18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
[email protected] 25 OCAK 2010 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA EKONOMİ 15 CMYB C M Y B ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK ‘Seni Seviyorum’ Diyememek! Bu toplumun kimi kesimleri çocuklarının gençliğe “doğal geçişine” veya gençlerinin kız erkek ilişkilerine olanak tanımıyor. O kadar ki, bir insanın sahip olabileceği en büyük değerlerden birine, onların sevmesine ve sevilmesine hoşgörülü yaklaşmak bir yana, tersine “yok edici” bir tutum sergiliyor. Yaygın bir toplumsal hastalık boyutuna ulaşan bu durumun irdelenmesi ve çözümü için çaba gösterilmesi gerekiyor. Her gün yeni bir örneğine tanık olunan ve gencecik insanların yaşamla tanışmadan yok edilmelerine götüren süreçlerin son günlerdeki iki örneğinin üzerinde durulmalıdır. Can Dündar’ın Şemdin Sakık ile Diyarbakır Cezaevi’nde yaptığı görüşme birçok yönüyle çok önemli gerçeklerin görülmesine olanak sağlıyor. Bu çok önemli ve kapsamlı görüşmenin bir bölümü var ki, üzerine şiirler, romanlar yazılacak; besteler yapılacak, giderek sosyoloji derslerinde okutulacak, bilimsel araştırmalar yapılacak kadar yaşam dersi verir niteliktedir. Uzun görüşmenin bir noktasında Sakık şöyle diyor: “Bir kızı sevdim, örgütten ayrıldım.” Bu tümce “ölümden yaşama dönüşü” çok doğru özetliyor. PKK’nin iki numaralı adamı, üstelik kendisi gibi örgüt militanı olan bir kızı sevdiği için “hain” ilan ediliyor. Sakık ve kız arkadaşı ölümü zaten göze almış; onların ölüme giderken bile birbirlerine “seni seviyorum” demelerine izin verilmiyor. Bırakalım Sakık’ın yaşadığı, “yaşayamadığı” çocukluğunu ve gençliğini; ailesinin içinde ve dışarıda olup bitenlerin, koşullarının kendisini nasıl dağa attığını bir tarafa, amacına ulaşmak için acımasızca öldüren ve bu yolda ölümü göze alan Sakık, “seviyorum” diyor ve ölümden uzaklaşıyor, yaşama dönüyor! Üstelik, “yıllarca nasıl ölüneceğini anlattığım militanlara nasıl yaşayacaklarının dersini” vermeye başlıyor; “sonra da... kendimi sevmeye başladım, saçımı taradım, sakalımı kestim, elbiselerime dikkat ettim…” diyor. Sakık, sevgisinin bedelini hapisle ödüyor; sevdiğinin kendisini “hain” saymasına aldırmadan seviyor (Milliyet, 20 Ocak). Sakık’tan “çok daha şanssız” binler, on binler var. Aynı günlerde Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinin Somkaya köyünde, beşinci sınıf öğrencisi, 12 yaşındaki Meryem Sökmen, derste, bir arkadaşına “Seni seviyorum” diye bir not yazıyor. Basında çıkan habere göre bu notu sınıf öğretmeni görüyor, alıyor ve çocuğun korucu olan babasına veriyor. Sonrasını biliyor olmalısınız. Meryem evine gidiyor; “töre korkusundan” babasının Kalaşnikof’ tüfeğini alıyor, başına dayıyor; ve üç kurşunla kendini vuruyor. Ablası Necla’nın da 1997’de “aynı nedenle” kendini astığı babası tarafından açıklanıyor (Cumhuriyet 18 Ocak). O yaştaki çocuğun, kalemi eline alıp “seni seviyorum” diye yazdığı parmaklarını, daha sonra kendini öldürecek tetiği çekmeye götüren süreç, sözcüklerle betimlenemeyecek derecede ürkütücüdür! Bu nasıl karanlık ve acımasız toplumsal yapıdır ki bir tomurcuğu koparırcasına, 12 yaşındaki bir çocuğu “Seni seviyorum” demekten canına kıyacak kadar korkutuyor? Ya notu çocuğun babasına ileten öğretmene - eğer yapmışsa- ne demeli? “Tanrının mesleği” diye kutsanan öğretmenlik neden ve nasıl bu derece kötüleşti? Öğretmen yetiştiren kurumlar, öğretmenlerin meslek örgütleri ve sendikaları nerede? Daha da olumsuzu, böyle bir sonucu istemesi düşünülemeyeceğine göre bir öğretmen çalıştığı köyün özelliklerinden bu kadar habersiz olabilir mi? Kim ne derse desin, Meryem artık sevemeyecek, sevilemeyecek, türkü söyleyemeyecek, müzik dinleyemeyecek, oyun oynayamayacak, çocuk doğuramayacak, doğayı kucaklayamayacak; doktor ya da öğretmen olamayacak. Peki, Meryem’in gerçek katili kendisi mi? Önce bu tür haberler, “üçüncü sayfa” haberi diye geçiştirilmeyecek kadar önemsenmelidir; medyanın bu konulara çok daha fazla eğilmesi, eğitici ve eleştirel bir yaklaşımla toplumun bu iğrenç yönünü irdelemesi gerekir. Sonra üniversiteler -artık her ilde bir üniversite var- bu konuyu bilimsel araştırmalarının “ilk sırasına” yerleştirmeliler. Şurası bir gerçektir ki, binlerce, belki milyonlarca gencin “severek ve sevilerek büyümesini” engelleyen, giderek onları “ölüme sürükleyen” bir toplumsal yapı var. Böyle bir engelin cenderesinde ezilen kişi için büyüyünce ne “olacağı” ya da “yapacağı” sorusu anlamını tamamıyla yitiriyor. Katil olmasıyla roman yazması arasında fark kalmıyor. Toplumun hiçbir kesimi, bu duruma duyarsız olamaz; seyirci kalamaz; kalmamalıdır! [email protected] Geçen hafta salı günü, Barack Hüseyin Obama, başkanlığa başlayışının birinci yıldönümünü kutlarken partisi, 1972’den bu yana kalesi olan Massachusetts’te, Demokrat Parti’nin simge isimlerinden Edward Kennedy’nin ölümüyle boşalan senato koltuğunu, adı sanı duyulmamış bir Cumhuriyetçi adaya kaptırıyordu. Demokrat Parti saflarında deprem yaratan bu sonuç, ABD’nin siyasi sisteminin en temel özelliklerine, bundan sonra olabileceklere ilişkin ipuçları da sunuyordu. Merkezden yönetme tuzağı ABD’deki iki siyasi partili sistemin en temel özelliği şöyle: Seçimleri kim kazanırsa kazansın, Başkan Eisenhower’in görevi bırakırken yaptığı ünlü uyarısında işaret ettiği “askeri sınai kompleks”in, (buna günümüzde Wall Street bankalarını, Medya kartellerini - kültür endüstrisini- eklemek gerekiyor) oligarşik/plütokratik “iktidar blokunun” “programını” uygulamak durumunda kalıyor. ABD, başkanlık, temsilciler meclisi, senato, eyalet valileri seçimlerindeki adayların seçim kampanyalarına yapılan mali katkılara bakınca, oligarşinin/plütokrasinin içinde olduğunu kolaylıkla düşünebileceğimiz iş çevrelerinin aynı anda her iki partinin adaylarına da çok büyük paralar verdiklerini görüyoruz. Savunma, enerji sektörü ağırlıklı olarak öncelikle Cumhuriyetçileri desteklerken, tüketici sektörü, kültür endüstrisi, daha çok demokratları destekliyor. Wall Street bankerlerinin her iki partiyi desteklemekle birlikte, bir politika değişikliği gerektiğinde Cumhuriyetçileri (Reagan, George W. Bush), statükoyu korumak, havayı yumuşatmak gerektiğinde de Demokratları (Kennedy, Clinton, Obama) destekledikleri söylenebilir. Genelde toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde, iktidara gelen Demokratların, halkın taleplerine cevap vererek yönetimde “istikrarsızlık” yaratmasını engelleyecek özel bir işleyişten de söz etmek olanaklı. Statükonun korunması gereken bir konjonktürde, toplumsal muhalefeti, bir “değişim” arzusunu temsil ederek seçimleri kazanan Demokrat Parti adayı, daha Oval Ofis’e girmeden önce, gerçekçi olması, herkesi temsil etmesi, merkeze kayması gerektiğini söyleyen bir koroyla karşılaşıyor. Kültür endüstrisi, yeni başkana, “Partizanlık yapma”, “Bu sözleri verdin ama, şimdi muhafazakârların çizgisine yakınlaşman, onların politikalarını da kapsaman gerekiyor” demeye başlıyor. Yeni başkana, iki parti olmasına karşın, aslında “merkez” olarak tanımlanan tek bir politikanın varlığı anımsatılıyor. “Askeri-sanayi-medya-finans” kompleksinin mali desteğiyle seçilmiş bir başkanın da fazla seçeneği olmadığından, demokrat partinin halkın oyunu almak için vaat ettiği reformlar rafa kalkmaya başlıyor. Örneğin, “sağlık reformu” vaadi, J.F Kennedy dahil tüm demokrat parti başkan adayları tarafından gündeme getiriliyor, ama hiçbir zaman oligarşinin engellerini aşamıyor. Obama’nın da aşamayacağı, Massachusetts seçimlerinde, senatoda, muhafazakâr muhalefeti etkisiz bırakacak çoğunluğu kaybetmesiyle belli oldu. Düş kırıklığı, kafa karışıklığı Geçen yıl boyunca, Wall Street Journal, Washington Post, The Economist gibi yayınlar, sözde liberal radyo, TV programcıları Obama’yı “merkeze” çağırırken, Cumhuriyetçi Parti, benzer bir baskı altında kalmadan hem Demokrat Parti’ye yüklenmeye hem de giderek daha sağa kayarak saldırganlaşmaya devam etti. Obama’nın bir yılının bilançosuna bakacak olursak bu tuzağa düştüğünü, gerçekçi olursak oyunu kurallarına göre oynadığını söyleyebiliriz. Bu dönem boyunca Obama, partizanlık yapmamak, birleştirici olmak adına “ben demokratım” demekten bile kaçındı. Devraldığı enkazın sorumlularını teşhir ederek, örneğin “Bush resesyonu”, “Bush fiyaskosu”, “Bush’un savaşı” gibisinden nitelemelerle sorumluluktan kurtulmanın (bu sistemi ve oligarşinin programını, -neoliberalizm, imparatorluk gibi- eleştirmek anlamına geleceğinden) getirebileceği olanaklardan yararlanamadı. Halbuki bu sırada Cumhuriyetçi muhalefet çıkardığı şamatayla, hem bir önceki dönem yarattığı yıkımın üzerini örtüyor, hem krizin, işsizliğin, hem bankacılara verilen ve toplumda büyük nefret uyandıran mali yardımın sorumluluğunu Obama’ya yüklüyordu. Böylece de Cumhuriyetçiler, Demokrat Parti’yi destekledikten sonra şimdi düş kırıklığına uğrayan kesimlerle, özellikle emekçi tabakalarla, onların ruh hallerinin, dini bağnazlık, ırkçılık, milliyetçilik, devlet (sosyalizm) korkusu gibi en geri bileşenlerine seslenerek diyalog kurma, etkileme olanağı elde ediyorlardı. Obama’nın seçim kampanyası boyunca gündeminin başına aldığı evrensel sağlık reformu projesini de, ilaç ve sigorta şirketlerinin istekleri doğrultusunda sulandırırken iyice anlaşılmaz bir hale getirmesi, krizde zaten büyük bir güvensizlik içine düşen insanların kafasını daha da karıştırdı. Cumhuriyetçiler de, bu reform geçerse, “kim ölecek kim kalacak, devlet karar verecek” gibisinden yalanlarla bu güvensizliği korkuya çevirdiler. ‘Massachusetts’ ve sonrası Massachusetts seçimlerinde Demokratlar hem belirgin bir program sunamadılar hem de bir taraftan “burası zaten bizim” anlayışıyla, diğer taraftan Obama’nın bir yılının yarattığı düş kırıklığının etkisiyle seçimlere asılmadılar. Bu kesimde seçimlere katılma oranı ortalamanın altında kaldı. Buna karşılık, Cumhuriyetçilerin adayı, daha önce pek kimsenin bilmediği, eski püskü bir ciple, bu benim emektar arabam, her yere bununla giderim havasıyla dolaşan biriydi; “gelin sağlık reformunu gömelim” gibi tek, kolay anlaşılır bir gündemle kampanya yapıyordu. Cumhuriyetçiler, Obama’yı desteklemiş olan işçi kesimlerinden dahi büyük oy alarak seçimi kazandılar. Massachusetts seçim sonuçlarının, “Obama” ve Demokratlar için bir “kalk borusu” olduğu konusunda hemen tüm siyasi yorumcular anlaşıyor. Ama “kalkınca” ne yapması gerektiği konusunda farklı yorumlar var. Bunları, ilk anda üç alt başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, Massachusetts sonuçlarına aldırmadan, kimi uzlaşmalarla sağlık reformunu geçirmeye çalışmak. İkincisi, yanlış yaptım, geri çekiyorum, daha sonra yeniden bakarız diyerek vakit kazanmak, küçük adımlarla ilerlemek. Üçüncüsü, parti içine dönüp, seçmenin kızgınlığını (oligarşinin güvensizliğini) gidermek için reform yanlılarını tasfiye etmek. Bunlar, New York Times’tan David Borroks, Washington Post’tan Michael Gearson’un vurguladıkları gibi tatsız seçenekler. İkisinin de (!) ikinci ve üçüncü seçenekler üzerinde duruyor olmaları anlamlı. Ancak ABD siyasetinde iki gelenek daha var. Birincisi, seçmenin bir başka konudaki kızgınlığına sahip çıkarak gündemi değiştirmek. İkincisi, iç politika tıkanmaya başlayınca, dış politikaya, oligarşinin uzun dönemli programını, üstelik toplumsal destek de bularak uygulayabilme olasılığının daha yüksek olduğu alana kaçmak. 4 Ocak’ta çıkan yazımda, ikinci sürecin çoktan başladığını düşündüren gelişmelere değinmiştim. Massachusetts seçim sonuçlarından iki gün sonra Obama’nın bankerlere savaş açtığını açıklaması, birinci gelenekten de yararlanmaya karar verdiğini, ancak borsaların iki günde yaklaşık yüzde 4 değer kaybetmesi, mali sermayenin de direnmeye niyetli olduğunu gösteriyor. Birinci seçenekte, ABD’nin “yumuşak güçle” iş yapma kapasitesi iyice zayıfladığından, gelişmeler diğer büyük güçlerin tutumlarına endekslenmiş durumda. İkincisindeyse, başarı, oligarşi içindeki dengelere, banka sermayesinin gücünün mali krizle ne kadar kırıldığına, halkın sermayeye olan tepkilerini çeken bir “paratoner” görevine atanıp atanmayacağına bağlı kalacak. Gerçekten de, ABD iç siyasetinde çok ilginç bir döneme giriyoruz... ‘Obamania’ Bir Yılda Bitti DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU / LONDRA [email protected] http://erginyildizoglu.blogspot.com Sahte faturaya yeni çözüm Ankara (AA)- Maliye Bakanlõğõ, sahte fatura düzenleyen ve kullananlarõ “Merkezi Takip Sistemi”yle izlemeye alõyor. Bütün illerde de sahte faturayla mücadele ekipleri kuruluyor. Yeni sistemde merkezde sahte fatura kütüğü oluşturulacak ve naylon fatura düzenleyen, kullanan ya da bunlarla ilişkisi olanlar tek bir tuşla ekrana düşecek. Mükelleflere dönük sahtecilik kriterleri de belirlenecek. Bu kriterler, vergi karnesi, kod sisteminin yerini alacak grup sistemi ve KDV iadesi kriterlerini de içinde barõndõracak. Sana dengeli besleyecek Ekonomi Servisi - Sana ve TOÇEV, Milli Eğitim Bakanlõğõ Sağlõk İşleri Dairesi Başkanlõğõ’nõn desteğiyle “İyi Beslenmek, İyi Gelecek” isimli bir sosyal sorumluluk projesi başlattõ. 5 milyonu aşkõn çocuğun yetersiz beslendiği Türkiye’de dengeli beslenmenin önemine dikkat çekmeyi amaçlayan Sana, proje için 1 milyon TL’lik fon ayõrdõ. Proje kapsamõnda ailelere, bir yõl boyunca her ay kahvaltõlõk ve temel besin öğeleri içeren gõda paketleri dağõtõlacak. Ekonomi Servisi - Türkiye’de bankacõlõk sektöründe bu yõl 400’ün üzerinde şube açõlacağõ tahmin edi- lirken bunun sektör içinde genel müdürlük kadrolarõndaki büyüme- nin etkisiyle 10 bin kişinin üzerin- de yeni istihdam sağlayacağõ dü- şünülüyor. Türkiye Bankalar Birliği’nin Ara- lõk 2009 raporuna göre, geçen yõlõn son çeyreği itibarõyla mevduat ban- kalarõ ile kalkõnma ve yatõrõm ban- kalarõnõn toplam şube sayõsõ, son bir yõlda 246 adet, Temmuz-Eylül 2009 dönemine göre ise 141 adet ar- tarak 9 bin 36’ya ulaştõ. Son çeyrekte mevduat bankala- rõnda banka başõna ortalama şube sayõsõ 281 olarak gerçekleşti. Bu ra- kam, kamusal sermayeli mevduat bankalarõnda 843, özel sermayeli mevduat bankalarõnda 399, ya- bancõ sermayeli bankalarda ise 122 oldu. Mevduat bankalarõ ile kalkõnma ve yatõrõm bankalarõnda çalõşan sa- yõsõ, son bir yõlda 805 kişi, Tem- muz-Eylül 2009 dönemine göre 1642 kişi artarak 172 bin 403’e yük- seldi. Şekerbank Bireysel Bankacõlõk Genel Müdür Yardõmcõsõ Abdur- rahman Özciğer, konuya ilişkin değerlendirmesinde, 2010 yõlõ içe- risinde sektörde 400’ün üzerinde şu- be açõlacağõnõ tahmin ettiklerini, bu- nun da sektörde genel müdürlük kadrolarõndaki büyüme etkisiyle 10 bin kişinin üzerinde yeni istih- dam sağlanmasõ anlamõna gelece- ğini söyledi. Türkiye’de bankalar bu yõl 400’ün üzerinde şube açmayõ planlõyor. Yeni şubelerle birlekte yaklaşõk 10 bin kişinin istihdam edilmesi planlanõyor. Şube sayıları artacak Bu yõl İş Bankasõ, yeni şube açõ- lõşõ konusunda sektörde 2008’den daha düşük seviyede olmakla bir- likte 2009’un üzerinde bir perfor- mans gösterileceği beklentisi ta- şõrken 2010’da banka 60-70 şube açmayõ planlõyor. Başta İstanbul ol- mak üzere büyük şehirlerdeki var- lõğõnõ güçlendirmek isteyen Halk- bank, bu yõl en az 45-50 civarõnda şube açmayõ düşünüyor. Türki- ye’nin 70 ilinde 184 ilçede 256 şu- beyle hizmet veren ve geçen yõl 6 yeni şube açan Şekerbank’õn ise önümüzdeki 3 yõl içinde 300 şubeye ulaşma hedefi var. Yapõ Kredi, bu yõl 60 şube açmayõ ve 1000 kişiyi işe almayõ planlõyor. Garanti Ban- kasõ 2010’da 80 yeni şube açacak. Finansbank’õn planlarõnda ise bu yõl 1500 çalõşanõ kendi bünyelerine da- hil etme varken, Denizbank 25 şu- be daha açmayõ öngörüyor. İki yılda 50’yi aşkın ülkealtkümeyeindi Ekonomi Servisi - İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odasõ’nõn (İSMMMO), kredi derecelendirme kuruluşlarõnõn son 5 yõllõk verilerinden derlediği “Ülkelerin Kriz Karnesi” başlõklõ değerlendirmesine göre, son 5 yõlda 13, son 2 yõlda 50’den fazla ülke, yatõrõmcõ açõsõndan bir “alt küme”ye indi. Buna göre, 2004’te yatõrõm yapõlabilir ülkeler arasõnda gösterilen İrlanda, İtalya, San Marino, İzlanda, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya ve Yunanistan gibi ülkelerin son kredi notlarõ “yatırım riski büyük” düzeyine geriledi. Japonya, İngiltere ve Rusya, uyarõlar almasõna rağmen sahip olduklarõ AAA notunu korumayõ başarõrken, 15 gelişmiş, 22 gelişmekte olan ülkenin notu 2004’te ne ise, 2009’da da aynõ kaldõ. Son 5 yõlda notunu en çok arttõran ülke Slovakya olurken, bu ülkeyi Polonya ve Malezya izledi. Değerlendirmeye göre, son 5 yõlda Türkiye’nin performansõnda ivme yukarõ doğru iken, gelişmekte olan birçok ülkeye göre Türkiye’nin kredi notu istenen seviyeye çõkmadõ. Türkiye’nin yatõrõm yapõlabilir seviyeye gelmesi için Fitch’ten tek not, S&P’den de 3 not artõşõna ihtiyacõ var. Kredi kuruluşlarõ Türkiye’ye verdikleri notun daha yukarõya çõkmamasõnõn sebebini siyasi istikrarsõzlõğa bağlõyor. İSMMMO’DAN KRİZ KARNESİ Valiliğin hedefi işçi çadırı ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - TEKEL işçilerinin başlattõğõ eylem, An- kara’daki soğuk havaya karşõn bugün 42. gününe girdi. Sivil toplum örgütleri ve Ankaralõ yurttaşlarõn işçilere desteği her geçen gün artõyor. Ankara Valiliği, “gö- rüntü kirliliği” yarattõğõ nedeniyle işçi- lerin kurduklarõ çadõrlarõn kaldõrõlmasõnõ istiyor. Türk-İş Genel Merkezi önünde branda- lardan kendilerine çadõr yapan işçiler, kurduklarõ sobalar ve yaktõklarõ ateşle õsõnmaya çalõşõyor. İşçileri eylemlerinde yalnõz bõrakmayan sivil toplum kuruluş- larõ temsilcileri dün de gün boyu TEKEL işçilerini ziyaret etti. Bazõ sivil toplum örgütleri işçilere battaniye ve yiyecek da- ğõttõ. Sabah saatlerinde işçilerin bulundu- ğu çadõrlarõ gezen Tek Gõda-İş Sendikasõ Genel Başkanõ Mustafa Türkel, Ankara Valiliği tarafõndan Türk-İş ve Tek Gõda- İş Sendikasõ’na, kurulan çadõrlarõn kaldõ- rõlmasõ yönünde tebligat yapõldõğõnõ kay- dederek, “Valilik, çevre, gürültü kirlili- ği gibi nedenlerle buradaki çadırların kaldırılmasını istedi. İşçilerimiz bura- da anayasal haklarını kullanıyor. Bu iş çözülene kadar buradayız. Onlar kal- dırsın, biz daha iyisini yaparız. Valilik ‘çadõrlar kötü’ diyorsa, gelsinler daha iyisini yapsınlar” diye konuştu. Öte yandan Adana’da Ezilenlerin Sos- yalist Partisi-Girişimi’nin TEKEL’e des- tek açõklamasõnda, “Ekonomik krizin yıkıcı etkisi sürerken, geleceği için mü- cadele eden, başta TEKEL ve İstanbul İtfaiyesi işçilerine halk desteğinin bü- yük olduğunu bir kez daha duyuruyo- ruz” denildi. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) İstanbul Şubeleri, Ankara Valiliği’nin 42 gündür direnişte olan TEKEL işçilerinin “çevreyi ve esnafı rahatsız etmesini gerekçe göstererek eylem yaptıkları bölgeyi boşaltmak istemesi kararını” protesto ederek, “Herkesi TEKEL işçileriyle dayanışmaya ve ortak mücadeleye davet ediyoruz. TEKEL işçilerinin yanındayız” dediler. (Fotoğaraf: SİBEL BAHÇETEPE) Finansbank İnsan Kaynak- larõndan Sorumlu Genel Mü- dür Yardõmcõsõ Murat Bay- burtluoğlu da bankanõn 2009’un 10 bin 108 çalõşan ve 461 şube ile kapattõğõnõ belir- terek “Banka olarak ilke- miz, öncelikle kendi çalışa- nımıza yatırım yapmak. Bu- nun yanı sıra genç ve kalite- li işgücünün kurumumuza ve sektöre kazandırılması da oldukça önem taşıyor” dedi. Denizbank Yönetim Hiz- metleri Grubu Genel Müdür Yardõmcõsõ Tanju Kaya ise bankacõlõk sektörünün gene- linde bu yõl çok agresif olmamakla birlikte çalõşan sayõsõ ve şu- beleşme anlamõnda büyüme bekledikleri- ni ifade etti. Kaya, bu yõl 25 yeni şube daha aç- mayõ planladõklarõnõ, bun- larõn 12 adedinin tarõm bankacõlõğõ ağõrlõklõ çalõşan şube, diğer 13 adedinse öncelikle şu- belerin bulunmadõğõ 7 ilde olmak üzere şehir şubeleri olacağõnõ ak- tardõ. GENÇLER ÖNEM KAZANIYOR İş Bankasõ 1000 kişi, Halkbank 1250 kişi, Yapõ Kredi 1000 ve Finansbank 1500 kişiyi işe almayõ planlõyor Bankalardan 10 bin kişiye iş
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle