17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B GÖRÜŞ FATMA ESİN İnanç mı, Bilim mi? Yerel seçim öncesi kavgaları, sonrası tartışmaları ülkedeki pek çok sorunu gölgede bıraktı. Bun- lardan biri de, Evrim Kuramı tartışması ile somut bir şekilde yeniden gözler önüne serilen inanç mı, bilim mi sorunudur. Aslında yaşadığımız asırda ar- tık böyle soruların sorulması bile yadırganmalı. Fa- kat ne yazık ki, soruluyor ve sorulmaya da devam edeceğe benziyor. Çünkü bir bilim kuruluşu olan TÜBİTAK bile bu tartışmanın içine, hem de inanç yönüne eğilimli bir şekilde girmiş bulunmakta. Se- çim sonrası bir milletvekilinin söyledikleri de ilginçti. “Eğitim düzeyi yüksek kişilerin çoğunlukta oldu- ğu kesimlerde AKP oylarının düşmesi, eğitim sis- temimizin değişmesi gerektiğini göstermektedir” dedi bu milletvekilimiz. Ne demek istediği açık!.. Ve tabii gelecek için endişe verici!.. Oysa çağdaşlık ancak bilimle, bilimsel görüş- le sağlanır. Bilim ise bulgulara ve kanıtlara daya- nır. Bulgulara ve kanıtlara da genellikle uzun ve yorucu deneyler ve gözlemlerle ulaşılır. Bugün dünya üzerindeki gelişmiş ülkelerin bu düzeye var- malarında en büyük etkenin bilim olduğu tartışıl- maz bir gerçektir. Geri kalmış ülkeler ise genel- likle inanca dayalı yaşam sürdürenlerdir. İnanca dayalı yaşam sürdüren toplumlar bilim yarışında yer alamazlar ve bazen büyük fırsatlar kaçırırlar. Osmanlı döneminde yaşanmış böyle bir fırsat kaçırma örneği Takiyeddin olayıdır. Zamanının matematik ve astronomi bilgini olan Takiyeddin, III. Murat’ı İstanbul’da bir gözlemevi kurdurulmasına ikna eder. 1575-1577 tarihleri ara- sında kurulan bu gözlemevinde gözlemler baş- ladıktan sonra 1577’de bir kuyrukluyıldız da gö- rünür ve doğal olarak ilgi ile gözlenir. Fakat ne ya- zık ki, 1578’de bir de veba salgını baş gösterir İs- tanbul’da. Bağnazlara göre gökyüzünü incelemek Tanrı’nın işine karışmaktır ve büyük günahtır. Veba salgı- nı da bu büyük günaha verilmiş bir Tanrı cezası- dır. Eğer gözlemler devam ederse daha nice ce- zalar gelecektir. Bu görüşler etkisini gösterir ve şeyhülislamın fetvası ile 1580’de Tophane sırtla- rındaki gözlemevi topa tutularak yıktırılır. Aynı tarihlerde (1576’da) Danimarkalı astronom Tycho Brahe’ye Hven (bugün Ven) Adası’nı tah- sis ederek ve her türlü maddi olanağı sağlayarak bu adada gözlemevi kurmasına ve gözlemlerini sürdürmesine izin verir. Tycho Brahe 1597’ye ka- dar, tam 21 yıl bu adada gözlem yapmıştır. Bu gözlemlerin amacı Polonyalı astronom Kopernik’in astronomide yeni bir çağ açan güneş merkezli sis- tem savının doğru olup olmadığını sınamaktır. 1597’de Prag’a dönen Tycho Brahe yaptığı göz- lemleri yeni tanıştığı Alman astronom J. Kepler ile değerlendirmeye başlar. Fakat 1601’de ölün- ce bu gözlemleri değerlendirmek ve bilim dün- yasına güneş sistemi ile ilgili, üç temel yasa ka- zandırmak onuru J. Kepler’in olur. Ondan sonra bu konudaki bilimsel çalışmala- rın ivme kazandığı ve I. Newton’ın bu temel ya- salardan hareketle evrensel “genel çekim” yasa- sını keşfettiği bilinmektedir. Yukarda özetlenen olayların tarihlerine dikkat edildiğinde Osmanlı devletinin bilim tarihine geç- mede nasıl bir fırsat kaçırdığı açıkça görülüyor. İstanbul’da kurulan gözlemevinin kuruluş tari- hi: 1575-1577. Danimarka Kralı II. Frederik’in tahsis ettiği Hven Adası’ndakinin ise 1576. Tam tamına aynı yıl! Fakat ne yazık ki, İstanbul’daki 1580’de bir fet- va ile yerle bir ediliyor. Diğerinde ise 20 yıl süren gözlemler ve o gözlemlerin sonuçlarından hare- ketle