16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHUR YET 18 EK M 2010 PAZARTES 10 DIŞ BASIN [email protected] DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ BM, Şili Mucizesini ‘Dünya Madenciler Günü’ İlan Etmeli San Jose’de 700 metre toprağın altında 69 gün mahsur kaldıktan sonra gün ışığına, hayata dönen 33 madencinin kurtarılması salt Şili için değil tüm dünya için gerçek bir bayram sevinci oldu. Bu çapta bir kurtarma mucizesinin benzeri yok. Aşağıdakilerin kırılmayan yaşama azmi, yukarıdakilerin seferber ettikleri pes etmeme direncinin yarattığı Şili mucizesinin, insanlığın belleğinde silinmeyen izler bırakacağından kuşku yok. Bu müstesna olay BM tarafından “Dünya Madenciler Günü” ilan edilmeli ve her yıl mucizenin anılmasının yanı sıra bu çileli mesleğin emekçilerinin çalışma koşullarının, çalışma güvenliklerinin eksiksiz yerine getirilip getirilmediği irdelenmelidir. Çalışma güvenliğini ihmal edenler, eksik bırakanlar için de o gün hesap günü olmalıdır. Şili’de gerçekleşen bu mucize, aynı zamanda dünya madenciliğinin içinde bulunduğu açmazı da gündeme getirmiş bulunmaktadır. Gerçekten de adı ileriye çıkmış ülkeler dahil dünya madenciliği yaralıdır. Fransız gazetesi L’Humanite’nin 15 Ekim 2010 tarihli sayısında yazar Rosa Moussaoui bu yaşamsal soruna parmak basmakta, dünya madenciliğinin içinde bulunduğu çıkmaza ışık tutmakta, maden emekçisinin karşı karşıya olduğu ölümcül tehlikelerin kısa bir özetini çıkarmaktadır. Yazı bu açıdan yaklaşıldığında Şili mucizesinin aynı zamanda alınması gereken dersleri de açık ve net bir biçimde ortaya koymaktadır. Rosa Moussaoui’nin bu ibret verici yazısını aynen aktarıyoruz: “San Jose’deki Şilili madencilerin kurtarılması yeraltındaki çalışma koşullarının güvenlikten yoksun olduğunu da ortaya koymaktadır. Geçen yıl Çin’deki kömür madenlerinde 1616 ölümcül maden kazası olmuştur. Şili’de otuz üç madencinin kurtarılmasına karşın Tanrı’nın her yılı dünyada çökme, su baskını, grizu patlamasından kaç madenci can vermektedir? San Joseli madencilerin kurtarılması sürecinin an be an dünya medyası tarafından yayımlanması maden ocaklarındaki güvenlik eksikliğinin boyutlarını da ortaya koymaktadır. Şili’deki kurtarma olayına değinen Güney Afrika Maden Emekçileri Ulusal Birliği (NUM) ne denli acı verse de şu gerçeği açıklamaktan geri kalmamıştır: Güney Afrika madenciliği insan hayatını güvence altına alacak, gerektiğinde kurtaracak teknik olanaklardan bütünüyle yoksundur. Buna karşılık aynı Güney Afrika madencilik, mühendislik ve inşaat devi Murray and Roberts, Şili’deki kurtarma olayında anahtar sayılan üç delici düzeneğin birini sağlamıştır. Sendika örgütü 2009 yılında Kroondal platin madenindeki göçük olayında maden işletmesinde sayısız taşeronlar kullanarak sorumluluktan kurtulmuşlardır. Ocak ayından bu yana 90 madencinin ölmüş olması şirketlerin güvenlikle ilgili her şeyi yerine getirdikleri yalanı kimseyi kandıramamaktadır. Rusya’daki durum da Çin’den farklı değildir. Başkan Dimitri Medvedev’in meslektaşı Şili Başkanı’nı kutlaması internetteki blog yazarlarının acı gülümsemesine yol açmıştır. Zira onlar geçen mayıs ayında Sibirya’daki Raspadskaya kömür madeninde meydana gelen çifte grizu patlamasında 90 madencinin öldüğünü ve bunun nedeninin güvenlik konusunun yeteri kadar ciddiyetle yerine getirilmemesi olduğu gerçeğini unutmamışlardır. Çin’de de benzer olaylar söz konusudur. Çin’in yıllık kömür üretimi 2000 yılındaki bir milyon tondan, 2009’da üç milyon tona ulaşmıştır. Güvenlik önlemleri ise aynı hızla gelişmekten uzaktır. Devlet Maden Güvenlik Şefi Zhao Tiechui’ye göre on yıl önce kurulan maden güvenliği verilerine bakılırsa 2009’da 1616 maden kazasında 2631 madenci yaşamını yitirmiştir. Ama devlet otoritesine bakılırsa 2002’de 6 bin 995 kurbanla ulaşılan zirveyle karşılaştırıldığında ölümlerin azalmakta olduğuyla övünmektedirler. Güvenlik kurallarına uyulmasının en çok ihmal edildiği madenlerdeki ölümcül kazaların yüzde 70’i küçük işletmelerde meydana gelmektedir. Bu yüzden 2005’te 13 bin küçük işletme kapatılmıştır. Ancak otoritelere göre güvenliğin tam olarak sağlanması için on yıl daha gereklidir. Çin’in enerji üretiminin yüzde 70’i hâlâ kömürden karşılanmaktadır.” Bize gelince, insan düşünmeye bile korkuyor. Karadon faciasında 33 kurbandan ikisinin cansız bedenlerine hâlâ ulaşılmış değil. Güvenlik önlemlerinin yeteri kadar var olup olmadığı yine hâlâ belirsiz. Teknik raporlar, araştırmalar da, sanırım hasıraltı... Ölen madencilerin ailelerine verilen sözlerin hiçbirinin yerine getirilmediğini televizyonlarda bizzat kendi ağızlarından dinliyor ve utanıyoruz. Sorumlular ortalıkta yok. Sorumluluğun üzerlerine atılacağı taşeronluk denen ilkel kurum dün olduğu gibi bugün de hâlâ faaliyette. Sorumlular ise ortada yok. Ekvador’da halk alanlara çıktı, darbeye karşı durdu ATİLİO BORON Ekvador’da 30 Eylül’de bir darbe girişimi oldu. Latin Amerika medyasından bazılarının söylediği gibi bir “kurumsal kriz” değildi. Tersine neredeyse 40 bin kişilik bir orduya dönüşmüş polisin demokratik yollarla seçilmiş başkana karşı bir ayaklanmasıydı. Bu durum, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Amerikalararası İlişkilerden Sorumlu Bakan Yardımcısı Arturo Valenzuela’nın iddia ettiği gibi polisin disiplinsiz bir davranışı olarak da değerlendirilemez. Aynı durum ABD’de olsaydı ve polis Barack Obama’yı darp edip ve bir hastanede askerler onu kurtarana dek 12 saat rehin tutsaydı, öldürmek üzere otomobiline ateş etseydi polisin disiplinsizliği olarak mı değerlendirirdi? Elbette hayır. Orada asla kabul edilmeyecek zorbalık bir Latin Amerikalı başkan söz konusu olduğunda nedense bir eşek şakası gibi değerlendiriliyor. Oligarşinin basını darbe sözcüğünü kullanmaktan kaçınarak ve olayları çarpıtarak aktardı. Polisin başkaldırısı olarak nitelemeyi seçtiler. Sağın eski bir numarası bu: Kendi yandaşlarının keyfi davranışlarını önemsemezken karşıtlarının yanlışlarını abartmak. Bu nedenle ertesi gün Başkan Correa’nın, olayları darbeyi gerçekleştirmeye yönelik bir komplo olarak değerlendirdiğini anımsamak gerek. Bir komplo çünkü darbe oluşurken başka aktörlerin de darbeyi desteklediklerini gördük. Ekvador Hava Kuvvetleri’ne bağlı bazı güçlerin Quito Havaalanı’nı bloke etmeleri, muhalefet millletvekillerinin sokaklara çıkarak darbeyi desteklemeleri, eski başkan Guiterrez’in avukatının devlet televizyonuna zorla girmeye çalışması, Guayaquil Belediye Başkanı ve Correa’nın baş rakibi Jaime Nebot’un despot ve otoriter olduğunu iddia ettiği Correa ile polis arasında kendisinin kışkırttığı bir anlaşmazlık olduğunu söylemesi bir rastlantı değil. Yerli hareketi Packakutik’in trajik dönüşümünden söz etmek gereksiz, çatışmanın ortasında tüm yerli örgütlerine ve sosyal hareketlere ulusal bir cephe oluşturarak başkanı düşürmek için sokağa çıkmaları çağrısı yaptılar. Yaşam sürprizlerle dolu, der Pedro Navajo (hayat ve ölümü anlatan ünlü salsa şarkısı). Ama bu kadarı fazla. USAID ve NED (ABD yardım kuruluşları) gibi kuruluşların cömert katkılarıyla son yıllarda Ekvador yurttaşlarını kendi parti ve örgütleri aracılığıyla ele geçirmekte olduğunu hatırlamakta yarar var. Sonuç: Polisin küçük bir grubunun gerçekleştirdiği ayaklanmadan çok öte, Correa’yı Manta ABD üssünü iptal ettiği, Ekvador’un dış borçlarını ödemeyi reddettiği ve ALBA’ya ( Küba, Venezüella ve Bolivya’nın kurduğu Latin Amerika için Bolivarcı Aternatif) katıldığı için ve başka pek çok nedenle bağışlamayan yerel oligarşinin ve emperyalizmin hizmetindeki sosyal ve politik aktörlerin katıldığı bir darbe girişimiydi. Ekvador polisi bölgedeki başka ülkelerde olduğu gibi ABD tarafından eğitilmekte. Bu eğitimin sivil iktidar güçlerine itaat etmeyi içermediği açık. Görünen o ki ABD ile Latin Amerika ülkeleri arasındaki bu türden işbirliğine son vermek gerek. Eğitim kurslarında ne öğrettikleri ortada. Darbe neden başarılamadı? Üç basit neden söylenebilir. Birincisi, hızla ve etkin biçimde sokaklara, alanlara çıkan, her türden tehlikeye karşın Başkan Correa’yı destekleyen Ekvador halkı. Böyle durumlarda olması gerektiği gibi anayasal düzeni korumak için olup biteni seyretmeyip öncü oldular. Sokaklarda, alanlarda onlar olmasaydı Makyavel’in 500 yıl önce uyardığı gibi cumhuriyet olmayacaktı. Kurumsal yapı kendini koruyacak güçte değildir. Sağcıların gücü çok fazla ve bu yapıya yüzyıllardan beri hükmediyorlar. Yalnızca halkın sokaklardaki militan ve aktif varlığı darbeci planları bozabilir. İkinci olarak darbe Ekvador halkının gösterilerine eşlik eden hızlı ve güçlü bir uluslararası dayanışma sayesinde engellenebilmiştir. UNASUR (Güney Birliği) acilen Buenos Aires’te olağanüstü toplanmış ve Güney Amerika hükümetlerinin ve bazı Avrupa devletlerinin Correa’yı açık bir şekilde desteklemeleri darbecilere planlarında başarılı olduklarında aforoz edilip ekonomik, politik ve uluslararası alanda dışlanacaklarını gösterdi. (Sağcı hükümetlerin yönetimindeki Peru ve Kolombiya bile darbeye cephe almış ve sınırlarını kapatmıştı. ÇN.) Bir kez daha gördük ki UNASUR etkin bir birlik olmuş. 2008 Bolivya krizinde olduğu gibi birlik, sorunu dış güçlerin müdahalesi olmadan çözebildi. Üçüncü olarak Correa’nın gösterdiği cesaret. Kolunu bükmelerine izin vermedi, yaşamı tehlikede olmasına karşın kararlılıkla direndi. Eğer boyun eğseydi, zayıf davransaydı, korksaydı sonuç çok farklı olurdu. Bu üç faktörün bileşimi, içerde halkın ayaklanması, uluslararası dayanışma ve başkanın cesareti darbe kışkırtıcılarının dışlanmasına, güçlerinin azalmasına ve böylece silahlı kuvvetlerin başkanı kurtarma girişiminin başarıyla sonlanmasına olanak sağlamıştır. Bu girişim yinelenebilir mi? Evet, çünkü Latin Amerika toplumsal yapısında ve ABD dış politikasında darbe planları hep olmuştur. Yakın tarihe bir göz atacak olursak 2002’de Venezüella’da Chavez’e karşı yapılan başarısız darbe, 2008’de Bolivya’da Morales’e karşı yarım kalmış darbe girişimi ve 2009’da Honduras’ta başarıya ulaşmış darbe ve 2010’da Ekvador’da başarısız darbe girişimi. Bu ülkelerin hepsinin ortak paydaları ekonomik ve sosyal bir değişim geçirmeleri ve ALBA üyesi olmaları. Oligarşinin ve emperyalizmin hizmetindeki hiçbir sağ hükümet darbeyle yıkılmadı. Bu yüzdendir ki dünya insan hakları ihlali şampiyonu Alvaro Uribe (Kolombiya’nın eski başkanı) pek çok kayıplara, toplu mezarlara, yargısız infazlara karşın sekiz yıllık yönetimi boyunca asla askeri bir darbe kaygısı taşımadı. Bölgedeki diğer sağcı hükümetlerin de gelecekte bir darbenin kurbanları olma olasılığı yok. Halkın tepkisi gecikirse darbe sürecini geri döndürmek zor 2002’den bu yana yapılan dört darbeden sadece Honduras Başkanı Manuel Zelaya’ya yapılan başarılı oldu. Darbe gece yarısı oldu ve haber ancak ertesi sabah duyuldu, halk sokaklara döküldüğünde başkan ülke dışına çıkarılmıştı. Uluslararası tepki geç ve zayıftı. Buradan çıkarılacak ders: Demokratik halk tepkisinin hızı darbe sürecini etkilemekte temel unsur. Eğer halkın tepkisi gecikirse darbe sürecini geri döndürmek çok zor. Aynı şey uluslararası dayanışma için de geçerli. Neyse ki bu koşullar Ekvador’da oluştu ve darbe geri döndürüldü. Ancak hayalci olmamak gerek. Oligarşi ve imparatorluk her zaman yeniden ve farklı biçimlerde kendi çıkarları karşısında teslim olmayan hükümetleri devirmeyi deneyecektir. Not: ALBA ülkelerine yönelik bu darbelere Haiti’yi de katabiliriz. 2004 yılında Jean Bertrand Aristide de gece yarısı tutuklanıp ABD’nin kiraladığı bir uçakla Afrika’ya gönderilmişti. Haiti halkı günlerce sokaklarda Aristide’nin geri dönmesi için gösteri yapmıştı, ama çok geçti. İspanyolcadan çeviren: Engin Demiriz (Pagina12, Arjantin, 3 Ekim 2010) Her türden tehlikeye karşın Başkan Correa’yı desteklediler, anayasal düzeni korumak için olup biteni seyretmeyip öncü oldular Polisin küçük bir grubunun gerçekleştirdiği ayaklanmadan çok öte, Correa’yı ABD üssünü iptal ettiği, Ekvador’un dış borçlarını ödemeyi reddettiği ve ALBA’ya katıldığı için bağışlamayan yerel oligarşinin ve emperyalizmin hizmetindeki aktörlerin katıldığı bir darbe girişimiydi. Sağcılar Rusya’ya yöneliyor VYAÇESLAV NİKONOV Rusya ile Batı’nın ilişkilerindeki en sorunlu konulardan biri, Rusya’nın AB ve NATO ile ilişkilerinin gelişmesine sürekli engeller çıkartan Doğu Avrupa ülkeleri idi. Bu durum, son zamanlarda değişmeye başladı: Ukrayna’nın önceki Devlet Başkanı Viktor Yuşçenko’nun görevden ayrılmasıyla Rusya ile Ukrayna arasında yeni bir yakınlaşma sürecine girildi. Polonya Devlet Başkanı Lec Kaczynski’nin uçağının Smolensk yakınlarında yere çakılması sonrasında, benzer bir yakınlaşma süreci, Polonya ile ilişkilerde de kendisini gösteriyor. Pek çok kişi, Letonya’da geride bıraktığımız pazar günü gerçekleşen parlamento seçimlerinin de Moskova ile Riga arasında yeni bir yakınlaşma sürecinin sağlayacağını umuyordu. Peki, bu umutlar gerçekleşti mi? Bu soruya, net bir yanıt vermek henüz mümkün değil. Letonya’nın bağımsızlığını kazanmasından bu yana geçen yirmi yıla yakın süreçte ülkede egemen olan model, ülkedeki etnik Rusları ve Rusya’ya yakınlık duyan partileri devlet yönetiminden dışlamaya dayanıyordu. Bu model, özellikle son küresel ekonomik krizle birlikte, ciddi bir dönüşüme maruz kaldı. Letonya, küresel krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri. İktidardaki koalisyon hükümeti kamuoyu desteğini özellikle 2009 yılı başından itibaren hızla kaybederken, etnik Rusların yanı sıra, Rusya ile ilişkilerin geliştirilmesini ve Rus azınlığın eşit yurttaşlar olmasını savunan sosyaldemokrat çizgideki Letonyalıların da desteklediği “Uzlaşma Merkezi”nin desteği giderek arttı. Geçen yıl yapılan Riga belediye başkanlığı seçimlerini de bu partinin adayı, rakiplerine büyük fark atarak kazandı. Kamuoyu araştırmaları, “Uzlaşma Merkezi”nin bu başarısının, parlamento seçimlerinde de süreceğine işaret ediyordu. Bu şartlar altında, sağcı partiler, Başbakan Valdis Dombrovskis’in liderliğinde, “Birlik” adlı blokta birleşti. “Birlik” ile “Uzlaşma Merkezi” arasında sert rekabetin sürdüğü bu son seçim kampanyasında, Rus yanlısı güçlerin ilk kez iktidara ortak olmaları şansı belirmişti. Bu olasılık gerçekleşmedi. “Birlik” bloku, oyların yüzde 30.7’sini ve 100 sandalyeden 30’unu elde etti. Bunda, genç Başbakan Dombrovskis’in büyük rolü oldu. Batı ile ilişkilerin güçlendirilmesini savunan bu blok, aynı zamanda, Letonya dilinin statüsünün güçlendirilmesini ve “Moskova’nın ellerinden” kurtulmayı vaat ediyordu. Fakat, bu partinin birinci olması, RusyaLetonya ilişkilerinin kötüleşeceği anlamına gelmiyor. Ben, kısa bir süre önce, Dombrovskis ile görüştüm ve onun hiç de Rusya karşıtı bir siyasetçi olmadığını fark ettim. Diğer taraftan, Rusya yanlısı olan “Uzlaşma Platformu”, her ne kadar bu seçimlerde birinci olamasa da (oyların yüzde 25.7’sini ve saldalyelerin 29’unu aldı), 2006 seçimlerine göre, oylarını ikiye katlamayı başardı. Öte yandan, parlamentoya girmeyi başaran partilerden “Daha İyi Bir Litvanya İçin” Partisi (oyların yüzde 7.55’ini ve 8 sandalyeyi aldı), ülkenin Doğu ile Batı arasında bir köprü olmasını savunuyor. ş çevreleri Rusya ile işbirliğine sıcak Büyük işadamlarından Aynars Şlesers’in başkanlığını yaptığı bu parti, uluslararası finans kuruluşları ile yapılan anlaşmaların yeniden gözden geçirilmesini savunuyor. Letonya iş çevrelerinin, Rusya ile işbirliğinin geliştirilmesine, sağcı siyaset adamlarından daha yatkın durumda oldukları görülüyor. Bu seçimler, her şeyin sonu değil. Artık, Baltık ülkelerindeki yönetici zümreler, Avrupa ve Atlantik entegrasyonunun, Rusya ile ilişkileri geliştirmeye engel olmadığını, her geçen gün, daha net görüyorlar. Tıpkı, Avrupa Birliği’nin başını çeken Almanya, Fransa ve İtalya’nın gördüğü gibi. (Rusçadan çeviren: Deniz Berktay, İzvestiya, Rusya, 8 Ekim 2010) Baltık ülkelerindeki yönetici zümreler, Avrupa ve Atlantik entegrasyonunun, Rusya ile ilişkileri geliştirmeye engel olmadığını her geçen gün daha net görüyorlar. Tıpkı, Avrupa Birliği’nin başını çeken Almanya, Fransa ve İtalya’nın gördüğü gibi. AP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle