05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 NİSAN 2008 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Hukuka Bağlı Devletten Kopuş IBu yazıda yalnızca AKP aleyhine açılan davadan sonra gündeme gelen hukuka aykırı ve hukuka yabancı girişimlere işaret edilecektir. Demokrasi Diye Bir ‘Şey’! Türkiye’de ‘demokrasi’ diye bir ‘şey’ var mı? Evet, seçimler yapılıyor, her yurttaş oy veriyor. Yeterli oy alan, Meclis’e giriyor. Çoğunluğu elde eden iktidar oluyor. Dört yıl görevde kalıyor. Yasalar çıkartıyor, Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyor! Yine de, kimilerini memnun edemiyor! Müfettişler gelip inceliyorlar; demokrasimizi, yöneticilerimizi, yaşantımızı, her şeyimizi kendilerince eleştiriyorlar, yol gösteriyorlar, öğütler veriyorlar... Bütün bunlar ülkemizde demokrasinin varlığını gösteriyor mu? AKP’ye kalsa, demokrasi uygulanıyor, uygulanacak da.. ama muhalefet başta olmak üzere, hainler mayinler izin vermiyor! Demokrasi yerine, darbe yönetimlerini özleyenler çok!.. ??? Sormak gerekir; sen gerçekten ülkede bir demokrasi uygulamasından yana mısın? Öyleyse!.. TBMM komisyonlarında uyuyan AKP milletvekilleri ile ilgili dosyaları ortadan kaldır! Dokunulmazlık zırhını yok et! Suçlu olan, sayılan yandaşlarını, en başta kendini ve yakınlarını ‘Adalet’in önüne gönder!.. Demokrasi her yurttaşın özgürce oy vermesi midir? Verdiği oyların bir değeri olması mıdır? Son seçimde AKP yüzde 47 oy almış. Nasıl mı? Milletvekilleriyle, il ilçe yöneticileriyle, mahalle, köy muhtarlarıyla ev ev dolaşıp kapı önlerine paketler halinde un, pirinç, kömür, vb. şeyler bırakarak, insanları kendine borçlu kılıp oylarını ‘satın’ alarak... Bu, bir çeşit demokrasi suçu sayılmaz mı? Oyları, parayla satın almak!.. Hangi demokraside böyle bir şey var? Hangi ülkenin seçmeni çıkar karşılığı ‘seçmen’ oluyor? Kendini yurttaş, birey, bilinçli bir varlık sayıyor? ??? AKP ille de demokrasinin bu yurtta yerleşmesinden yanaysa, öncelikle dokunulmazlıkları kaldırmalı; suçlananları adalete teslim etmeli; halkın oylarına saygısı varsa, yürürlükteki çok haksız seçim yasasını, partiler yasasını değiştirmeli; yüzde onluk barajı kaldırıp yerine hiç değilse yabancı ülkelerdeki yüzde beşlik, dörtlük, üçlük barajı getirmeli... Hatta, baraj diye bir demokrasi engelini ortadan kaldırmalı... Milyonlarca oy alan bir parti Meclis’e bir tek milletvekili bile sokamıyor! Boşa gidiyor halkımızın oyları!.. Ülkemizde uygulanan çıkar karşılığı oy alabilme, yurttaşın çok büyük bir bölümünün seçim dışı kalması, seçmen oylarının da yüzde 10’luk engeller yüzünden havaya uçması!.. Demokrasi tanımlanması “halkın, halkla birlikte, halkı yönetmesi” değil mi? Halkın bir parçası bir partiye türlü çıkarlar yüzünden oy vermiş, o parti de “Ben milli iradeyim” diye bağırıp duruyor. Kendince kararlar alıp, yasalar önerip demokrasi uygulaması yaptığını sanıyor!.. ??? Önce; seçmene saygı, demokratik uygulamalara bağlılık, yandaşları korumaya son!.. Her kadına üç çocuk doğurtma öğüdünü vereceğine işsiz güçsüz, aç çıplak bir yaşam sürdüren milyonlara, insanca haklar kazandırmayı düşünmek... Aziz Nesin “Milletimizin yüzde ellisi aptaldır’’ mı demişti?.. sonra da yüzde elliyi de az mı bulmuştu? Eğitimsiz, öğrenimsiz, bilinçsiz; onur diye bir değer bilmeyen, tanımayan, tanıtılmayan toplumlarda, ‘demokrasi’ var demek, önce kendini, sonra da dünyayı aldattığını sanmak değilse nedir?.. D Prof. Dr. Fazıl SAĞLAM Eski Anayasa Mahkemesi üyesi AKP aleyhine açılan kapatma davasını etkisiz kılmak üzere anayasada yapılması düşünülen değişikliğe hukuksal bir gerekçe yaratmak. Bu gerekçe, suçta ve cezada kanunilik ilkesi uyarınca “ceza hukuku” alanında sanık lehine yapılacak değişikliklerin geçmişe etkili olarak geçerli olacağı düşüncesine dayanıyor. Oysa parti kapatma, bir ceza normunun ihlaline bağlı bir sonuç olmayıp özgürlükçü demokratik düzenin kendini koruma aracıdır. Bu özelliği ile prevantif (koruyucu, önleyici) bir nitelik taşır. Örnek aldığımız Alman anayasa hukuku da aynı yaklaşım içindedir. Orada da parti kapatma, “prevantif (koruyucu) bir önlem” olarak nitelenir ve parti kapatma kararına kurucu (inşai) bir nitelik tanınır. Buna bağlı olarak kapatma kararına kadar olan aşamalarda partinin herhangi bir etkinliğine yönelik cezai yaptırımlar da siyasal partilere ilişkin anayasal güvenceye aykırı bulunur. Bu anlayışta ceza normu ile parti kapatma birbirinden bağımsız iki ayrı koruma önlemidir. Bu nedenle kişisel cezai sorumluluk doğurmayan ya da bireysel anlamda cezai bir yaptırım gerektirmeyen eylemler de parti yasağı kavramı içinde yer alabilir. denle örgütlü düşünce açıklamasının tehlikenin boyutuna göre bireysel düşünce açıklamasından daha farklı yaptırımlara bağlanması da doğaldır. Ülkemizde de durum böyledir. emokratik bir hukuk devletinde her siyasal iktidar hukukun üstünlüğünü içine sindirmek zorundadır. Bizde demokrasinin en büyük sorunu siyasal iktidarların çoğu kez hukuku ayak bağı olarak görmeleridir. Özellikle aldıkları oy arttıkça hukuka bağlılık eğilimi azalıyor. Şimdiki iktidar partisi de seçimlerden sona aynı havaya girmiş durumda. Hukuka bağlı kalmak yerine hukukla bağını koparma, kendi çoğunluğu ile kendisi için yeni bir hukuk yaratma peşinde. Kendi keyfine ve günlük gereksinimine göre anayasa değiştirmek istiyor ve bunu yaparken de adeta asli kurucu iktidarmış gibi davranıyor. Oysa anayasa ile ilgili gerçek konumu “türev kurucu iktidar.” Yani anayasayı değiştirme yetkisini mevcut anayasadan alan ve bu anayasanın çizdiği sınırlar içinde hareket etmesi gereken bir iktidar. AKP’nin bu konumuna uygun hareket etmemesi, hem kendisini gereksiz bir meşruiyet bunalımına sürükler ve hem de ülkede sonucu belirsiz gergin bir siyasal atmosfer yaratır. Böyle bir durumda aydınlara düşen görev, tartışmalarda sağduyuyu, serinkanlılığı ve ussallığı egemen kılarak siyasal iktidarı, demokratik gelişmeyi tehlikeye düşürecek yanlış adımlar atmaması konusunda uyarmaktır. Oysa kimi aydınlar tam aksine yangına körükle gidercesine yalan yanlış bilgiler üreterek siyasal iktidarı, anayasaya ve hukuka aykırı önlemler almaya adeta kışkırtmaktadır. Bu yazı, bu tür tehlikeli davranışlara karşı sağduyuya çağrı amacı gütmektedir. Bu amaca bağlı olarak yazıda AKP aleyhine açılan kapatma davasıyla ilgili olarak olumlu ya da olumsuz bir değerlendirme yapılmayacaktır. İddianame haklı ya da haksız olabilir. Buna Anayasa Mahkemesi karar verir. Bu yazıda yalnızca AKP aleyhine açılan davadan sonra gündeme gelen hukuka aykırı ve hukuka yabancı girişimlere işaret edilecektir. Açılmış davalarda durum Parti kapatma ya da Hazine yardımından yoksun bırakma istemiyle açılan davalar, ceza davası niteliği taşımadığı için, bir parti bünyesinde odaklaşan antilaik hareketleri parti kapatma nedeni olmaktan çıkarmak, AKP aleyhine açılmış bulunan davayı etkilemez. Ama daha da önemlisi, böyle bir değişiklik, anayasanın laikliği koruyan maddelerini korumasız ve yaptırımsız bırakarak laiklik ilkesinin içini boşaltır ve dolayısıyla değişmez nitelikteki bir ilkenin ihlali anlamına gelir. 2) İkinci bir yanıltıcı girişimin Venedik kriterleriyle ilgili olarak gündeme girdiğini görüyoruz. Avrupa Konseyi tarafından “Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu” adıyla görevlendirilmiş olan ve Venedik Komisyonu olarak da anılan bu kurul, siyasal partiler konusunda yaptığı çalışmaları 11 Aralık 1999 tarihinde bir rapor olarak karara bağlamıştır. Bu raporda yer alan yasaklama ilkelerini, yalnızca şiddet uygulayan ya da şiddeti savunan partilerle sınırlı olarak göstermeye çalışmak açık bir bilimsel tahrifattır. Çünkü raporda şiddetin yanında “ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük” de aynı bağlamda değerlendirilmektedir. Laiklik, dinsel hoşgörüyü sağlayan, somutlaştıran ve güvence altına alan bir ilkedir. Esasen AİHM’nin Refah Partisi’yle ilgili olarak verdiği Büyük Daire kararı da bu gerçeğin altını çizmektedir. Hukukumuzda Venedik kriterlerine daha uygun düşecek düzenlemeler yapmak elbette ki mümkündür. Bu bağlamda eylemi olmayan bir partinin yasaklanması ihtarlı bir düzene bağlanmalı, eylemi olan parti ise ancak bu eylemlerin parti yasaklarının koruduğu değerler için tehdit ve tehlike teşkil etmesi halinde yasaklanabilmelidir. Ancak bu gibi genel nitelikteki düzeltmeler dışında salt açılmış bir davayı etkisiz kılmaya yönelik bir anayasa değişikliği yalnızca laiklik ilkesini ihlal etmekle kalmaz, bir başka değişmez ilke olan hukuk devleti ilkesinin de ihlali sonucunu doğurur. Diğer iki temel noktaya yazımızın ikinci bölümünde değinilecektir. Anayasaca yasaklanmış fiiller Anayasanın 68/4. maddesine göre “siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri … laik Cumhuriyet ilkesine aykırı olamaz.” Anayasanın 24. maddesinin son fıkrasında da bu yasağı somutlaştırıcı nitelikte başka yasaklar yer almıştır. Bu hükümler, eski TCK’de kaldırılmış olan 163. maddenin bazı unsurlarını bir anayasa hükmü olarak yasaklamaktadır. Bu yasaklara konu olan fiillerin işlenmesi bireysel düzeyde suç olmaktan çıkarılmış olsa bile, bunlar parti yasağı olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Çünkü laiklik ilkesine aykırı bir düşüncenin birey tarafından ifade edilmesi ile bir partinin faaliyet amacı olarak açıklanması ve parti üyelerince bu yolda yoğun eylemler yapılması arasında tehdit ve tehlike boyutu bakımından önemli bir nitelik farkı mevcuttur. Bu ne Kapatma ceza davası değildir 1) Bu konuda bilerek ya da bilmeyerek yapılan çarpıtmalardan biri, parti kapatma davasının bir ceza davası olarak benimsetilmeye çalışılmasıdır. Bu çabanın arkasında yatan amaç şudur: Pippa Bacca’yı Değerlendirme Prof. Dr. Ümran BULUT T abii utanılır, sıkılınır. En önemlisi içlerin sızıması ve ardından gelen sorular: Türkiye’de sanat nerede? Türk insanı nerede? Sanat ve toplum birlikteliği nerede? Sanatçının asıl adı Giuseppina Pasqualino di Marineo, tanındığı ismi Pippa Bacca. Sanatsal duruşuyla dünya barışına katkıda bulunmak istiyor. Çağdaş sanat açılımlı bir tarzı yeğliyor, gelinliğiyle Tel Aviv’e ulaşmak istiyor. Yolu Türkiye’den de geçiyor, ancak geçemiyor ülkemizden sanatçı. Tecavüze uğruyor ve öldürülüyor… Anlatması zor, kabul edilmesi olanaksız bir vahşet! Oysa, sanatsal girişimi sürecinde ülkemizde kayıp olduğu haberi kulaklarımızda çınlamış ve belki de çoğumuzda bu kötü sonu çağrıştıracak düşünceler oluşturmuştu. Çünkü ülkemizde kadına bakış açısının darlığı, yobaz eğilimlerin güncesi biliniyor. Kadının çağdaş duruşuna ve düşünebilmesine karşı sürdürülen savaş da olağanüstü boyutlarda. Gerilemeler çeşitli katmanlarca Türkiye’nin gerçekleri bağlamlı savunulurken özgürlükler ve demokrasi başlıklarının altı hoyratça oyuluyor. Kadının varlıksızlığı neredeyse topyekun kabul görüyor. Buna sanata bakışa karşı gelişmemişlik, sanatın paylaşımının ne denli gereksiz kılındığı, düşünsel düzlemdeki geçersizlik de eklendiğinde “Bacca’nın işi çok zordu” demek, bir anlamda bu çağdışı sonuca işaret ediyordu. Çağdaş sanatçılar dünyanın her yerinde üretimsel bağlamlı teknolojiden, zaman dilimselden, mekândan, ses boyutlarından, kokulardan yararlanmaktalar. Bakka’nın tarzını belirleyip yola koyulması bu bağlamda gerçekçi bir yaratışın öyküsüydü. Toplumumuz da sanat gereken biçimde kabul edilmiş olsaydı, genç bir sanatçının özgün tavrıyla yola koyulmasının ilginç ve öyküsel bir yapıta dönüşeceği bilinebilir, kendisine saygı gösterilirdi. Sanat, bireysel bir üretim oluşunun yanında eğitimsel olarak da insansal paylaşıma açık bir olgudur. Eğitimli olunduğu sürece toplumun tüm katmanlarınca hissedilebilinir. Kültürel zenginliğin özüdür. Çağcıl olur, gelecek için aydınlatıcıdır, üretimleri, yaratıcılık, özgürlük bağlamlı oluşumları yönlendirir. Toplumsal gelişmelerde başattır, öncüdür, yönetendir sanat. Yönetilen olamaz! Söylediğim çağdaş yapılanmalar, bireyler için geçerli tabii ki. İnsanın sadece yeme içme, alışveriş tutkusuyla geçiştirilen beynine sanatın katkısının olabileceğini düşünmek elbet biraz hayaldir. Ancak sanatı, insanı insan yapan öncülerden kabul etmemek, ondan yararlanmamak akılsızlıktır. Bu bağlamda Fazıl Say‘ın eleştirisiyle ne denli haklı olduğu bir kez daha irdelenmelidir. Safdil oluş bebeklikten başlatılacak eğitimsel bilinçle engellenmediği sürece, ne denli çağdışı insanların yetiştiği görülmelidir. Türkiye geneline bakıldığında özellikle çağdaş sanatın paylaşımı, İstanbul’daki çizgisinden tartışmasız farklıdır. Öyküsel, teatral, dışavurumsal, kavramsal çok örnek var İstanbul’da belli kesimlerce izlenen. Oysa sanatın paylaşımı toplumsal bir gerçek olabilmelidir. Bacca’nın yola çıkarken bu paylaşımı içselleştirdiği ve belki de eğitimsel bir döngüyü heveslediği düşünülmesi gerekendir. Sanatçının ülkemizde öldürülmesini hayal bile etmek istemiyoruz. Ama oldu. Değerlendirilmeli. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle