş
ve kuşaktan okura kitap okuma
sevgisini aşõlamak için eşekleri
görevlendirdi. İşte Serafino,
Milano ve çevresindeki çeşitli
semtlerde konutlara, parklara,
okullara, hapishanelere, organik
tarõm yapõlan tatil merkezlerine
kitap servisi yapan, dört ayaklõ
seyyar bir kütüphane. Milano
Eşek Derneği’nin yöneticisi
Lucia Pignatelli, yok olma
tehlikesi ile karşõ karşõya kalan
eşeklerle ilgili çeşitli projeleri
hayata geçiriyordu. Bu
projelerde özellikle çocuklar ön
plandaydõ. Çocuklarõn hafta
sonlarõ eşeklerle birlikte bir gün
geçirmeleri gözetilerek eşek
sõrtõnda Milano ve yakõn
çevresinde kültür ve doğa
turlarõ düzenliyordu dernek.
“Seyyar kütüphane
Serafino”, Eşek
Derneği’nin kitap
tutkunlarõna açtõğõ
yeni bir pencere. Bu
hizmet
kitapseverlere
bulunduklarõ mekân
ve yerde istedikleri
kitaba
ulaşabilmelerini sağlõyor.
Eşeğin sabõrlõ ve ağõr kanlõ bir
hayvan oluşu ile kitap okuma
uğraşõsõnõ bir noktada kesiştiren
dernek, Serafino ve başka
eşeklerle edebiyatta eşek
figürünün peşi sõra giderek
okuma sevgisini yaymayõ
hedefliyor. Kahvemsi yumuşak
tüyleriyle ilk aşamada
Milano’nun güney kesimindeki
semtlerde göreve başlayan
Serafino, sõrtõna yüklediği
kitaplarla kapõ kapõ dolaşarak
yeni çõkan kitaplarõ
meraklõsõna
ulaştõrõyor.
Milano’ya bağlõ
Corbetta
Belediyesi’ndeki
kütüphane için
çalõşan Serafino ve
başka eşekler,
kütüphanelerin
sõnõrõnõ aşarak okurun ayağõna
gidiyor. Kütüphaneci eşek
Serafino figüründen yola çõkan
dernek, unutulmaya yüz tutan
cefakâr eşeklerle ilgili özel
günler de düzenliyor. Örneğin
geçen pazar günü Serafino,
Ozzero’da çocuklarla bir gün
geçirdi. Çocuklar, eşeğin nasõl
beslendiğini, uyuduğunu ve
gününü nasõl geçirdiğini
gözledi. Milano’da 30 Mayõs
için öngörülen “Arabasız Bir
Gün”de ise Serafino ve
arkadaşlarõ, kütüphaneci aydõn
eşek kimliğiyle her yaştan
okura kitap önerecek.
Serafino’nun dinlendiği
aralarda çocuklar ve gençlerle
birlikte kitap okuma atölyeleri
düzenlenecek. İşte
Serafino’nun öyküsü böyle.
Milanolular kapõlarõnõ çalacak
olan eşek Serafino’nun sõrtõna
yüklediği kitaplarõ merakla
bekliyor. Kitap okumayõ pek
sevmeyen genç kuşaklar
bakalõm eşek Serafino’nun
etkisiyle kitaplarõn büyülü
dünyasõnõ keşfedebilecek mi?
aslikayabal@hotmail.com
Zarife’ye açõk
mektup...
Meğer ondan kaçõyormuş. Kõza olanlarõ
sordum, öğrendim. Dalga geçer gibi
bakmõş olmalõyõm ki “Hocam!” dedi,
“Öyle demeyin, bu hayatta kalma
savaşıdır, bu aslında bir tür eğitim ki
bizi hayata hazırlıyor!” Demek
zombiden kaçarak, örneğin kapitalist
piyasada birinci gelmeyi öğrenecek.
Zombilik için bir de Boiler League of
Tag adlõ dernek kurulmuş, 5 bin üyesi
var. Boiler, bu üniversitenin lakabõ!
Merakõm dinmiyor, kolunda sarõ bant
taşõyan başkasõnõ durdurup soruyorum,
o bir yandan yanõt verirken öte yandan
arkasõnda bir zombi eli olmasõn diye
pür dikkat kesilmiş, bir elinde plastik
tabanca gibi bir şey var: “Bunu
bilmemeniz şaşkınlık verici. Tag
oyununu duymadınız mı hiç?” Hayõr
duymadõm, biz çocukken saklambaç,
körebe, uzuneşek oynardõk... İnsanlarõn
zombilere plastik tabancayla ateş
etmesi serbest; polis buna izin veriyor.
Zaten plastik mermiler zõp zõp leblebi
gibi. İsabet ederse, zombi öğrenci 20
dakika süreyle oyun dõşõ kalõyor. Sonra
yeniden canlanõp, yallah oyuna! Beriki
ise tabanlarõ yağlõyor o arada! “20
dakika süreye uygun davrandığını
nasıl anlıyorsunuz” diye soruyorum,
tam bizden duyulacak soru... Zombi
olmakla ahlaksõz olmuş değil ya,
kurallara uyacak elbette! “Böyle bir
şey olamaz ki, kural bu!” Bunu
söyleyen, Neil Armstrong Astronomi
Fakültesi’nde öğrenci; yakõnda mezun
olup NASA’da çalõşacak... Zombi
savaşõnõn bu aşamasõnda merakõm artõş
gösterince sonunu bekliyor ve son
insanõn 1999 adet zombi tarafõndan
kuşatõldõğõ yerde olan biteni
seyrediyorum; mahşer günü,
Armegeddon gibi. Zombiler son insan-
öğrenciye dokunarak onu da
zombileştiriyor; o anõ görmelisiniz.
Böylece Purdue’de hiç insan kalmõyor!
Oyunu tasarlayõp kampusta sürdüren
derneğin başkanõ Kevin Barlow,
önümüzdeki yõl için çok umutlu. The
Exponent gazetesine “Kesinlikle bir
daha üniversiteyi zombilere teslim
etmeyeceğiz” diyor... Zombileşmiş
olan birine ise ben soruyorum:
“Aranızda hiç Türk öğrenci var
mıydı?” Geçen yõl bir iki tane varmõş,
“Ama artık oyuna onları almıyoruz”
diyor, nedenini açõklayõnca hak
veriyorum; bilmez miyim hiç!
“Türkler zombi olmayı bir türlü
kabullenmiyor, mızıkçılık ediyor.
Sobelenince 20 dakikalığına ölmesi
gerekir, ama itiraz ediyorlar...”
Purdue’de 200 kadar Türk öğrenci var,
aralarõnda hiçbirinin zombi olacağõna
ben de kanaat getirmiyorum.
msenol34@yahoo.com
MİLANO
ASLI KAYABAL
MALMÖ
ALİ HAYDAR
NERGİS