23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 28 EKİM 2009 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Başkalaştırma YARIN yıldönümünü kutlayacağımız Cumhuriyet, 86 yıllık yaşamının en zor döneminden geçiyor şu sıralar. Aslında kritik dönemler hiç eksik olmadı bu yaşamda: Laik düzenin kurulması için köktenci büyük devrimlerin başlatılması, 1929-30 ekonomik bunalımı, yokluklar ortamında ulusal sanayinin kurulması, İkinci Dünya Harbi’nin kıyısından dönüş, çok partili demokrasiye geçişin ve darbelerin çalkantıları, beşer yıllık planların ve cumhuriyetçi üç anayasanın denenmesi, Kıbrıs ve Ege gerilimleri… Bunların hiçbiri Kemalist Cumhuriyetin başka bir cumhuriyete dönüştürülmeye çalışıldığı bugünkü dönem kadar kritik değildi. Belki, zor ve kritik oluş açısından şimdikine en yakın sayılabilecek dönem olarak, Cumhuriyetin ilanını izleyen ilk iki yıldan söz edilebilir. Sade uzun savaş yıllarının yıkımını onarma, Lozan sonrası Mübadele’nin nüfus ve ekonomik yapı üzerindeki etkileri ve etnik kökenli bölücülük isyanları açısından değil, bunların ötesinde, bunlardan yararlanmaya çalışan bir muhalefetin Cumhuriyet fidanını kırma niyeti açısından da. İstiklal Harbi boyunca kıpırdanan, Mustafa Kemal’e kuşkuyla bakan, sonrasında örgütlenen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, adının tersine, ne ilericiydi ne de cumhuriyetçi. Kurucuları saltanatın ve hilafetin yıkılışını içlerine sindiremedikleri gibi, laik bir hukuk düzeninin kurulmasından ve Kemalist atılımların getireceği yeniliklerden de korkuyorlardı. Musul “meselesi” yüzünden İngiltere’yle kapışma olasılığıyla karşılaşan bir rejim, başta ciddi bir suikast girişimi olmak üzere boğuştuğu bir yığın soruna ek olarak Cumhuriyetin özünü yıkmaya yönelik bir siyasal hareketi hoş göremezdi. Sonuç, Takriri Sükûn Yasası’yla gelen bir otoriterlik oldu. Şimdi kendi felsefesiyle tutarlı olmak zorunda olan bir cumhuriyetin artık öyle bir çareye başvurmak gibi bir lüksü de yok. Ama ciddi yönetim, tam anlamıyla bağımsız yargı, planlı kalkınma, özel kesimin dinamizmini kamusal girişimciliğin güvenilirliğiyle kaynaştıran karma ekonomi gibi kavramlar var zihinlerde. Geçmişte kısmen uygulanıp başarıyla yaşanmış, iyi yetişmiş genç kuşaklar eliyle geleceğin yeni koşullarına da başarıyla uygulanabilecek kavramlar. Bugünlerin karşı-devrimine umutsuzca seyirci kalmak yerine, bu kavramlar üzerinde düşünüp yeni bir cumhuriyetçiliğin egemen olması için partiler arenasında mücadele etmek daha doğru olmaz mı? PENCERE Kıyamet Savaşçıları!.. ‘D oğu’nun Hasta Adamı’nõn yazgõsõ, Birinci Dünya Sava- şõ’nõn sona ermesin- den iki yõl kadar ön- ce, o zamanõn süper güçlerince belirlen- mişti. 1916 yõlõnda son biçimini alan giz- li paylaşma planõna göre, “Osmanlı Ül- kesi”, savaşa katõlan bağlaşõk (müttefik) devletler arasõnda parçalanarak paylaşõ- lõyordu. Bu paylaşmada “koruyucu- luk” gerekçesi kullanõlõyordu. Böylece, uzunca bir süreden beri, emperyalist güçler tarafõndan “siyasal bir varsa- yımdan” ibaret görülen ama topraklarõ- nõn bölüşülmesi konusunda uyuşma sağ- lanamadõğõ için varlõğõna katlanõlan Os- manlõ Devleti’nin yaşamõ, eylemsel ola- rak sona ermiş oluyordu. Bu gizli planõn uygulamaya konulma biçimi “Sevr Antlaşması”dõr. Gerçi sa- vaş sonrasõnda ortaya çõkan yeni denge- ler yüzünden planda bazõ değişiklikler ol- muştu. Örneğin, 1917 Devrimi dolayõ- sõyla, gizli anlaşmanõn taraflarõndan olan Rus Çarlõğõ “devre dışı” kalmõş ve ye- ni kurulan Sovyet Cumhuriyeti’nin payõ da kaldõrõlmõştõ. Öte yandan, İngilizlerin çabasõyla “panhelenizm” düşleri gören Yunanistan “devreye girmiş”ti. İngiliz- ler, Batõ Akdeniz’e yayõlmõş güçlü bir İtal- ya’nõn korkusuyla, onlara vaat edilen pay- dan büyükçe bir parçayõ, etnik (budunsal) gerekçeler uydurarak Yunanlõlara peşkeş çekmişlerdi. Antlaşma daha yürürlüğe gir- meden, pay sahipleri, paylarõna “mah- suben” toprak işgallerine başladõlar. Anadolu’da filizlenen Ulusal Kurtuluş hareketinin özünde, savaşta yenik düşmüş olan “imparatorluğa” son verme perdesi altõnda, bir ulusu yok etmeye yönelik bu plana karşõ savaşõm düşüncesi yatar. “Müdafaa-i Hukuk”, “Redd-i İlhak”, “Harekât-ı Milliye” gibi adlar altõnda bi- çimlenen yerel direnme örgütlenmeleri- nin ortak yanõ bu savaşõm fikridir. Bunun başka bir anlatõmõ, ulusal varlõğõn ve ba- ğõmsõzlõğõn konulmasõdõr. Ordu müfetti- şi Mustafa Kemal Paşa’nõn Samsun’a varõşõndan sonraki “ulusal önder” kim- liği de bu noktada belirginleşir. Mustafa Kemal’in o bunalõmlõ dönemde neyi amaçladõğõnõ gösteren en anlamlõ belge Amasya Genelgesi’dir: “Vatanın bü- tünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehli- kededir”, “ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.” Bunun için, hiç duraksamadan “her tür- lü etki ve denetimden uzak bir ulusal kurul oluşturulmalıdır.” ‘Ulusçuluk’ Amasya Genelgesi’nden Cumhuri- yet’in ilanõna kadar süregiden olaylar di- zisi gözlenirse, tümüyle “bağımsızlık sa- vaşımı” (istiklal mücadelesi) olarak ni- telenen bu sürecin en önemli öğesinin “ulusçuluk” olduğu görülür. “Milli Mü- cadele”, “Millet Meclisi”, “Milli Hü- kümet” terimleri hep bu öğeyi yansõtõr. İstanbul’daki tutucularõn, Ankara hareketi için alaylõ bir biçimde kullandõklarõ “mil- liciler” sözcüğü de aslõnda bir gerçeği içermektedir. Bu ulusçuluğu, Osmanlõ İmparatorlu- ğu’nun son dönemindeki Türkçülük ve benzeri akõmlardan kesinkes ayõrmak gerekir. Bu akõmlar “ulusal birime da- yalı bir devlet” arayõşõyla değil, çözül- mekte olan “çokuluslu” imparatorluğa bir diriliş reçetesi bulmak amacõyla ortaya çõkmõştõr. Bunun “tarihe karşı” bir düş olduğu ve üstelik emperyalizm tarafõndan nasõl sömürüldüğü bugün artõk bilinen bir şeydir. Ulus gerçeğine dayanmayan bir “cemaatler topluluğu” devlette, bu an- lamdaki “ulusalcılıktan” yapõcõ bir işlev beklemek, gerçekten, düş kurmaktan başka bir şey değildir. Ulus birimine dayalı İşte, kurtuluş savaşõmõnõn “ulusallık” niteliği bu noktada önem taşõmaktadõr. Ulus birimine dayanmayan bir çözü- mün geçerliliği olmadõğõ, çok cemaatli imparatorluğa değil, doğrudan doğruya onun çekirdeğini oluşturan ulusa yönelik yok etme eylemi ile somut olarak algõ- lanmõştõr. Bu nedenle, “müdafaa-i hu- kuk” hareketi, hemen “misak-ı milli” ve “kuvva-i milliye” içeriğine kavuşmuş- tur. Bu içerikle değerlendirilirse, “kur- tuluş savaşımının”, hantal ve anakronik Osmanlõ Devleti’ni yaşatma ya da diriltme çabasõ değil, ulus birimine dayalõ yeni bir devlet kurma savaşõmõ olduğu anlaşõlõr. Birçok kimse, hatta bir “ihtilal mecli- si” olduğu kuşkusuz olan birinci Türki- ye Büyük Millet Meclisi ’nin üyelerinden bir bölümü, bu gerçeği kavrayamamõş- lardõr. Yapõlan savaşõn, “saltanat ma- kamının kurtarılması” savaşõ olduğu sa- nõlmõştõr. O günkü koşullar içinde bunun olanaksõz olduğu, ulusal temele dayalõ bir savaş kazanõlõnca, artõk istense bile, “sal- tanat makamının kurtarılamayaca- ğı”, çünkü saltanat düzeninin -tarihsel bağlar ve nedenlerle- ulusal temelle bağ- daşamayacağõ anlaşõlamamõştõr. Askeri harekât sona erince, daha yeni devletin biçimini belirlemeden, saltana- tõn kaldõrõlmasõna karar verilmesi bun- dandõr. Cumhuriyetin ilanõ ile saltanatõn kaldõrõlma kararõ arasõnda bir yõllõk bir za- man farkõ olmasõ, bu yönden anlamlõdõr. Bu karar, aslõnda, geç kalmõş bir karar bi- le sayõlõr. Nitekim, saltanatõn kaldõrõlmasõ konusu görüşülürken bu kararõn esasen gerçekleşmiş bir olgunun (daha 1920 yõl- lõnda gerçekleşmiş olgunun) “tescil”in- den ibaret olduğu da söylenmiştir. Osmanlı gelenekçileri Geniş halk yõğõnlarõnca önder Musta- fa Kemal’in güçlü kişiliğiyle birleştiri- lerek algõlanan bu gerçek, yeni Türk Devleti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem kuruluş gerekçesi hem de vazgeçil- mez özüdür. Saltanat döneminin bu öze aykõrõ kurum ve kuramlarõnõn “tasfiye- si” eylemi, meydana getirilen eserin, başka bir ad altõnda “yeni Osmanlılık” değil, ondan nitelikçe temelden farklõ bir siyasal olgu oluşundan kaynaklanõr. Bugün, tarihimizdeki bu önemli “sıç- ramayı” hâlâ kavrayamamõş, bundan 86 yõl önce ilan edilmiş “Cumhuriyeti”, imparatorluk tarihi içinde zorunlu ama sõ- radan bir aşama olarak kabul eden Os- manlõ gelenekçileri yine vardõr. “Örf ve âdetlerine bağlı” cumhuriyet kuşaklarõ yetiştirme kuralõnõ üniversiteler yasasõna bile sokabilen bu gelenekçilerdir. Cum- huriyetin getirdiği “devrim”e karşõ, akõl ve bilimle değil, geçmişin köhne ku- ramlarõ ile eleştiri getirenler de yine bunlardõr. Ne ki, bütün bozma ve saptõr- ma çabalarõna karşõn, 86 yõlõn sonunda, Cumhuriyet çözümünün biricik doğru çö- züm olduğu, tartõşõlmasõ gerekli (hatta zo- runlu) olan bütün siyasal ve toplumsal so- runlarõn ancak bu doğrultuda tartõşma kal- dõrabileceği kesinlikle anlaşõlmõştõr. Niçin Cumhuriyet? Aydın AYBAY Bugün, tarihimizdeki bu önemli “sõçramayõ” hâlâ kavrayamamõş, bundan 86 yõl önce ilan edilmiş “Cumhuriyeti”, imparatorluk tarihi içinde zorunlu ama sõradan bir aşama olarak kabul eden Osmanlõ gelenekçileri yine vardõr. Sıradan bir insan, ama aklı başında bir kişi, günümüz dünyasına nasıl bakar?.. Soruya yanıt vermeden önce iki alıntı yapmakta yarar var; Korkut Boratav, “1 Eylül Dünya Barış Günü” “Söyleşiler” köşesinde çıkan yazısına şu tümceyle giriyordu: “Amerika Irak’ı satışa çıkardı.” “Petrol dışında Irak devletine ait tüm varlıklar, işletmeler ve hizmetler hızla yabancılara satılacak. Telekomünikasyondan hastanelere, sanayi tesislerinden okullara, santrallardan kentlerin su şebekelerine kadar uzanan ucu açık bir listedeki ‘kelepir mallar’ı satın alan şirketler, istedikleri fiyatları uygulayacak, kârlarını kısıtsız dışarıya transfer edebilecekler; bir yıllık vergi muafiyetinden sonra da vergi oranları yüzde 15’i aşmayacak.” Ne tezgâh değil mi!.. Boratav soruyor: “Petrol (en azından şimdilik) niye dışarda bırakılıyor?” “Saddam’ın zulmü” altında dünyadan “tecrit” edilen Irak, demek ki küreselleşecek!.. Ama ne küreselleşme?.. Reşit Aşçıoğlu, “Bilimsel çevre sağlığı gazetesi Gözlüklü Martı”nın özel sayısını çıkardı; okurken altını çizdiğim kimi satırları aktarıyorum: “Bir Amerikalı 40-50 Afrikalıdan daha çok petrol tüketir; ortalama olarak azgelişmiş ülke insanından 25-30 misli fazla petrol kullanır. Bu nedenle dünyanın en çok siyah duman çıkaran ülkesidir. ABD’nin tüm yaşamı -gerek sosyal, gerek ekonomik, gerek teknolojik- hepsi petrole bağlı!.. Kendi özkaynaklarını ‘yarın’lara saklıyorlar; şimdilik Ortadoğu’ya, Irak’a ve Kuveyt’e sarkmaları bu yüzdendir.” Peki, bu tüketim hırsı bizi nereye götürüyor?.. “Gözlüklü Martı” diyor ki: “1850’lerde her milyon hava molekülünde 285 karbondioksit (CO2 ) molekülü vardı; bu şimdi 350’nin üstüne çıktı.” Şimdi yazımızın başındaki soruyu yineleyebiliriz: Sıradan bir insan, ama aklı başında bir kişi, günümüz dünyasına nasıl bakar?.. İnsanlığın köküne kibrit suyu eken bir çılgın tüketim düzeni, ABD’nin başına çöreklenmiş neoliberal Bush tayfasının teknolojik üstünlüğünde, silah zoruyla dünya çapında hızlandırılırsa kıyametin tarihi yakınlaşır!.. Irak’taki direniş -ve dünyadaki öteki direnişler- artık yalnız emperyalizme karşı olmak niteliğini aşmıştır... İnsanlığın hakça bir düzene kavuşması güzel bir amaçtır; ama, emperyalizm yalnız insanı sömüren bir içerik ötesinde; doğayı tüketen, gezegenimizi yok eden, kutsal kitaplardaki kıyamete çağrı çıkaran bir anlam kazandı... Küreselleşmeyi bu içeriğinden kurtarıp insanca ilişkiler yumağına dönüştürmek yolundaki her direnişi desteklemek gerek... ABD’nin Irak’taki tezgâhını bozan direnişin “dinci” ya da “milliyetçi” dokusundaki yerelliğin, küresel ya da gezegensel boyutu ve doğasal anlamı, ancak insanca bir mantığın terazisinde tartılabilirse gerçek değerini bulabilir. (2 Eylül 2004 tarihli yazısı) mumtazsoysal@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle