Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
SAYFA CUMHURİYET 20 EKİM 2009 SALI
2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
EVET / HAYIR
OKTAY AKBAL
‘Biz Neden
Yargılanıyoruz?’
“Cumhuriyet savcılarının yerini hükümet
savcıları mı aldı? Gazeteciliği en iyi şekilde
yapmaya çalışan bir insan bir gün bile burada
kalmamalı...”
“Bu dava faşist diktatörlüğün muhaliflerini
sindirmek için hazırladığı proje. Neden
yargılanıyorum. Bu çılgınlığı burada
durdurmak zorundasınız.”
Ergenekon davasından iki çığlık!..
Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ın son
konuşmalarından birkaç satır...
Aylardır, belki de yıllardır sordukları bir
soru: “Ben niye Ergenekon zindanında
aylardır yatıyorum. Suçum nedir?”
Bunun yanıtını kim verecek?
Adalet verecek!.. Hangi adalet? AKP
Başbakanı’nın, “Ben bu Ergenekon’un
savcısıyım” diyen kişinin adaleti mi? Hayır,
onun umurunda değil yüzden çok insanın,
pek çoğu aydın, bilgin, hoca, doktor,
profesör, yazar, gazeteci yurttaşın
koğuşlarda , hücrelerde acılar çekmesi...
Haftalardır bekliyorlar kendilerine “Sen işte şu
suçu işledin, yanıtını ver” diye sorulmasını...
Günler, haftalar, aylar geçiyor.. mahkeme
boyuna uzatıyor, uzatıyor, uzatıyor... Adalet
arayanların eli boşta kalıyor... Bunca insanın
haksız yere suçlandırılması.
Kaç yıl daha sürecek? İçerdeki insanlar
yaşlanacak, hastalanacak, sonunda tek tek
ölecek mi? Ölsünler mi? Kamuoyunun
gözünde Atatürk devrimlerine bağlı oluşları,
aydın, bilgili, çağdaş, uygar nitelikleri en
büyük suçlama konusu mu?
Yetmiş beş milyonluk bir ulus son seçimde
yüzde 70’e yakın AKP karşıtı çıkmadı mı?
Demek ülkenin büyük çoğunluğu şu anda
iktidarda olanların hiçbir politikasını
beğenmiyor! Özellikle adalet konusu!.. Her
şey birkaç kişinin elinde.. evini bas, adamı al
götür, bir karanlık yere kapat, sonra
mahkeme yargıç, hâkim, basın arasında bir
yaygara.. körcesine garip bir suçlama...
İdam kalktı!.. En büyük cinayeti işleyeni bile
asmıyoruz. Şu anda Ergenekon koğuşlarında
hücrelerinde bin bir zorlukla yaşayanlar bir
çeşit idam mahkûmu mu? Kaç kişiyi
öldürmüşler? Hangi ihtilal bayrağını çekip
yürümüşler? Hangi askeri
komploları kurmuşlar? Ama, yedi yıldır
iktidarda olan bir anlayışın, bir tutumun
karşısına çıkma yürekliliğini gösterenlerin
ezilmesi, azar azar yok edilmesi...
Ergenekon sanıkları sayılanlar en kısa
sürede serbest bırakılmalıdır. Dava
sürdürülecekse sürsün. Ama aylardır doğru
dürüst suçlanamayan bu kişiler
özgürlüklerine kavuşmalıdırlar. İnsanlık dışı
uygulama sona ersin. Atatürk çizgisindeki
cumhuriyet, demokrasi savunucusu insanlar
bu Engizisyon işkencesinden artık
kurtulabilsinler.
Özkan, Balbay bağırıyor:
“Biz neden yargılanıyoruz?”
PENCERE
Zamanın Ortaklığında
Yaşamak...
Işık Öğütçü babası Orhan Kemal ‘in hiçbir
yerde yayımlanmamış günlüklerini ve şiirlerini
derlemiş, ortaya ilginç bir kitap (Yazmak
Doludizgin, Tekin Yayınları) çıkmış; geçmişten
bugüne pulsuz mektuplar...
23 Mayıs 942..
Hapishanede Nâzım Hikmet ile Orhan
Kemal birlikteler, Orhan Kemal günlük tutmuş:
“Gece...
Dışarda ilgisiz bir kurbağa peydahlandı.
‘Vırak vırak vırak’ diye bağırıp duruyor. Öyle
bed bir sesi var ki cenabetin. Sanki
gırtlaklanıyormuş gibi. Buna Nâzım Hikmet de
alınıyor:
- ‘Kendini kuş zannediyor pezevenk’ dedi.
‘Böyle kendi sesi hakkında iyiniyet sahibi
hayvan olmaz...’
Tam bu esnada -Cenabı Allah’ın işi yok-
hayvan büsbütün yüksek perdeden bağırmaya
başladı. Nâzım Hikmet ilave etti:
- ‘Bak, duymuş gibi kerata’ ...’’
Kurbağanın ‘bed’ sesi, altmış yıl öncesinden,
gece vakti, bugüne yansıyor...
An geçer, yazı kalır...
21 Haziran 942, Cumartesi..
Orhan Kemal yazıyor:
“Beyaz bir tavşan yavrusu satın aldım. 50
kuruş verdiğim bu tavşana Nâzım Hikmet’in ne
kadar sevineceğini iyi hesap etmişim.
Hapishaneye geldiğim zaman üstat radyo
dinliyordu. Arkası bize dönüktü. Bulgaryalı
Memet dürtüp de döndüğü ve elimde tavşanı
gördüğü zaman:
- Vay, vay, vay! diye hayvanı kaptı. Radyoyu
falan unuttu. Revir merdivenlerinden koşarak
çıkmaya başladı. Öyle seviniyordu ki her önüne
gelene gösteriyor, herkesin sevinmesini
istiyordu.
Tavşanı karyolanın üstüne bıraktı. Hayvan
fena halde titriyordu.
- Bu, dedi, korktuğu için titremiyor, titrediği
için korkuyor...’’
Nâzım Hikmet bu deyişini daha sonra Kuvayı
Milliye Destanı’nda şiirleştirmemiş miydi?..
Orhan Kemal’in ilk şiirleri yapay; ama,
düzyazısı Allah vergisi gibi doğal...
10 Şubat 943, Çarşamba
“Kar yağıyor, Nâzım Hikmet de ben de onu
geçe uyandık. Dün gece Sovyetler yine bir
resmi tebliğ verdiler. Onu dinledikten ve bir
süre okuduktan sonra yatmıştım. Gece yarısı
revir maltasından gelen iri iri konuşmalarla
uyandım. Bu konuşma, gürültü, şamata bir
hayli sürdü. Bir ara oda kapımız açıldı. İçeriye
iki kişi girdi. Oda karanlık olduğundan bunların
kim olduğu belli değildi. Nâzım Hikmet
yaygarayla yataktan fırladı. Gelenler ses
verdiler. Meğer bizim Ertuğrul’ la Recepmiş.
Mesele anlaşıldı. Revir meydancısı Nuri
delirmiş.’’
19 Ekim 946, Cumartesi
“Islak ve buz gibi bir sabahla gün başladı.’’
Yazıya geçirdin mi “an’’ sonsuzlaşıyor...
19 Ekim 946’da, sabah erken, Orhan
Kemal’in teninin üşüdüğünü düşünmek de
yaşamaktır...
İnsan yalnız kendi zaman diliminde yaşamaz
ki...
Nâzım’ın beyaz tavşanı gördüğü andaki
sevinci bugün de birlikte duyumsanamaz mı?..
Fazıl Hüsnü Dağlarca, çağlar boyu
ortaklaşa yaşanan zamanın şiirini yazmış:
“Vakti gagasından aldık
Bir sabah vakti bir acaip kuşun.
Ne kadar güzel işliyor
Şimendifer saati çavuşun.’’
(17 Mart 2002 tarihli yazısı)
B
ir yandan Osmanlõ tarihini
geniş coğrafyasõnõn uzak kö-
şelerinde (Balkanlar’õn Tuna
boylarõnda ya da Arabistan’õn
çöllerinde, Afrika’da Nil’in
suladõğõ havzalarda ya da Kõrõm’õn Rusya
içlerine taşan kuytularõnda) yaşamõş top-
luluklarõn kimliklerini “biz” aidiyetinde
toplayacaksõnõz, yani tarihi padişah im-
paratorluğunun barutunun ateşlendiği, ka-
dõrgalarõnõn kürek çektiği, adõnõn hutbede
okunduğu sõnõrlara kadar uzatõp oralarõ ve
oradakileri “bizim yeniçeriler”in fethet-
tiği “biz” olarak niteleyeceksiniz; diğer
yandan vatan sõnõrlarõ çizilmiş, 20. yüzyõl
ilk çeyreğinde şekillenmiş laik Türkiye
Cumhuriyeti’nin kimliği içinde barõna-
caksõnõz! Hem tarihçilik ilkelerine ters hem
de Türkiye Cumhuriyeti’ni dõşlayan ve
doğrudan Osmanlõ ile bağlantõ kurmak is-
teyen ideolojik bir yaklaşõm! Hatõrlat-
makta yarar var; ciddi tarihçiler bu yak-
laşõmõ “anakronik” olarak nitelemekteler.
Tarih saygınlığını yitiriyor
Osmanlõ tarihi -bilgi(!) bombardõmanõ-
na tutulmasõna rağmen- saygõnlõğõnõ yiti-
riyor. Osmanlõ özleminde olanlar onu bir
özlem edebiyatõ içine sokmaya çalõşõyor-
lar. Oysa tarih, ölü maziye ilişkin bir ta-
sarõmdõr. Bu tasarõm “başka”larõyla, ev-
rensel ölçekte, paylaşõlmadõğõ sürece faz-
laca bir değer taşõmaz; sadece kendi mah-
zenine kapanmõş özellik sayõlõr.
Yine aynõ özlem duygularõyla yaşayan-
lar ve Osmanlõ propagandasõ yapanlar
bilmeliler ki Osmanlõ tarihi (istenildiği ka-
dar “biz Osmanlıların devamıyız” for-
matõna oturtulup günümüz 100 yõl önce-
sinin çok ötelerine duygusal olarak, hatta
abidevi eserlerle ve sanat özellikleriyle,
bağlanmaya çalõşõlsõn) tüm güzellikleriy-
le ya da yanlõşlõklarõyla geçmişte kalmõş-
tõr, 600 küsur yõllõk süreç olarak.
Şu anda yaşanõlan ortam Türkiye Cum-
huriyeti’nin oluşturduğu ortamdõr; bu
cumhuriyetle gönenç duyabilirsiniz ya da
uygulamalarõnõ eleştirebilirsiniz; emper-
yalizme karşõ yaratõlan bir vatanda nice zor-
luklarla ulaşõlan başarõlarla övünebilirsi-
niz ya da (kurtuluş mücadelesinden son-
ra, insan haklarõnda ne denli gelişim bek-
lenebilir sorusuna verilebilecek yanõtõ göz
ardõ etmeden) demokratik açõlõmlarõnda-
ki eksiklik ve yanlõşlõklarõ belirleyip mu-
halif durabilirsiniz; ancak, bulunduğunuz
noktadan gerilere gidemezsiniz.
Osmanlõ kaftanõ giyseniz, “biz”li anla-
tõmlarla üç kõtada nam saldõğõnõzõ düşün-
seniz, siyasal zorlamalara ve mahalle bas-
kõlarõna maruz bõrakõlsanõz bile. Tarihçi-
lik devreye girer daima; geliştirilebilir
ancak. Üstat tarihçi Halil İnalcık’õn Ta-
ha Akyol’a gönderdiği bir uyarõ mektu-
bunda (Milliyet, 2 Kasõm 2007) çok güzel
özetliyor bu mesleğin gereklerini: “Bir ta-
rihçi sıfatıyla benim gözlemim, Batı,
Türkiye’ye karşı 19. yüzyılda Osman-
lı’ya uyguladığı politikayı sürdürmek-
tedir. Cumhuriyet Türkiye’sinin Os-
manlı olmadığını anlatmak bizim öd-
evimizdir.”
Gerçekten, bunu “bizim” profesyonel ta-
rihçilerimizin, tarih öğretmenlerimizin ve
tarihçiliğe soyunmuş gazetecilerimizin
öncelikle düşünmeleri gerekmektedir.
Şüphesiz, bulunduğumuz konuma nasõl ge-
lindiğini bilmek için Türk Tarihi, Os-
manlõ tarihi ve İslam tarihi çok gereklidir,
ama başka imparatorluk, devlet ve top-
lumlarõnõn tarihi de...
Arşiv ve kitaplõklardaki tarih araştõr-
malarõ, açõk alanlardaki kazõlar, sualtõ ar-
keolojileri ya da havadan alõnan görüntü-
ler yeni bilgilere ulaşmak için yapõlõr; ta-
rih bu bağlamda tasarlanõr, öğretilir. Bul-
gular sadece onlarõ ortaya koyanlarõn ma-
lõ değildir, evrenseldir; aynen tõpta, fizik-
te, sosyolojide olduğu gibi.
“Biz”li cümleler ancak bu yönde düşü-
nüldüğünde, insanlõğõn ortak malõ olarak
nitelendirildiğinde anlam kazanõr herhal-
de; kişisel gurur, bölgesel veya kurumsal
övünme ve beğenilmişlik duygusu ev-
rensel boyutlarda paylaşõlabildiği derece-
de tarihsel damgasõ yer. Günümüzde,
1480 yõlõna ait Osmanlõ donanmasõyla
Otranto (İtalya) seferine “biz” olarak çõ-
kan bir akademisyenin televizyon konuş-
masõ, tarih disiplinini altüst etmektedir.
Tursun Bey’in Fatih Sultan Mehmed
dönemine ait eseri Tarih-i Ebü’l-feth
bile (sultana övgüde kusur etmeden) ken-
disini değil, sultanõ, Gedük Ahmed Pa-
şa’yõ ve donanmanõn serüvenini naklet-
miştir; olayõ “Binaberin ma’nâ Gedük
Ahmed Pâşâ’yı sene erbâ’in ve semânîne
ve semâni mi’e târihinde [1480 yılında],
azîm tonanma ile Pulya cezîresine sal-
dı. (...) kahr ile feth etti” biçiminde kay-
detmiştir; kendisinden 500 yõl sonra, gü-
nümüzdeki “modern müverrihler”e ve
“tarihçilik yapan gazeteciler”e yol gös-
termiştir adeta.
Osmanlõlarõn Anadolu beylikleri ile
yaptõklarõ mücadelelerde kendinizi nere-
ye koyacaksõnõz (onlar Osmanlõ’dan daha
mõ az Türk veya Müslümandõ)? Türkiye
Cumhuriyeti’nin (Osmanlõ’dan daha az
Türk ya da daha az Müslüman olmayan)
tarihini yansõtõrken nerede mevzi alacak-
sõnõz? Hâlâ “biz” ile Anadolu Türk bey-
likleri ya da Türkiye Cumhuriyeti karşõ-
sõnda Osmanlõ olmaya devam mõ edecek-
siniz; yoksa tarih disiplininin gereklerini
yerine getirerek kendinize iyi bir gözlemci
sõfatõ yükleyip bu disiplinin bilimsel özel-
liğine katkõda mõ bulunacaksõnõz? Çağõnõ
yakalamõş bir tarihçi mi olacaksõnõz? Çok
iyi bilinmektedir ki, tarihçilik popülizmin
at koşturduğu yerde, hükümet dalkavuk-
luğu yapõlan ortamda doğruya ulaşamaz.
Gazeteciliğe soyunmanõn da bir düsturu ol-
malõ.
Nasıl bir sorumluluk!
“Tarihin ya uyuyan güzel senaryosuyla
ya da sokaktaki kişiyi büyüleme söyle-
miyle kurbanlarını yarattığı” deyişi hiç
de boş değil. Yine “güçlülerin çıkarı
için ve güçlüler tarafından tarihin sap-
tırılması”na yol açan yaklaşõmlarõn yõkõ-
mõ da unutulmamalõdõr. Tarihçi yaşadõğõ za-
manda tanõk olduğu politik gelişmelerde ta-
raf olabilir, belki olmalõdõr da.
Ancak bunu yaparken alay etmenin sõ-
nõrlarõnõ, hatta yaptõklarõnõn pişmanlõklarõnõ
hissettiği kadar çağcõllõğõn bahşettiği or-
tamõn yerel ve evrensel değerlerini du-
yumsamalõdõr. O, olup bitenleri ortaya çõ-
karmaya çalõşõr, yakaladõklarõnõ derler, en
önemlisi de onlarõ anlamaya çalõşõr.
Tüm bu aşamalardan sonra onu topluma
açar; ama yine tarihçi disipliniyle, edebi çe-
kiciliğiyle ve -tabii ki- çağdaş sorumlulu-
ğuyla. Soru ortada: Neden tarihçilik ya-
põyorsunuz? Kazancõnõz oradan gelse da-
hi (büyük paralar kazansanõz dahi), hatta
onu bir hobi olarak algõlasanõz bile, geç-
mişle uğraşmanõzõn amacõ nedir? Maişeti-
niz oradan geliyorsa eğer, o parayõ/dirliği
hak ettiğinizi mazur gösterecek gerekçeniz
nedir? Belki de en can alõcõ soru şu: Yap-
tõğõnõz bu işte -profesyonel tarihçi, vülga-
rize ustasõ veya gazeteci/jurnalist olarak-
sorumluluğunuz (özellikle de yetkiniz)
nedir?
Doğaldõr ki, tarihçiler gerektiğinde ka-
bullenilebilir bir geçmiş imgesi yaratma-
ya çalõşõrlar, gazeteciler de bu imgeleri kul-
lanõrlar. Toplumun/meraklõnõn/öğrencinin
geçmişe duyabilecekleri ilgi hiç bitmeye-
ceğine göre bu gruplar onu durmaksõzõn, her
yerde arayacaklardõr; bu istek ve arayõşla-
ra yanõt veremeyen profesyonel tarihçi
kadrosu değerini yitirecektir.
Hiç şüphe yok ki, güncel sorumluluğu
olan bilimsel ve sanatkâr tarihçilere ihti-
yacõmõz var. Türk tarihçiliğinin (“med-
yatik” olmayan ama gerçekten seçkin, gün-
görmüş) temsilcisi Şerafettin Turan bo-
şuna tanõmlamamõş bu disiplini “Yaşan-
mışlıktır tarih, yaşanmışlık” diye.
Bunun anlamõ, yaşanõlan günlerin so-
rumluluğuyla bakabilmektir geçmişe; 100,
200, 500 yõl geride kalmõş olgulara tüm aka-
demik ve sanatsal deneyimlerle bakarak,
onu çağdaşlõğõn gerektirdikleriyle algõla-
yarak. Tarihçilik çağcõl kalmakla icra edi-
lebilir ancak; aşõlmõş sorunlarõ ve yön-
temleri yeniden pişirmekle değil.
Sonuç
“Biz”li anlatõm özürlüdür “tarihçi”
için, tarafgirliğin ifadesidir, sorumsuz bir
kişinin sõğõnağõdõr. Cumhuriyet’i dõşlayõp
Osmanlı’yõ “biz” kimliğinde algõlamak ta-
rihçilik değildir. Ne var ki bu meslekte ya-
ratõlabilecek ve övünebileceğimiz “biz”
okulu/ekolü çok manidar olabilir. Türk ta-
rihçiliğinin birincil ihtiyacõ budur.
‘Biz’li Tarihçilik ve Osmanlõ...
Salih ÖZBARAN
“Biz”li anlatõm özürlüdür “tarihçi” için, tarafgirliğin ifadesidir, sorumsuz
bir kişinin sõğõnağõdõr. Cumhuriyet’i dõşlayõp Osmanlõ’yõ “biz” kimliğinde
algõlamak tarihçilik değildir. Ne var ki bu meslekte yaratõlabilecek ve
övünebileceğimiz “biz” okulu/ekolü çok manidar olabilir. Türk
tarihçiliğinin birincil ihtiyacõ budur.
Yılmaz ÜLGER E. Kpt. Pilot
Ç
evre kirliliği, erozyon önemli
ve öncelikli dünyasal
sorunlarõmõz. Ama dert değil,
doğaya egemen olmayõ beceren
insan nasõl olsa yakõn bir gelecekte
çevresel kirlenmelerden de
arõnmasõnõ öğrenebilir. Kültürel
kirlenmenin ise öncelikle bilincinde
değiliz. Sonra kültürel kirlenmelerin
önemli bir toplumsal sorun
olduğunun farkõnda değiliz. Kültürel
sapmalarõ, bozulmalarõ
önleyebilmek için çok geç
kalmamak gerektiğini de
önemsemiyoruz.
Kelime olarak kültürü genelde
eleştirisel bir değer ölçütü olarak
kullanõrõz. Bireysel ve toplumsal
kimliğimizin şaşmaz göstergesi,
önkoşulu insan. Önce insan ve
toplum olacak, sonra bir kimse
kendini o toplumun üyesi
hissedecek ki kültürden söz
edilebilsin. Kültürün değişmez
öğesi, önkoşulu olan insan devamlõ
değişip gelişmekte. Bu yüzden
kültür de durağan bir olgu değildir.
Kültür de insan gibi değişir, eskir,
yok olur.
Bazen de toplumda moda olur
dillerden düşürülmez. Ortaçağlardan
kalma ezbere dayalõ medrese sistemi
ile eğitildiğimizi unutuveririz. Bilim
asrõndayõz, uzay çağõna girdik
diyerek kültürümüzün kişisel
boyutuna bilimsellik bulaştõrmaya
çalõşõrõz. İnternetin değerinden,
gerekliliğinden söz ederek de bu
sanõmõzõ pekiştiririz.
Özgürce düşünmeye, sorgulamaya,
araştõrmaya yer verilmeyen bir
eğitim sistemi ile eğitildiğimizi
unutturmaya çalõşõrõz. Ortaokul ve
liselerimizde din dersinin zorunlu
ders olduğu, buna karşõlõk biyoloji
ve felsefenin seçmeli dersler
kapsamõnda bulunduğu nasõl
unutulabilir.
Soru sormayan, tartõşmayan, sadece
inanç ve imanõ esas alan kaderci bir
toplum olmaya doğru koşar adõm
ilerliyoruz. İnsanõn evren, yaşam ve
kendisi hakkõnda içerikli sorular
sormasõna felsefe deniyor. Soru
işaretleri hayata tutunmamõzõ
sağlayan kancalarmõş.
Fakat nedense en saf, en tarafsõz
sorularõ yalnõz çocukken
sorabiliyoruz. Ay’õn düşmeden
havada nasõl durduğunu, daha
değerli bir öbür dünya vaat
edilmişken niçin bu dünyaya
geldiğimizi, hep çocukken merak
edip, hep çocukken sorarõz. Hayatõ,
ölümü; öldükten sonra ne
olacağõmõzõ büyüyünce hiç
sormayõz. Yetişkinlik çocukken
merak ettiklerimizi kanõksama
evremizdir.
Dur, rahatsõz etme, sus, fazla
konuşma diyerek dünyaya
alõştõrõlõrõz. Her şeyi kanõksayõp
günlük yaşam içerisinde kayboluruz
yetişkinlikte. Kentlerimizin tõka
basa betonlaşõp köyleşmesini huzur
içerisinde seyredebiliriz. Susuzluğu
önlemek için yağmur bombasõ
yerine yağmur duasõna çõkõlmasõ
önerilebilir.
Şimdilerde de terminolojik bir
Batõlõlaşma eğilimine girdik.
Bunalõmõn yeni bir boyutu ile karşõ
karşõyayõz. Çarşõlarõn pazarlarõn
hiper ve süper marketlerle
dolmasõna aldõrmõyor, pub’s ve
shop’larõ yadõrgamõyoruz. Bu çarpõk
görüntüler ülke çapõnda bir kimlik
sorunu yaratõyor.
Toplum yapõsõna yönelik benzetme
nedeni ile kullanõlõp popüler edilen
mozaik aslõnda hiç de dayanõklõ bir
yapõsal malzeme değildir.
Kültürel Bunalõm