evrensel doğa yasalarına kadar giden bilimsel gelişmeler... Bu örnekten çıkarılacak bir diğer sonuç da şu: Bilimde ve bilimsel görüşte hep kuşku vardır. Bir bilimsel bulgu akıl süzgecinden geçmeden ve o bulguyu doğrulayacak yeni kanıtlar olmadan ka- bul görmez. Oysa inanç bunun tam tersidir; sorgulana- maz, doğruluğu tartışılamaz, Kanıt aranmaz! Bu- na rağmen hâlâ inancı bilimin önüne geçirmek için büyük bir çaba içinde olanlar var! MERİÇ VELİDEDEOĞLU “10 Nisan” gününün Cum- huriyet tarihimizde, dolayısıy- la çağdaş yaşamımızın oluş- masında çok önemli bir yeri vardır. Öte yanda, 81 yıl önce TBMM’de o gün alınan bir kararın, günümüzde “katlana- rak” değerlenmesinin de dü- şünülecek bir yönü olmalı. 1928’in “10 Nisan”ında, Tür- kiye Cumhuriyeti’nin hem içe- ride hem dış dünyada bir “din devleti” olarak algılanmasının önü kesilmişti, anayasanın 2. maddesi değiştirilerek. Çünkü o günkü 1924 Ana- yasası’nın bu 2. maddesi “Türkiye Devleti’nin dini, İslam dinidir” diyordu. Dönemin uygar dünyasın- daki ülkelerin arasında yer al- mayı amaçlayan Türkiye’nin anayasasında böyle bir mad- denin bulunmaması gerekirdi. Peki, nasıl oluyordu da “Cumhuriyet”in ilanıyla başla- yan “devrim” boyutundaki ya- pısal değişimlere karşın, ana- yasada “hâlâ” böyle bir mad- de yer alabiliyordu? Bu sorunun kapsamlı yanı- tı vardır “Söylev”de. Bir bakı- ma yapıt boyunca sürer. Bir “İslam” ülkesinde “laik” bir düzene, “laik” bir yaşama geçmenin, bir Batı ülkesinde- ki gibi olmadığını “da” içerir, gözler önüne serer bu yanıt. Şimdi 1923’ten 10 Nisan 1928’e dek olan süreci çok kı- saca anımsayalım. İlginçtir ki, 1920 Meclisi Hü- kümeti’nin ilk anayasası olan 1921 Anayasası’nda devletin “din”inden söz eden böyle bir madde yoktur. 1923’te sıra Cumhuriyetin ilanına geldiğinde, anayasada gereken değişimi Atatürk ile İnönü birlikte “beş” madde olarak hazırlayıp Meclis’e su- narlar. İşlem gereği bu deği- şiklik “tasarısı” Anayasa Ko- misyonu’na gönderilir. Tasarı, Komisyon’dan “altı” madde olarak çıkar. Eklenen “devletin dini”nden söz eden yukarıda yazılı maddedir ve 1921 Anayasası’nın 2. mad- desini oluşturur. Kuşkusuz Atatürk ve İnönü üzgündür; ama onları daha da üzen, bu maddenin Mec- lis’te büyük bir coşku ve se- vinçle kabulüdür. Dahası, Urfa Milletvekili Saf- fet Efendi’nin bu eklemeyi yapan “Komisyon”a, adeta Meclis adına içtenlikli bir dille yaptığı “teşekkür” de vardır. Ne var ki, artık yeni bir ana- yasa yapılması kaçınılmazdır; çalışmalara başlanır. Kısa sü- rede bitirilir, oluşturulan 1924 Anayasası’dır. Ama sözü edi- len madde bu anayasada da yine 2. madde olarak aynen yer alır; hem de Atatürk’ün kar- şı koyuş çabalarına karşın. “Devrim” ise yolunda yürü- meyi sürdürür. Ardı ardına de- rin yapısal değişimler gerçek- leştirilir. 1926’da “Türk Yurt- taşlar Yasası” (Medeni Kanun) kabul edilir. Böylece dünyasal yaşamı düzenleyen “Kuran” çıkışlı ya- salar son bulur. Artık, Türkiye, “hakkı”yla çağdaş uygar devletler ara- sında yerini alabilecektir. Oy- sa anayasasında “hâlâ” dev- letin “din”inden dolayısıyla “din devleti”nden söz edil- mektedir. Kuşkusuz başta Cumhur- başkanı olmak üzere tüm yö- netim bu durumdan rahatsızdır. 1927 yılında Atatürk, “Söy- lev”i okurken bu yapıtında yer alan “iki” isteğinin de üzerinde durarak belirtir. “Ulus”undan yerine getir- mesini beklediği bu isteklerin “ilki” 1924 Anayasası’nın bu “ikinci” maddesinin değiştiril- mesidir. Bu isteği ertesi yıl “10 Nisan” günü yerine getirilir. 2. madde: “Türkiye Devleti’nin dili Türk- çedir. Makarrı Ankara şehridir” biçimini alır; böylece “din dev- leti” anlamını içeren düzenle- me anayasadan çıkarılır. Oysa bugün 81 yıl sonra, 2009’un “10 Nisan” günü “la- ik” Türkiye Cumhuriyeti Dev- leti üzerinde “Ilımlı İslam Dev- leti”, “yafta”sı vardır, ABD ve AKP ortaklığınca yapıştırılan ve “AKP iktidarı”nca “yedi” yıldır da adım adım işleme konulan. Sanırım şimdi Atatürk’ün “ikinci” isteğinden söz etme- liyiz. Bunu Atatürk şöyle belirtir “Söylev”de: Bağrında yetişti- rerek başının üstüne dek çı- karacağın kişilerin “öz ma- ya”sını iyice inceleyin! Yani “takıyye” kuyusuna düşmeyin! Ne yazık ki, Atatürk’ün bu is- teğini yerine getiremedik yıl- lardır. Özellikle de 2002’den bu yana, sonunda şimdi kuyunun içindeyiz. Yalnız şu günlerde kabımı- za sığamıyoruz, büyük bir coş- ku yaşıyoruz. Çünkü “Obama” çıkaracakmış Türkiye’yi bu kuyudan. Nasıl mı? Obama’nın “ipi”ne sarıla- rak... Haydi hayırlısı! 2009’un ‘10 Nisan’ı [email protected] KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK [email protected] ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI [email protected] TARİHTE BUGÜN MÜMTAZ ARIKAN www.mumtaz-arikan.com10 Nisan OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ [email protected] HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN [email protected] 10 NİSAN 2009 CUMA CUMHURİYET SAYFA 17 IMF Türkiye’ye geliyor. Ümüğünüze sahip çıkın! Gerçek Ertuğrul Sevimbike: “İyot ile anasonu uygun bileşimde tüketenler geleceği daha akılcı şekillendirir!” Kandırmak Mesut Başaldı: “Abraham Lincoln demişti ki; bir milletin hepsini bir zaman, bir kısmını da her zaman kandırabilirsiniz ama hepsini her zaman kandıramazsınız!” Haşema Mustafa Baykan: “Yaylalara havuz yaptırdım, haşemalar elde kalmasın!” YağmurDeniz Tunceli Valisi topun ağzında mı? KAPININ önüne konacak bakanlar gibi topun ağzında valiler olduğunu da anlatıyor Sıtkı Ergüney: “Başbakan tarafından bazı bakanların kurban edilmelerinin ardından sıra valilere gelecektir. Topun ağzında da Tunceli Valisi Mustafa Yaman olmalı. Zira seçime üç hafta kala Başbakan’ın valisi olarak başlattığı çamaşır makinesi destekli sosyal devlet projesi başarıya ulaşamadı, Tunceli’de belediye başkanlığı seçimini Başbakan’ın partisi ne yazık ki kazanamadı. Oysa bir vali, hele Başbakan’ın “benim valim” dediği valiler halkın ihtiyaçlarını doğru saptayabilmelidir. Tunceli gibi ekonomisi gelişmiş, herkesin iş güç ve dolgun gelir sahibi olduğu bir ilde; lüks otomobil satın alabilmek için aylar öncesinden sıraya giren insanlar bedava çamaşır makinesine tenezzül ederler mi hiç? Siz bakmayın evlerinde su, elektrik olmadığına. Onlar, çok sevdikleri doğa ile baş başa kalabilmek için dağ evlerinde yaktıkları şöminelerin ışığında aydınlanırlar, bahçedeki kuyulardan çektikleri sular ile çamaşırlarını yıkarlar. Bir alışkanlıkları da; beklemedikleri bir durumla karşılaştıklarında ‘biz aptal mıyız’ diye sorduktan sonra akıllı kararlar vermeleridir! Artık bu konulara Başbakan’ın yeni valileri daha bir dikkat eder.” Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’in günlüğünden: “Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.” “MADEM iki atımlık kurşunun vardı, niye çıktın eşkıyalığa” diyerek söze giriyor Bülent Esinoğlu ve NATO’nun 60. yılı için şöyle diyor: “Sovyetler Birliği’ne karşı olmazsanız sizi NATO’ya almayız dediler. Biz de komünizme karşı olduğumuzu ispat için Kore’ye asker gönderdik. Bine yakın askerimiz Amerika için şehit oldu. Onlar da bizi NATO’ya aldılar. Aynı, şimdi AB’ye girmek için hani şu Kopenhag Kriterleri var ya onun gibi kriterler vardı. Yani Mehmetçiğin kanını Kore’de vermiş olmamız onlar için yeterli değildi. Bu kriterlerin halka açık olanı vardı, kapalı olanı. Bazı kapalı kriterleri aradan ancak yıllar geçince anlamaya başladık. Uzatmayım, karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu misali neler çıkmadı ki! Üye her devletin bir de ‘Derin NATO’su varmış. ‘Derin NATO’ üye devletlerin hükümetlerini kontrol etmek üzere düzenlenmiş. Üye hükümetlerden biri Amerika’nın söylediklerinin dışına çıkmaya yeltenirse bu ‘Derin NATO’ hemen devreye girermiş. Sabotajlar, suikastlar, hükümeti yola getirmek için ne gerekirse hiç çekinmeden onu yaparlarmış. Türkiye’de 60 yılda neler yaptığını kısaca hatırlatayım: Kemalistleri katlettiler. Muammer Aksoy’lar, Uğur Mumcu’lar, Ahmet Taner Kışlalı’lar, Eşref Bitlis’ler. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin arkasında ‘Derin NATO vardı’ ve ‘darbeyi bizim oğlanlar yaptı’ diye de utanmadan açıkladılar. Sosyal devleti tasfiye ettiler. Kemalizmi ortadan kaldırdılar. Şimdi de Türkiye’yi bölünme noktasına getirdiler. NATO’nun Türkiye’deki 60 yılının özet geçmişi budur. Şunu da ekleyelim; 60 yıl içinde az veya çok tüm hükümetler NATO’nun her dediğini yerine getirdi. Recep Tayyip zaten onların Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olduğu için, ast üst ilişkisi vardı. Hem işin içinde olacaksın hem de NATO’nun başına kimin atanacağına karşı çıkacaksın. Bu tabii ki olacak bir iş değildi ve Danimarka Başbakanı Rasmussen NATO’nun başına getirildi. Bizimki peygamber karikatürleri ve terör televizyonu ile Rasmussen’e karşı iç politikaya oynamak istediyse de olmadı. Çünkü iki atımlık kurşunu vardı! Sonuçta NATO’dan çıkmamış bir Türkiye’nin gideceği yer bellidir: Bölünme ve federasyonlar.” Derin NATO SESSİZ SEDASIZ (!) BULMACA SEDAT YAŞAYAN SOLDAN SA- ĞA: 1/ Taşlõk, çalõlõk yer. 2/ Mersin’in Si- lifke ilçesinde antik bir kent... D ö v ü l m ü ş buğday, merci- mek ve nohut- la yapõlan bir tür çorba. 3/ Aşõnõn tutmasõ için yinelen- mesi... Romatizma ağrõsõ. 4/ Dağ, tepe gibi yamaçlõ şeyle- rin alt bölümü... Tro- pikal Afrika’da yeti- şen ve “ohi” de de- nilen ağaç. 5/ Meyve koparmak için ucuna üçlü ya da dörtlü bir çatal geçirilmiş sõ- rõk... Soylu. 6/ Al- datma işi, hile... Balõ alõnmõş petek. 7/ Yaz yağ- muru... Halk müziğinde kullanõlan telli bir çalgõ. 8/ Matematiğin bir dalõ... Y. K. Beyatlı’nõn hece öl- çüsüyle yazdõğõ tek şiiri. 9/ Gövdesi üç köşeli ve üç telli Rus halk sazõ. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Domuz yavrusu. 2/ Sõnõr nişanõ... Birkaç renkli iplikten yapõlmõş dokuma. 3/ Dağcõlõkta, bir halkaya bağlanmõş iki katlõ bir ip sayesinde dik bir kayadan inme tekniği... Rüzgâr. 4/ Giysinin belden aşağõda kalan bölümü... Baryum elementinin simgesi. 5/ Eskiden ağõr hapis mahkûmlarõnõn boynuna ge- çirilen demir halka... Bir göreve kalõcõ olarak atanan kimse. 6/ Arnavutluk’un plaka imi... Gürültü, patõrtõ. 7/ Kusma... İnce kamõş. 8/ Zorlama, zorla yaptõrma... “Ayrõlõk ateşten bir --- / Nazlõ yârdan hiç haber yok” (Türkü). 9/ Ali Özgentürk’ün bir filmi. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1 2 3 4 5 6 7 8 9 D O L A Y L A M A O B U R O İ L N A L A K O N T A U K R A Y N A N İ R A L E Y I Z B A N D U T M A U N O M Ç F A K İ R F İ Ç İ T S E Z A R 1 2 3 4 5 6 7 8 9 1 2 3 4 5 6 7 8 9 Nüfus cüzdanımı kaybettim. Hükümsüzdür. Ahmet Karagül
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle