19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 1 TEMMUZ 2009 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Dördüncü Taraf ÜÇ TARAFI diye başlasaydı bu yazı, “Bugün 1 Tem- muz, Kabotaj Bayramı, herhalde yine denizcilikten söz edi- lecek” der ve okumazdınız. Çünkü hepimize gına gelmiştir “üç tarafı denizlerle çevrili…” diye başlayan denizcilik nu- tukları dinlemekten. Belki de üzerine çok laf edip de uğruna çok az şey yap- tığımız konuların ya da davaların varlığını anımsatmanın vesilesi olmuştur denizcilik. Niçin öyle olduğunu biraz daha derinliğine düşünmek gerekmez mi? Acaba asıl neden, dördüncü tarafımızın Asya karası oluşu ve bizlerin kıraç bozkırlardan dörtnala gelip bir at başı gibi denize uzanan bu topraklarda ne yapacağımızı dokuz yüzyıldır henüz kararlaştırmamış oluşumuz mudur? Ama, o süre yararlanmayı bilmediğiniz bir nimetten ya- rarlanmayı ve sahip olmadığınız bir marifeti edinmek için yeterince uzun değil midir? Kaldı ki, kıyılarda bu- luştuğumuz kavimlerle kaynaşıp az buz işler yapmamış sayılmayız bu denizlerde. Galiba ufkumuzu bunlarla sı- nırlı sanmak ve İskandinavların, İngilizlerin, İtalyanlarla İs- panyolların, Portekizlilerin aksine öteleri düşünmemek- tir bizi denizler yerine kıyılara hapseden. O açıdan bakınca, Hint Okyanusu’ndan ötelere gitmeye kalkmış bir Pirî Reis’i idam etmek değil midir en büyük cinayetimiz? Belki “ufuksuzluk” diye özetlenebilecek bir kusurumuz var: Birkaç soruna saplanıp kalmak, ötesini ve başka so- runlarla bağlantılarını, ne gibi etkiler yaratabileceklerini düşünmemek. Hatta, saplanıp kaldığımız bir sorunun ni- çin ortaya çıktığını bile düşünme zahmetine katlanmamak. Ö rneğin şu günlerde darbeciliğe ya da darbe korkusuna aklımızı takmışız. Cumhuriyetin son yarım yüzyılı bo- yunca yaşanan darbelerin niçin yaşandığını, demokrasi girişimlerimizde neden pürüzlerin ve tepkilerin ortaya çık- tığını, çıkmaması için neler yapmak gerektiğini fazla düşün- meden. Ya da çok basit tahliller yapıp çok kolay ve kestirme çarelere başvurarak. Şu sırada yapılmak istendiği gibi, cumhuriyetin kuru- cusu olmuş ve koruyucusu olacak bir askerin saygınlığını hırpalamak, gücünü ve yetkilerini şurasından burasından kırpmak, bunun için “Avrupa böyle istiyor” diyerek kes- tirip atmak mıdır çare? Böyle yaklaşımların kendimizi zayıflatmaktan başka bir sonucu olmayacağını düşünebilmek için çok fazla çaba harcamak gerekmediği halde o kadarcığının göze alın- madığını görmek, gerçekten hüzün vericidir. PENCERE Polis Devleti... Artık medyanın da diline pelesenk olduğuna gö- re “F tipi polis” yeterince meşhur oldu... Bilindiği gibi “F tipi” Fethullahçı demek... Fethullahçı, Said Nursi kolundan Nakşidir... Feto Amerika’ya postu sermişti, ama, artık Tür- kiye’de iktidara oynayacak kerteye ulaştı... F tipi polis gün geçtikçe daha çok polis dev- letine dönüşen Türkiye’de yargı olanaklarını da kullanıyor... Ergenekon soruşturmasında, F tipi polis, sav- cının önüne içi boş da olsa şişkin bir dosya koy- du mu, yeme de yanında yat... Başka yöntemler de kullanılıyor... Sonuncusu “belge” numarası... Bir avukatın yazıhanesinde polis “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” adı verilen bir belge bul- muş... muş.. miş.. mış.. Belge gerçek belge değil... Fotokopi... Türkiye, şimdi bu sözüm ona belgeyle oturup kalkıyor... Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ dedi ki: - Bu belge bir kâğıt parçasıdır... Başbakan “itiraz” etti: - Yooo, dedi, belgenin ne olup olmadığına ba- kacağız... Ve F tipi polis amacına ulaştı... F tipi polis, artık askeri izliyor, dinliyor, gözet- liyor, denetliyor... Ergenekon’da ortaya çıkan bütün göstergeler bir gerçeği kanıtlıyor: - Türkiye artık bir polis devletine dönüşmüştür... Peki, hangi polisin devleti olduk!.. F tipi polisin... Nasıl olduysa oldu, İstanbul’da F tipi polisin ba- şını çektiği bir soruşturmada görevli savcılık, ar- tık bütün Türkiye’yi avucunda tutuyor... Ergenekon’da ne coğrafya var ne de tarih... F tipi polis konuyu, olayı, belgeyi, kişiyi, kâğıt parçasını Ergenekon’la damgaladı mı, savcılık da malum Ergenekon’un gereğini yerine getiriyor... Genelkurmay’da bir yazılı kâğıt parçası mı soruşturulacak?.. Kim soruşturacak?.. Ergenekon... İstanbul’daki savcı... F tipi polis... Olayın üstüne Ergenekon damgasını vurdun mu iş bitmiştir... Olay, Ergenekonlaşmıştır... Artık Ankara’daki Genelkurmay da İstan- bul’daki Ergenekon’a dahil edildi... Girişimci kim?.. F tipi polis... Fethullah sonunda muradına erdi, polisten sonra askeri de eline geçirdi, geçirecek... AteşleGökyüzünüTutuşturmayõBilmek! A teş! Farsçada ‘ataş’ yani yanma anlamõnda, Türk- çede de anlam bozulmasõ olmaksõzõn söylenmek is- tenene bir mim koyacak kadar yalõn ve açõk... Yanarak büyümek, büyürken her 2 Temmuz’da ateşlerin çemberinden geçerek büyümeyi bilen- lerden olmak, yeri yakmak; onunla ye- tinmemek... Ateşleriyle gökyüzünü tu- tuşturmayõ bilmek... İşte Sõvas’õn ateşe gülümseyen yiğit- leri, inançlarõyla gökyüzüne gülümserken kendilerini ateşe atanlara karşõ, kendile- rinin ateşte yanmayan birer semender ol- duklarõnõ, ateşte de yaşamayõ bilenlerden olduklarõnõ gösterdiler... Ama Nemrut olup ateşleri yakarken nara atanlarõn utanç alevleriyle her gün kendilerini ye- niden yaktõklarõnõ, ruhsal yoksunluklarõnõ her gün ateşlere attõklarõnõ hissediyoruz.. Sõvas’õn mazlumlarõ, mahsunlarõ ise Tür- kiye’nin kalbini yangõn yerine çevirip bi- zim kalplerimizi de ağõtla dağladõlar... Sõ- vas’ta onur elbisesini giyenlere şairin söy- lediklerine kulak vererek “onlar ölme- diler yok / dinamit fitilleri gibi ayak- talar” diyebiliriz. Kara yürekliler... Ölüm dediğimiz nedir ki bilene! Bir ya- kadan öteki yakaya geçerken inanç eri olarak kendi türküsünü söyleyebilmek- se ölümün ötesindeki var oluş eğer, o za- man evet 1993 Temmuz’un 2’sinde gök- lere yükselenler ile Madõmak’ta ateş ya- karak, oradan arta kalan isle yüreklerini kapkara yapanlar arasõnda dağlar kadar fark var... Dağlar kadar seviliyor şimdi göğün arşõna yükselenler ama kara yü- rekli hoşgörüsüzler ise şairin kehanetini doğrularcasõna “Müşkil odur ki, ölme- den evvel ölür kişi” mõsrasõnõ doğrula- dõlar... Dipsiz kuyu Türkiye son kõrk yõlõnõ; seri katiller gi- bi iz sürüp, seri katliamlar yapõp, kanlõ el- leriyle Maraş, Çorum ve Sõvas’õ kadrizi ve kederimiz yapanlarõn baş tacõ yapõldõğõ bir dipsiz kuyuya dönüştürüldü... Ölüm- den ve öldürmekten medet umarak Tür- kiye’yi rüzgârsõz ve Mecnun’suz bir çöle çevirmek isteyenlere inat, özgürlü- ğün peşinden gitmeye devam edece- ğiz... Katliamlarõn biçe biçe bitiremedi- ği, bu topraklarõn gerçek sevdalõlarõ, alõnlarõnõ yukarõda tutarak bu ülke için ideallerinin peşinde gitmeye devam ede- ceklerdir! Demin “bu ülke” dedik... Türkçenin ince labirentlerinde yol al- manõn filozofu, Türkiye’nin Nietzsc- he’si, Cemil Meriç’in o ünlü “Bu Ül- ke”sinin “bu ülke”nin onurlu alemdar- larõnõ yakanlarõna göstereceği bir hoş- görüsü olmasa gerek... Siyasal iktidarlarõn himmetinden ya- rarlanarak Türkiye’yi “kasap hava- sı”nda tutmak isteyenlere verecek can- larõmõz artõk yok... Öfkeyi sevgiye çevi- rerek intikamõn insanõ içten içe yok eden tuzaklarõna düşmeden, Sõvas’õn o melun ve meşum gününü, bu ülkenin gerçek ba- rõşa kavuşmasõnõn yõldönümü, gündö- kümüne çevirerek ilerlemek, filozofun de- diği gibi, “İnsanca, pek insanca” değil midir? Bize bu yakõşõr, ama o ölümsüz- lerimiz için yas da yaraşõr... Büyük bilge Buda, uzun inziva haya- tõ geçirdiği bir mağaradan şakirtleri ta- rafõndan çõkarõlõp götürülürken daha ye- ni bitmiş bir savaşõn ardõndan iki taraf- tan sayõsõz insanõn ölümün cenahõna geçmiş cansõz bedenlerine rastlayõnca ta- rifsiz kederlere boğulur ve “buna hiç ge- rek yoktu, aslında nasıl olsa bir müd- det sonra hepsi kendiliğinden yaşamın ötesine uzanacaklardı” der... Evet ha- yatõ ne kadar derin ve özlü, derinden ya- kalayõş ve kavrayõş var bu sözde... Hayat, herkes için benzersiz ve biricik olmaya hazõrken bunun değerini bilmeden baş- ka canlarõ almayõ marifet sayanlarõn, “can almak sadece Allah’a mahsustur” düsturuna bağlõ olduklarõnõ emme basma tulumba gibi söylemeleri yaman bir çe- lişkiyi veya bir başka adlandõrmayla tam bir ironiyi barõndõrmõyor mu? Bizler bu topraklarõn gri rengine vur- gun olanlardanõz, çelikten irademizin bize söyledikleriyle yola koyulduk, eski sufi dervişler gibi, sõrtlarõmõzdaki torba- ya bir pirinç tanesi koyarak, gidecek bir yolumuz olduğunu bilenlerdeniz, Sõ- vas’ta ölümsüzlüğe kavuşanlarõn yolun- dan gidenleriz... Barışın sesi Özgürlüğün yolundan giden Sõvas’õn şehitleri aslõnda özgürlüğü, büyük dü- şünür J.S. Mill gibi algõlayõp “Özgür- lüğü, başkalarının doğrularına engel olmadan kendi doğrularına istedikle- ri gibi ulaşma olarak” görmenin uğra- şõnõ verdiler... Kimsenin canõnda gözle- ri yoktu onlarõn, hem de asla ve kat’a! Sa- dece kendilerini kendileri yapan şeyleri barõşõn sesine can vererek yaşatmak is- H. Ali ULUSOY / Mimar Geleceğimizi ateşin yakõcõlõğõnda yok etmemek için Sõvas’õn kara temmuzlu o tarihini bu vatanõn eşsizliğine selam duran resmi bir anma gününe dönüştürmeliyiz! Komutsuz, kendiliğinden yürekleri bir õrmak gibi birleştiren bir ortak kaynaşma ve birbirimizi anlama yõldönümüne dönüştürmeliyiz! Bunu yapabilir miyiz peki? İnsansak, benzer acõlar yaşanmasõn istiyorsak, “Her şeye renklerle can vermek ister güneş” diyen Goethe’ye kulak verip ve renklere bürünürken her renge de saygõ duymayõ bilerek yapabiliriz! tediler.. “Ölüm sevilecek şey değil, ölümün güzeli yok” diyenlere uyarak, cismani yok oluşu ölüm saymadan, güzelliği gü- zellikle yeşertme uğra- şõndaki ateş erlerimizin, “şol cennetin ırmakla- rı”nõn yanõnda şimdi bi- ze gülümsediklerini söy- leyebiliriz. “Ama onlar öldü” diyenlere, Apol- linaire’nin bu dünyadan çekilmesinin yarattõğõ şaşõrtõcõ boşluğu görüp “Ama Apollinaire öl- dü” diyerek Aragon’a teselliyi, onun bu dün- yaya armağan ettikle- riyle vermeye çalõşan gerçeküstücülüğün piri Andre Breton gibi, biz de yakõlanlarõn bu ülke- yi eşitliğin ve özgürlü- ğün haritasõnõ armağan bõraktõklarõnõ söyleyebi- liriz, hem de rahatlõk- la... Hayatõn tadõndan ha- bersiz kalmõşlarõn işidir can almak. İnsanlõk tari- hinin en meşakkatli dö- nüşümlerine yol açan ateşi, bir yok edici olarak kullanma istekleri, onla- rõ, İbrahim yapmaz ama Nemrut yapar, yaşayan ölü yapar. O zaman tam da Haz- reti İsa aracõlõğõyla, ya- şayan o ölülere seslen- menin sõrasõdõr, “Bıra- kın ölüleri ölüler göm- sün...” Yanmayan Halil İbrahim gibi, Sõvas elle- rinde bir otelde ateş pu- suna düşürülen inanç er- lerinin her biri de birer Halil İbrahim’dir ama bunu biz anlarõz da peki ya Nemrut’a karşõ ol- duklarõnõ söyleyerek Nemrut’un yolundan gi- denler? Geleceğimizi ateşin yakõcõlõğõnda yok etmemek için Sõvas’õn kara temmuzlu o tarihi- ni bu vatanõn eşsizliğine selam duran resmi bir anma gününe dönüştür- meliyiz! Komutsuz, ken- diliğinden yürekleri bir õrmak gibi birleştiren bir ortak kaynaşma ve bir- birimizi anlama yõldö- nümüne dönüştürmeli- yiz! Bunu yapabilir mi- yiz peki? İnsansak, ben- zer acõlar yaşanmasõn is- tiyorsak, “Her şeye renklerle can vermek ister güneş” diyen Go- ethe’ye kulak verip ve renklere bürünürken her renge de saygõ duymayõ bilerek yapabiliriz! [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle