Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
SAYFA CUMHURİYET 9 OCAK 2010 CUMARTESİ
2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
AÇI
MÜMTAZ SOYSAL
Özlem Gecesi
GEÇEN çarşamba gecesi ilginç bir
gece yaşandı Ankara’nın Opera
binasında.
Aslında koskoca bir sanat yılının
başlangıcında Ankaralı müzikseverlere
hoşluk olsun diye Devlet Opera ve Balesi
Müdürlüğü’nce düzenlenmiş bir
programdı bu. Benzerleri Viyana başta
olmak üzere büyük başkentlerde
tertiplenen ve çoğu zaman bizdeki
televizyon kanallarınca da sunulan bir
etkinlik. Genellikle yıl sona ererken yapılır
ama, bizimki yeni yıla sarkmıştı, önemli
değildi. Geç olsun da iyi olsun, o
önemliydi.
İyi, hatta çok iyi de oldu.
Önce fuayede hafif içkili kokteylimsi bir
buluşma, sonra yine ağır olmayan,
Viyana’da olduğu gibi Johann Strauss’la
başlayıp onunla biten bir müzik şöleni.
Ama, ikisi arasında hepsi Türkiye’nin
konservatuvarlarıyla sahnelerinde yetişen
ve dünyanın iddialı herhangi bir
köşesinde yarışabilecek sanatçıların
sunduğu şan parçaları: Artık birlikte bir
“üçlü” oluşturmuş olarak çalışan
sopranolar Çiğdem Önol, Funda
Ateşoğlu ve Esin Tanıllı ile mezzo
soprano Ferda Yetişer; tenorlar Şenol
Talınlı, Tuncer Tercan ve Serhat
Konukman ile bas Cem Beran
Sertkaya. Kısacası, ses gücü ve düzeyi
açısından gurur verici bir ortak nitelik.
Ama, asıl düşündürücü olan o gecede
esen genel havaydı.
Sanki 1940’ların ve 1950
başlangıçlarının cumhuriyetçi Ankara’sı
geri gelmiş gibiydi. Çoksesli Batı
müziğinden hoşlanan, Türkiye’nin eriştiği
düzeyle gurur duymak isteyen,
çağdaşlıktan uzaklaşmak istemeyen bir
başkent.
Dikkati çeken nokta, bugünkü “devlet
ricali”nden hiç kimse yoktu ortalıkta.
Eskiden, cumhurbaşkanı ve hiç değilse
sanattan, kültürden sorumlu siyasiler
görünürdü o kalabalığın içinde. Hayır,
onlardan hiç kimse yoktu.
Belki tek istisna olarak şimdiki Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı’ndan söz
edilebilirdi ama, o da herhalde
“cumhuriyet karşıtları benim yokluğumda
bir şeyler yapmasınlar” endişesinden
olacak, etkinliğin yarısında ayrılmak
gereğini duymuş olmalıydı.
Kısacası, yılın başındaki bir müzik
şöleninde bile, uzaklara gitmeye
gerek yok; ülkenin içinde de yaşanan bir
“uygarlıklar çatışması” sergilenmekteydi.
Özlemlerin depreştiği, ama umutların da
yeniden yeşerdiği bir geceydi o gece.
mumtazsoysal@gmail.com
PENCERE
Alevi Nasıl Düşünür?..
Sağda, solda, basında, televizyonda,
siyasette, şurada burada Alevilere ilişkin çok
yayın yapılıyor...
Alevi - Bektaşi kesimini birbirine düşürmek
için elinden geleni ardına koymayanlar var...
Tüm oyuncular sahnede...
Peki, bunların çürüğünü temizinden ayırmak
için elde bir ölçüt, Frenkçesiyle ‘kriter’ yok
mu?..
Var!..
Alevi - Bektaşi her şeyden önce kendi
kendisine bir soruyu sorup yanıtlayacak:
- Bu durmadan konuşan ya da yazan kişi
Atatürk’ten yana mı?..
Ya değilse?..
O zaman çekiver kuyruğunu!..
Alevi Osmanlı’dan çok çekti...
Neden?..
Osmanlı kötü müydü?..
Yok canım...
Osmanlı İmparatorluğu bir din devletiydi;
şeriatçıydı, Sünniydi, bu yüzden Alevi’ye
düşman gibi bakardı...
Bu iş bu kadar ‘basit!..’
Ve de Türkçesiyle yalın.
Peki, sonra ne oldu?..
Başta İngiltere, Avrupalılar Türk’ü tepelemek
için ülkemizi 1919’da işgal ettiler...
Mustafa Kemal Atatürk, Milli Kurtuluş
Savaşı’nın bayrağını açtıktan sonra
Hacıbektaş’a geldi...
Alevi - Bektaşi önderleriyle anlaştı...
Söz kesiştiler..
Bir: Ulusal Kurtuluş Savaşı, elbirliğiyle
yürütülecek...
İki: Zaferden sonra Cumhuriyet ilan
edilecek...
Cumhuriyet’in ilanı, Sünni şeriatını devlet
düzeni olmaktan çıkardı..
Sünni halifesini ve padişahını tasfiye etti..
Aleviliğin tepesindeki zulüm kalktı..
Laiklik Alevi - Bektaşileri özgürlüğe
kavuşturdu..
Alevi misin?
Bektaşi misin?
Atatürk’le birsin!..
Mustafa Kemal’le birlikte hem Milli Kurtuluş
Savaşı vermiş, hem laik Cumhuriyet’i
kurmuşsun..
Evet Alevi kardeş, Atatürk’e ilişkin
sözlerinde, konuşmalarında, yorumlarında kem
küm eden birini gördün mü çekiver
kuyruğunu...
Üstelik bugünkü durum vahim..
Laik Cumhuriyetin köküne kibrit suyu ekmek
isteyenler iktidara geçtiler; Amerika ile
anlaştılar...
Ne yapacaklarmış?..
“Ilımlı İslam Devleti modeli” kuracaklarmış...
Peki, bu Ilımlı İslam Devleti nasıl bir ‘model’
olacak?. .
‘Hanefi - Sünni modeli’ mi olacak?..
‘Alevi - Bektaşi modeli’ mi olacak?..
Alevi - Bektaşi inancına bağlı yurttaşların şu
günlerde gözlerini dört açması gerek!..
Birlik ve bütünlük içinde Anadolu’yu,
Türkiye’yi, laik Cumhuriyeti korumak için elden
ne gelirse yapmak, geçmişten geleceğe
yürüyüşte Aleviliğin özgünlüğüne alınyazısı
olmuş...
(18 Ağustos 2006 tarihli yazısı)
T
aksim adõ, Pera ve çevresinin ih-
tiyacõnõ karşõlayan su deposu,
maksemden gelir. Biraz ileri-
sinde, Osman Bey’in bir gazi-
nosu vardõ eskiden, sonrasõnda
bölgenin adõ oldu. Daha ileride ise Abdül-
mecit zamanõnda kurulan Mecidiyeköy.
Yüzyõl öncesine inersek, kõş mevsiminde
kurtlarõn da indiğini görürüz.
Günümüz İstanbulu’nu, Fatih Sultan
Mehmet gelse, zor tanõr. Çünkü İstanbul-
luluk, 450 yõl boyunca, Sarayburnu ile Top-
kapõ surlarõ arasõnda yaşandõ. Dõşarõda ka-
lan üç belde ise; Üsküdar, Pera ve Eyüp. Ad-
rese dayalõ nüfusu, hiçbir zaman milyonu
bulmadõ. Bugün, Türkiye’nin 6’da 1’i İs-
tanbul’da yaşõyor.
Uygarlıklar yarışır
Uygarlõklar çatõşmaz, yarõşõr. Bizans İm-
paratoru Justinyen, 557’de Ayasofya’yõ
tamamladõğõnda, sevinçle kadeh kaldõra-
rak, “Şimdi seni geçtim Süleyman” de-
miştir. Onun zaferi, Hz. Süleyman sara-
yõndan daha yüksek bir mabet yapmasõdõr:
55.60 metre. Ayasofya’nõn, taş atõmõ uza-
ğõnda yükselen Sultanahmet ise öteki de-
ğerleri bir yana, 20 bini aşkõn İznik çinisi ile
Türk rengini yansõtõr: Mavi Cami.
Avrupa Kültür Başkenti kavramõ, 1980’le-
rin başõnda ortaya atõldõ. İlk modern olim-
piyatlar, nasõl 1896’da Atina’da yapõldõysa,
bu unvan da yine ilk kez 1985’te Atina’ya
verildi. Türkiye bir AB üyesi olmadõğõ hal-
de, 2010 için de, İstanbul seçildi. Neden İs-
tanbul sorusunun gerekçeleri, doğrusu pek
inandõrõcõ değil. Bu konudaki süslü sözler,
şöyle bitiyor: “2010 Avrupa Kültür Baş-
kenti olması ile Avrupa, İstanbul’da ken-
di kültürünün köklerini keşfedecek ve bir-
birini anlama yolunda, önemli bir adım
daha atacaktır.”
Deprem tehlikesi
Büyük bir deprem tehlikesi varken, eğer
amaç yalnõzca bu ise kimse boşuna kaygõ-
lanmasõn. Çünkü Avrupa, İstanbul’daki sa-
yõsõz köy derneği üyesinden, çok daha iyi bi-
liyor İstanbul’u.
Birkaç gün önce, İstanbul’u Avrupa Kül-
tür Başkenti yapacak olan, 2010 yõlõna gir-
dik. Taksim ve çevresindeki yeni yõl kutla-
masõ için 5 bin polisimiz görev aldõ. Tüm
dünya güle oynaya eğlenirken, biz “taciz”
gibi bir ilkelliğin önünü almaya çalõşõyorduk.
Türkiye haritasõnda, İstanbul’un yerini gös-
teremeyen bir kuşağõn, çocuklarõna karşõ.
Bir Roma sözü, “Roma’da Romalı gibi
yaşayacaksın” der. Biz niçin esirgeriz İs-
tanbul’a, İstanbullu olmayõ?
Osmanlõ İmparatorluğu’na en büyük dar-
be, 1878’de vuruldu. Bu politikanõn İngiliz
elçisi Henry Layard, İstanbul’u ilk gördü-
ğünde şöyle tanõmlar: “Şehir, şimdiye ka-
dar okumuş olduğum bütün tasvirlerden
daha güzel. İnsan hayalinde, ancak İs-
tanbul kadar güzel bir şehir kurabilir. Bu-
rası Avrupa devletlerinden birisinin ol-
saydı, dünyanın en kuvvetli şehri olurdu.
Türklerin elinde ise dünyanın en man-
zaralı şehri olmuştur.”
12.5 milyonluk İstanbul
Bugün 12.5 milyonluk İstanbul’un, 39 il-
çesi var. İnternet üzerinden bir “İstanbul tu-
ru” aramasõ, ana ölçekte karşõmõza şu me-
kânlarõ veriyor: Topkapõ Sarayõ, Ayasofya,
İbrahimpaşa Sarayõ, Yerebatan Sarnõcõ, Sul-
tanahmet Camii, Hipodrom ve Kapalõçarşõ.
Yani, yalnõzca Fatih Belediyesi’nin yetki ala-
nõnõ. İyi de, öteki 38 ilçemiz nerede? Yok-
sa onlar, Avrupa Kültür Başkenti projesi dõ-
şõnda mõdõr?
Kaygõmõz o ki, İngiliz elçinin dediği gi-
bi, İstanbul konusunda bize, yine “işin
manza-rası” kalmasõn. Çünkü İstanbul’un
Batõ’ya ilişkin anõlarõ, sosyolojik travma-
larla dolu. Fethin üzerinden yarõm milen-
yum geçtiği halde, bugün olmuş belgesel
filmler, “İstanbul’un Türklerce işgalin-
den” söz eder. Ve şehirler kraliçesi, iki iş-
gali de, Batõ’dan yedi: 1204 ve 1918’de.
Güvenlik gerekçesi ile gelen ikincisi, gü-
venliğin canõna okudu. Bir günlük vukuat
sayõsõ, gün oldu 80’leri aştõ. Beş yõllõk top-
lam sayõyõ, 35 bin üstünde belgeliyoruz.
Ekonomik fatura ise yalnõzca Bahriye Ne-
zareti için 10 milyon lira. 1923 Türkiye-
si’nin bütçesi 110 milyon iken…
İstanbul’a bir değeri de Nedim biçer: “Bu
şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdır /
yek-pâre sengine Acem mülkü fedâ-
dır.” Biraz da Lale Devri’nden esinlenmiş
olarak, onun bir taşõnõ, İran ülkesinden de-
ğerli bulur. Elbet yakõşõr İstanbul’a Avru-
pa Kültür Başkenti olmak. Ama yakõşma-
yan ve çõğ gibi büyüyen bir sorunu var İs-
tanbul’un: Kültürsüzlük.
‘Kültür Başkenti’
Prof. Dr. Mahir AYDIN
İstanbul’a bir değeri de Nedim biçer: “Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü
bahâdõr / yek-pâre sengine Acem mülkü fedâdõr.” Biraz da Lale
Devri’nden esinlenmiş olarak, onun bir taşõnõ, İran ülkesinden değerli
bulur. Elbet yakõşõr İstanbul’a Avrupa Kültür Başkenti olmak. Ama
yakõşmayan ve çõğ gibi büyüyen bir sorunu var İstanbul’un: Kültürsüzlük.
U
lusça neredeyse “Faz-
lası sizin olsun, biz da-
ha azına razıyız” deme
noktasõna gelmişsek nedeni,
daha fazlasõna giderken elde-
kinden de olma korkusuna ka-
põlmõş olmamõzdõr.
Söz konusu olan, hemen anla-
şõlacağõ gibi, iktidarõn “daha
fazla demokrasi” ve “daha faz-
la özgürlük” vaatleridir. Oysa
yaşanan olaylar, savaş alanõna dö-
nen sokaklar göstermiştir ki, el-
deki demokrasi, daldaki demok-
rasiden daha demokrasidir. Bu-
nun somut kanõtõ, haklarõnõ ara-
yan binlerce TEKEL işçisinin
“Provokasyon tehlikesi var”
denilerek “demokratça” dövü-
lüp “özgürce” Abdi İpekçi Par-
kõ’ndan denize (havuza) dökül-
müş olmalarõdõr. “Vurun” em-
rinin daldaki demokrat ve öz-
gürlükçülerden geldiğinden asla
kuşku yoktur. İnsanõmõz, eldeki
demokrasi ile yetinme noktasõna
gelmişse, nedeni, daldaki de-
mokrasinin ürküntü veren gö-
rüntüsüdür.
İşçiye dayak
Dünyanõn hiçbir yerinde, hiç-
bir demokratik devlet, “provo-
kasyon” olacak diye işçisini
dövmez, provokasyonu önler.
Aksi halde devlet, en büyük pro-
vokatör olarak görülme zaafõndan
kurtulamaz. Bunu yapan devlet,
üstüne üstlük bir de daha fazla de-
mokrasiden, daha fazla özgür-
lükten dem vuruyorsa, el adama
(devlete) güler, ünlü Fars özde-
yişindeki gibi “Sen ne söylü-
yorsun, tanburun ne çalıyor”
diye de sorar. Ülkemiz, “kanun
kanun diye kanunun tepelen-
diği” istibdat günlerine benzer bir
süreci bugün “demokrasi” ve
“özgürlük” diye diye yeniden
yaşamaktadõr. Bunu görebilmek
için TEKEL işçilerinin başõna ge-
lenin dõşõnda iki somut gelişme-
ye daha bakmak yeterlidir.
Birisi, Telekomünikasyon İle-
tişim Başkanlõğõ’nda (TİB) ya-
şananlardõr. Sincan Ağõr Ceza
Mahkemesi Başkanõ’nõn kararõ
doğrultusunda TİB’de yapõlan
araştõrmalar göstermiştir ki TİB,
bugünkü işlevi ile meşruiyetini
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun
135. Maddesi’nden alan bir “tek-
nik takip” istasyonu olmaktan
çõkmõş, dijital/elektronik casusluk
birimine dönüşmüştür.
TİB’de yapõlan araştõrmadan
elde edilen bilgiler, Türkiye’de bi-
rilerinin, canõnõ sõkan herkesi,
hâkim kararõ olmaksõzõn ya da
içinde kendi telefonu da bulunan
listeye ilişkin “dinleme” kararõ-
na imza koyma garabetine düş-
müş traji-komik hâkim kararlarõ
ile rahatça dinleyebildiğini orta-
ya koymuştur. TİB’de yapõlan
araştõrmada elde edilen veriler
üzerinde inceleme yapan bilirki-
şi, Yargõtay 1. Başkanlõğõ’nõn,
usulünce verilmiş bir karar ol-
madan dinlendiğini saptamõştõr.
İletişim Daire Başkanõ ise
“Yargıtayı teknik nedenle din-
leyemedik” diyerek, “Bir bı-
raksalardı bizi, daha kimleri
dinleyecektik” demeye gelen
bir psiko-drama ile, baskõ yü-
zünden açõğa vuramadõğõ duy-
gularõnõ özlü bir şekilde ifade et-
miştir. Yasadõşõ dinlemelerle el-
de edilen bilgilerin “entelijan”
bilgisine dönüştürüldüğünden ise
kimsenin kuşkusu yoktur. Bu
yöntem, “Büyük Birader”den
(ABD’den) mülhemdir. ABD’de
soğuk savaş sõrasõnda Doğu Blo-
ku’na karşõ korunmak için oluş-
turulan Echelon (küresel elek-
tronik bilgi toplama) sistemi, sa-
vaştan sonra McCharty’ci amaç-
lar (korku toplumu yaratma) doğ-
rultusunda kullanõlmõş, bu yolla
binlerce kişinin ve şirketin elek-
tronik iletişimi, internet trafiği iz-
lenmiştir. TİB’nin de; yasal gö-
revi yanõnda, Türkiye’yi bir “kor-
ku toplumu”na dönüştürme gör-
evine soyunduğu görülmektedir.
Bu yüzden, Sincan Ağõr Ceza
Mahkemesi, bu kurumla ilgili
olarak verdiği araştõrma kararõ ile
hayõrlara vesile(!) olmuştur. Yok-
sa bütün bu yasadõşõ ve anti de-
mokratik uygulamalardan habe-
rimiz olmayacak, kös dinler gibi
“daha fazla demokrasi”, daha
fazla özgürlük nutuklarõ dinle-
meye devam edecektik.
Bir başka gelişme
İktidar çevrelerinden yayõlan ve
“artan demokrasi”yle “artan
özgürlük” konseptine uymayan
bir diğer gelişme, 5510 sayõlõ
Sosyal Güvenlik ve Genel Sağ-
lõk Sigortasõ Kanunu’na dayalõ
olarak çõkarõlan tebliğlerdir. Bu
tebliğlerde dikkati çeken, “sağ-
lık sigortası primlerinin tahsi-
lini takip” gibi bir yasal görün-
tü içinde, kişilerin ekonomi, sağ-
lõk, tarõm, eğitim gibi gündelik ya-
şam ilişkilerinin ayrõntõlarõna iliş-
kin bütün bilgilerinin Sosyal Gü-
venlik Kurumu’nun bilgisayarõ-
na taşõnarak zapturapt altõna alõn-
mak istenmesidir.
Böyle bir uygulamanõn salt
prim alacağõnõn tahsilini takip ol-
maktan çõkõp bir çeşit “üst ara-
ması(!)”na dönüşeceği ve bu
aramada ele geçenlerle yeni bir
fişleme yolunun açõlacağõ konu-
sunda uzmanlarca dile getirilen
ciddi endişeler vardõr. Anayasa-
nõn 20. maddesine açõkça aykõrõ
olan bu düzenlemenin daha faz-
la demokrasi ve daha fazla öz-
gürlük konseptinin neresinde du-
racağõ ayrõ bir merak konusudur.
Bölücüden “demokratik hak”
ve “özgürlük savaşçısı” denilip
esirgenen, “emek” ve “ekmek”
kavgasõ verenlerin ise başlarõndan
eksik edilmeyen coplar göster-
miştir ki, bu ülkede yalnõz şehit
cenazelerinde değil; tarlada, bağ-
da, mezrada kom’da, fabrikada,
okulda, metrobüste yol’da daha
çok analar ağlayacak, “Vatan bi-
zim anamızdır” denilerek, ana-
larõ bellenecektir. Bu ülkede ana-
larõn gözyaşlarõ hiç dinmemiştir.
Meksikalõ ozan Octavia Paz,
her ulusun kimliğinin ve tarih bi-
lincinin temelinde bir “ana mit’i”
(efsanesi) vardõr, der.
Meksika ulusunun tarih bilin-
cinde “işgalci İspanyolun ırzı-
na geçtiği yerli Aztek ananın
oğulları olma” duygusunun yat-
tõğõnõ, bu yüzden boğa güreşi ya
da futbol maçõ izlemek için bir
araya gelen Meksikalõlarõn, “Vi-
va Mexico! Hijas de la chinga-
da” (yaşasõn Meksikalõlar, õrzõna
geçilmiş analarõn oğullarõ) diye
haykõrdõğõnõ söyler(1). Ulusu-
muzun tarih bilincinin temelinde
de bir “ana” efsanesi yatmakta-
dõr. Bu efsane, bizi mahvetmek is-
teyen emperyalizmin ağa, bey,
şeyh, şõh desteğiyle bu toprak-
larda çõkardõğõ isyan ve iç savaş
kargaşasõnda gönlünün yasõnõ
gözünden yaş olarak döken
“ana” efsanesidir.
Bu yüzden bu topraklar, dün-
yada başka hiçbir toprak parça-
sõna verilmemiş bir adla, “Ana-
dolu”dur. Duygularõmõz bizi se-
simizi yükseltme yönünde zor-
ladõğõ zaman tek bir cümlede yo-
ğunlaşõrõz: “Burası Anado-
lu’dur.” Şimdi “Ne yaparsak
analar ağlamaz” sorusunu ya-
nõtsõz bõrakõp yalnõzca “Analar
ağlamasın” sloganõnõn duygu-
sal gücünden yararlanmak iste-
yenler, Cumhuriyet tarihinin
trajik bir gerçeği olan isyanlar-
dan, ayaklanmalardan, bütün o
eski yaralardan kan sõzdõrmak
için, ele bõçak alõp Cumhuriye-
tin köklerine insafsõzca sapla-
makta, isyancõya hak ve özgür-
lük savaşçõsõ, Cumhuriyete “eş-
kıya” diyebilmektedir. Böylece
“daha fazla demokrasi”, “da-
ha fazla özgürlük” söyleminin
temelinde “Cumhuriyet kar-
şıtlığı”nõn yattõğõ bir kez daha
kanõtlanmõş, tarihin çok gerile-
rinden beslenip gelen bir kin, bi-
linçaltõnõn derinliklerinden bir
kez daha su yüzüne çõkmõştõr.
Ulusça “Fazlası sizin olsun,
biz azına razıyız” deme nok-
tasõna gelmişsek, nedeni budur.
Daldaki Demokrasi!
İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci
Y
õllardõr evimde Büyük
Saatli Maarif Takvimi
kullanõrõm. Geçen gün-
lerle yapraklarõnõ teker teker yõr-
tarõm. Bunun tatlõ bir zevki de
olur! Ayrõmõnda olduğum, yõr-
tõlan ya da tükenen yaşamõn
yapraklarõdõr. Bunlardan ya-
rarlanõr ve kimi zaman yazõla-
rõmõ oluştururum. Bir bakõma el
altõ başvuru kaynağõdõr da...
Adõ geçen yapraklardan edin-
diklerim; 25 Aralõk 1973, Cum-
huriyetimizin kurucularõndan
ve Atatürk’ün en yakõn silah
arkadaşõ İsmet İnönü’nün 36.
ölüm yõldönümüdür.
Ne ki beyaz ata binip giden o
güzel insanlar, güzel ülkenin
esenliğe kavuşmasõ uğruna sağ-
lõklarõndan ve canlarõndan ol-
dular.
Horasan’dan Anadolu’ya ge-
lerek Sulucakarahöyük’ü yurt
edinen ve “Eline, diline, beli-
ne...” diyen Hacı Bektaş Veli,
vatan şairi Namık Kemal, va-
tanõ düşmanlardan kurtarõp Tür-
kiye Cumhuriyeti’ni kuran
Mustafa Kemal Atatürk, ilk
akla gelenler olmaktadõr.
Selanik’te 1908 devrimini
hazõrlayanlar, gizlice Tevfik
Fikret’ten bir millet (ulus)
şarkõsõ isterler. Şair, ülkenin o
günkü durumundan devinimle
umut yüklü dizelerini kaleme
alõr. Kõsa süre sonrasõnda Ru-
melihisarõ’nõn gölgesinde ‘Mil-
let Şarkısı’nõ arkadaşlarõyla
paylaşõr: “Zulmün topu var,
güllesi var, kal’ası varsa, /
Hakkın da bükülmez kolu,
dönmez yüzü vardır. / Göz
yumma güneşten, ne kadar
nûru kararsa / Sönmez ebe-
dî her gecenin gündüzü var-
dır. / Millet yoludur, hak yo-
ludur tuttuğumuz yol, / Ey
hak, yaşa... ey sevgili millet,
yaşa, varol!”
Dünden bugüne õşõk veren,
güç veren duygu yüklü dizeler;
kimi zaman dillerde dolaşõr.
Bir bakõma haksõzlõğa başkaldõrõ
olur. Karamsar gönüllere ay-
dõnlõk ve gönül gücü (moral)
olur. Üstelik her gecenin bir
gündüzü olduğunu muştular!
‘Ülkemi seviyorum’ diyen
gerçek vatanseverler, Cumhu-
riyete yürekten bağlõ kalanlar ve
kişilik sahibi adam gibi adam-
lar; deneyimli devlet adamõ İs-
met İnönü’nün o anlamlõ özde-
yişinin de elbette bilincinde
olurlar: “Bir memlekette na-
mus erbabı, lâakal (en azın-
dan) namussuzlar kadar ce-
sur olmadıkça, o memleket
için kurtuluş yoktur.”
Gelecek kuşaklara erdem ve
güzel bir vatan bõrakmak asõl
görevimiz olmalõdõr.
Gerçek Vatanseverler
Muhsin DURUCAN Eğitimci yazar