05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 NİSAN 2008 ÇARŞAMBA 4 HABERLER Kapatma davasında savunmayı ‘Partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır’ tezine dayandıracaklar GLOBALPOLİTİKÜLTÜR ERGİN YILDIZOĞLU AKP’nin umudu ‘Venedik’ ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) AKP’nin hukukçu kurmayları, partinin kapatma davasına karşı vereceği savunma üzerindeki çalışmalarını sürdürüyor. Yaklaşık 100 sayfadan oluşması beklenen savunma taslağı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a sunulacak. Özel bir savunma havuzu oluşturulurken iddianamede adı geçen eski ve yeni milletvekilleri, belediye başkanları ile parti üyelerinden kapatma davasına konu olan konuşmalarının bant kayıtlarının çözümleri, gazete haberlerine karşı yapılan açıklamaları da istendi. Söz konusu kişilere ayrıca kişisel savunmalarının yanı sıra sabıkalarının olmadığına ilişkin adli sicil belgelerini edinerek partiye göndermeleri talimatı verildi. Bu yolla, “Siya İki Kriz Arasında… Küresel ekonomik kriz kapıya dayandı. Ülke içinde derin bir siyasi kriz var. Böyle “bela” bir konjonktürün gelmekte olduğunu, 2005 sonundan bu yana yazıyor, hazırlıksız yakalanmaktan korktuğumuzu belirtiyoruz. Ne yazık ki bugün, ülkenin yönetiminden sorumlu olanlara bakınca korktuğumuzun başımıza gelmiş olduğunu görüyoruz. ? AKP yöneticileri, kapatma davasına karşı çalışmalarını sürdürürken savunma “Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurudur”, “Anayasanın 90. maddesine göre uluslararası anlaşmalar yasa hükmündedir. Venedik kriterlerine göre şiddet ve terör dışında partiler kapatılamaz” tezine dayandırılacak. İddianamede, hakkında siyasi yasak istenen 71 kişinin yaptığı açıklamalar tek tek incelenirken söz konusu kişilerin sabıkalarının olmadığına ilişkin sicil kayıtları savunma dosyasına eklenecek. si yasak istenen kişilerin sabıka kaydı yok. Sadece düşüncelerini ifade ettiler, bu da anayasaya göre suç değil” tezi işlenecek. nin değil Tuna’nın kişisel görüşleri olduğunu savunacak. AKP, savunmasını ağırlıklı olarak anayasanın “milletlerarası antlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesi ile “Siyasi partiler demokrasilerin vazgeçilmez unsurudur” tezine dayandıracak. Anayasanın 90. maddesi, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar yasa hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” hükmünü düzenliyor. AKP, bu maddeyle Türkiye’nin parti kapatmada Venedik kriterlerini benimsediğini, Venedik kriterlerine gö Tuna’nın cezası uyarı AKP, türban tartışmaları sırasında “Kamu kurumlarında da başörtüsü yasağının kaldırılmasını hedefliyoruz” diyen Konya Milletvekili Hüsnü Tuna’ya uyarı cezasının verildiğini, bu açıklamaların parti re de ancak “şiddet ve terör” yolunu seçen partilerin kapatılabileceği tezini işleyecek. Parti yöneticileri, AKP’nin laikliği zedeleyen değil güçlendiren bir parti olduğunu savunarak “AKP hükümetleri döneminde bu yönde pek çok uygulama yapılmıştır. ‘Haydi Kızlar Okula’ kampanyasıyla kız çocukların eğitim almaları sağlanmıştır. İnternet ülkenin her yerine yaygınlaştırılmıştır. Geniş ölçekte bir turizm uygulaması yapılmıştır” diyecek. Savunmada ayrıca siyasi ve ekonomik istikrarın önemine dikkat çekilerek 2002 yılından beri ülkede siyasi ve ekonomik istikrarın sağlandığına, bunun bozulması durumunda ülkede yeni krizler yaşanabileceğine işaret edilecek. Çakışmanın mantığı Rastlantı mı? Yoksa bu iki kriz arasında bir ilişki olabilir mi? Ülke içindeki siyasi kriz, uluslararası ekonomik krizin nedenleri arasında olamayacağına göre, acaba kapıya dayanan ekonomik krizin, ülke içinde patlak veren siyasi krizin nedenleri arasında olduğu düşünülebilir mi? Bence düşünülebilir. Dünya ekonomisinde 20032007 arasında, bir likidite bolluğu, ucuz kredi ortamı oluştuğunu biliyoruz. Bu ortam, 1990’lı yılların mali köpükleri patladıktan, kapasite fazlası (aşırı üretim) sorunu yeniden gündeme geldikten, 1929 buhranının hayaleti, ilk kez ortalıkta dolaşmaya başladıktan sonra, başta ABD merkez bankası olmak üzere, belli başlı merkez bankalarının başlattıkları büyük bir mali genişlemenin ürünüydü. Böylece körüklenen tüketici talebi, mali spekülasyon (eşik altı borçların menkulleştirilerek sanki “AAA” kalitesinde varlık gibi satılmasıhırsızlık) kapasite fazlası sorunu bastırırken, o zaman saptadığımız gibi, krizi, çok daha şiddetle geri gelmek üzere ertelemişti. AKP, bu konjonktürün başında hükümetini kurdu. AKP hükümeti döneminde, ekonomi politikaları bu dış dinamiğin (yeni talep yaratma ve mali genişleme) gereksinimlerine uygun olarak şekillendi. Ülke uluslararası mali sermayenin değerlenme alanı ve aşırı kapasite sorunu, talep gereksinimi olan mallar için bir pazar olarak kullanıma sunuldu. Bu mali genişlemenin sağladığı ucuz kredi olanakları ithalat artışı ülkede yapısal bir refah havası yarattı ama tüketimi de gelirlerden kopardı, krediye bağladı. Bir yıldır, bu kredi köpüğü sönüyor, ucuz, kolay kredi ortamı sona eriyor. Bu noktada Türkiye kendini, büyük bir cari açıkla, aşırı değerli döviziyle, 120 milyar dolara ulaşan özel sektör borçlarıyla, hane haklı kullanılabilir gelirinin %27’sine ulaşmış tüketici borçlarıyla, son derecede korunaksız, kırılgan bir ekonomiyle, hızlı ve büyük bir refah kaybı tehlikesiyle karşı karşıya buluyor. Dahası bu sırada dünyada bir enerji ve gıda krizi patlak verirken Türkiye’de tarımsal üretim %3.7 geriliyor; tahıl, baklagiller vb. gıda maddelerinin ithalatı, hem de bu yeni fiyatlardan, YTL değer kaybetmeye başlamışken artıyor. 5 YILLIK BİLANÇO İRANTÜRKİYE 301. maddeden 745 mahkumiyet ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türk Ceza Yasası’nın (TCY) 301. maddesiyle ilgili son 5 yılda bin 481 dava açıldı. Bu davalarda, 2 bin 332 kişi hâkim karşısında çıkarken, 745 kişi mahkum oldu. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, CHP Afyonkarahisar Milletvekili Halil Ünlütepe’nin soru önergesine verdiği yazılı yanıtta, 20032007 yılları arasında TCY’nin 301. maddesinden açılan davalara ilişkin bilgi verdi. Daha önce 159. madde olarak TCY’de yer alan, 2005’te yürürlüğe giren yeni TCY’de ise 301. madde olarak düzenlenen bu hükümden, 2003 yılında 429 dava açıldı. Bakan Şahin’in verdiği bilgiye göre, 2004’te 301. maddeden açılan dava sayısı 318, 2005’te 221, 2006’da 328 ve OcakEylül 2007 döneminde 185 oldu. 2003’te sonuçlanan 400 davada 252 kişi mahkumiyet cezası alırken 155 kişi beraat etti. 2004’te sonuçlanan 334 davada; 145 kişi mahkum oldu, 317 kişi beraat etti. 2005’te sonuçlanan 314 davada; 133 kişi hakkında mahkumiyet, 249 kişi hakkında beraat; 2006’da sonuçlanan 299 davada 131 kişi hakkında mahkumiyet, 255 kişi hakkında beraat; OcakEylül 2007 döneminde sonuçlanan 217 davada 84 kişi hakkında mahkumiyet, 168 kişi hakkında beraat kararı çıktı. 2007’de, TCY’nin 301. maddesiyle ilgili bir önceki yıldan kalan 536, yıl içinde açılan 185 ve bozularak gelen 23 olmak üzere toplam 744 davanın 217’si sonuçlandı, 527’si bu yıla devredildi. Son 5 yılda, TCK’nin 301. maddesiyle ilgili 2 bin 332 kişi sanık sandalyesine oturdu. 2003’te 627, 2004’te 512, 2005’te 351, 2006’da 597, 2007’de 245 kişi yargılandı. DTP Grup Toplantısı’nda konuşan Ahmet Türk, Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesi tümden kaldırılmadığı sürece AKP’ye destek vermeyecekler ini açıkladı. (Fotoğraf: AA) Kandil’e ortak operasyon tartışılıyor MAHMUT GÜRER Türk: Katil 301 kaldırılsın DTP Grup Başkanı, düzenlemeyi tamamen devreden çıkarmayan düzenlemeleri desteklemeyeceklerini söyledi ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) DTP Grup Başkanı Ahmet Türk, “makyajla” yetinildiğini savunduğu TCY’nin 301. maddesinde yapılacak değişikliğe destek vermeyeceklerini açıkladı. Türk, “gazeteci Hrant Dink’in katili” olarak nitelendirdiği 301’in tümden kaldırılmasını istedi. Türk, partisinin grup toplantısında, son dönemde yaşanan siyasi gerginliğe dikkat çekerek Türkiye’nin bir “ara rejim” yaşadığını ileri sürdü. AKP ve DTP hakkında açılan kapatma davalarını “sivil siyasete müdahale” olarak nitelendiren Türk, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ise hâlâ kendisini ve partisini mağdur konumuna sokmaya çalıştığını söyledi. Mağdur olanın AKP değil Türkiye olduğunu kaydeden Türk, ülkedeki Kürt, Türk, bütün kesimlerin “AKP mağduru” olduğunu vurguladı. Toplumun milliyetçişoven çizgiyle siyasal İslam çizgisi arasında tercihe zorlandığını kaydeden Türk, “Bu toplumun çizgilere ihtiyacı yok, demokrasiye ihtiyacı var” dedi. 301. madde değişikliği önerisine de tepki gösteren Türk, önerinin, mevcut 301’in ruhunu korumaya yönelik olduğunu söyledi. Şu anda soruşturma izninin kimde olmasının tartışıldığını kaydeden Türk, “Önemli olan, bu soruşturmaları ortadan kaldırmak değil midir? Biz, Hrant Dink’in katili 301’in tümden kaldırılmasını istiyoruz” diye konuştu. ANKARA Türkiyeİran Yüksek Güvenlik Konseyi 12. toplantısını yapmak üzere Ankara’da toplanırken, bu toplantının diğerlerinden oldukça farklı sonuçlar doğurması bekleniyor. İran tarafı, masaya terör örgütleri PKK ve PJAK’a karşı ortak operasyon, istihbarat işbirliği ve ortak kamuoyu oluşturma önerilerini getirdi. İran heyetine başkanlık eden İçişleri Bakan Yardımcısı Abbas Muhtac, kendi ülkesinin resmi haber ajansı İrna’ya yaptığı açıklamada, tüm bu konularda uzlaştıklarını ve 5 günlük toplantı sonrasında nihai anlaşmaya imza atmak istediklerini söyledi. İran ile Türkiye arasındaki Yüksek Güvenlik Konseyi toplantısı dün başladı. 5 gün sürecek olan toplantıda Türk tarafına İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Osman Güneş başkanlık etti. Toplantıda, İran tarafının, PKK ve PJAK’a karşı Türkiye ile birlikte örgütün Kandil’deki karargâhlarına operasyon düzenleme önerisi getirdiği öğrenildi. İran tarafı ayrıca sınır güvenliğinin karşılıklı olarak arttırılmasını önerdi. Taraflar arasında 2 yıl yani bir sonraki Yüksek Güvenlik Konseyi toplantısı gerçekleştirilene kadar geçerli olacak bir anlaşmanın imzalanabileceği belirtiliyor. Ankara ise ortak operasyon kavramından çekinse de, sınır güvenliği ve istihbarat işbirliği konularına sıcak bakıyor. Fantezi ve gerçek Her kriz verili bölüşüm ilişkilerini zorlar. Sermaye gruplarının ve çeşitli sınıfların, hatta devletin çeşitli “parçalarının” bu krize dayanabilmesi açısından devletin kaynak dağıtma kapasitesi yaşamsal önem kazanır. Kriz aynı zamanda, parlamenter rejimlerde, hükümetleri kendi tabanlarıyla, ülke seçkinlerini, gittikçe huzursuzlaşan alt sınıfların öfkesiyle karşı karşıya getirir. Bu koşullarda, hem devletin kaynak dağıtma mekanizmalarının, hem de şiddet, baskı araçlarının, “ideolojik aygıtlarının” denetimi üzerinde iktidar mücadelesi keskinleşir. Gerçek şu ki, AKP hükümete geldiğinden bu yana, tabanının yaşam koşullarını kalıcı olarak düzeltebilecek, beraberinde getirdiği sermaye kesimlerinin birikim süreçlerini istikrara kavuşturacak tedbirleri almadı. Neoliberal politikaları köle gibi uygulamaya devam ettiği için alması da söz konusu olamazdı. Şimdi, son yılların yapay refahını yaratan dalga geri çekiliyor. Tüm ülkeyi, orta ve alt sınıfları, AKP tabanı da olmak üzere, büyük borçların altında belirsiz bir gelecek bekliyor. AKP’nin beraberinde getirdiği sermaye gruplarının devletin kaynaklarına gereksinimi hızla artıyor. İşte siyasi kriz bu koşullarda patlak veriyor. Türban eşittir demokrasi, laiklik eşittir baskı, ulusalcılık eşittir diktatörlük; askeri darbe denklemi, AKP tabanının, kaçınılmaz olarak yaşamaya başladığı maddi sıkıntılara dayanmasına yardım edecek, AKP’yi suçlamasını önleyecek, bir destekleyici fantezi olarak devreye giriyor. Bu denklem sayesinde, büyük halk kitleleri kendi maddi çıkarlarıyla taban tabana zıt projeleri desteklemeye yönlendirebiliyorlar. Bu fantezi, aynı zamanda, devletin kaynak dağıtım araçları ve şiddet kullanma organları üzerinde süren denetim kurma mücadelesi içinde AKP’nin toplumsal ve uluslararası destek oluşturmada kullandığı bir araca dönüşüyor. Bu koşullarda ekonomik ve siyasi krizlerin birbirini destekleyen bir fasit daire oluşturması, “fantezinin” etkisini giderek kaybetmesi, devletin kaynaklarına ulaşmak üzere birbiriyle rekabet halinde olan tarafların, güç, hatta şiddet kullanma eğiliminin artması gerçek ve çok tehlikeli bir olasılık olarak karşımızda duruyor. Bu koşullarda, İlhan Selçuk’un, büyük deneyimiyle, akılcılığıyla, insan sevgisiyle, sağlığına bir an evvel kavuşarak, özveriyle yaşamı boyunca sürdürdüğü toplumsal mücadelesine, yazılarına geri döneceği günü de sabırsızlıkla bekliyoruz. [email protected] http://erginyildizoglu.blogspot.com ‘Öldürme Gerekçesi Misyonerlik’ Malatya’da üç Hıristiyanın vahşice öldürülmesine ilişkin yargılama sürüyor. Cinayet zanlılarından Cuma Özdemir, 2006 üniversite sınavlarına hazırlanmak için Malatya’ya geldiğini, yurda yerleştiğini ve Emre Günaydın’ı burada tanıdığını belirtiyor ve yurtta kalırken Emre Günaydın’ın kendilerine misyonerlikle ilgili bilgi verdiği söyledikten sonra ifadesine şunları ekliyor: “Bize Malatya’da misyonerlerin olduğunu, Malatya’da 49 tane kilise ev bulunduğunu ve bu misyonerlerin PKK ile bağlantılı olduğunu ve amaçlarının Hıristiyanlığı yaymak olduğunu söylüyordu.” Malatya’daki cinayet olsun, birçok yerdeki ırkçı fanatik saldırganlık olsun, temel gerekçelerden birisini “misyonerlik”e dayandırıyor. Trabzon’da Rahip Santoro’nun öldürülmesi de “misyonerlik” gerekçesine dayandırılmıştı. Ancak burada katillerin, cinayeti örgütleyenlerin bu gerekçeden yola çıkması değil korkutucu olanı. Korkutucu olanı, devletin bazı kurumlarında hâlâ temel tehlikelerden birisinin “misyonerlik” olarak raporlara konu olmasıdır. Rahip Santoro davasında bu köşede de yayımladığım ilginç bir belge çıktı ortaya. Bu belgeye göre Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nün talebi üzerine “misyonerlik faaliyeti” yaptığı söylenen Rahip Santoro’nun mahkeme kararıyla telefonları izlemeye alınmıştı. Aynı mahkeme kararında Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi olarak yargılanan Yasin Hayal ve onun bir adamı da izlenmişti. Mahkeme kararıyla bir yıllığına telefonları dinlemeye alınan Rahip Santoro, bu iznin sona ermesinden üç gün önce öldürüldü. Üstelik bu cinayetle Yasin Hayal arasında bugüne kadar bir ilişki var mı sorusu bile doğru dürüst sorulmadı. ??? Burada dikkat çekmek istediğim, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nün “misyonerlik” tehlikesi üzerine mahkemeye başvurması ve Katolik bir rahibi Pontusçulukla suçlamasıdır. Herhalde Trabzon Emniyet Müdürlüğü kendi başına “misyonerlik” tehlikesine karar vermiş değildir. Mutlaka kendilerine daha üst kurumlardan “misyonerlik” tehlikesi konusunda uyarıcı yazılar ve raporlar gelmiştir. Şimdi yeniden Malatya cinayetine dönersek, oradaki Hıristiyanlar “misyonerlik” yaptıkları gerekçesiyle öldürülmüşler. Bu cinayeti örgütleyenler, karar verenler sanırım “misyonerlik” tehlikesini kendileri icat etmediler. ??? Burada bir kez daha sormak gerekiyor: Türkiye’de ülkemizi bölmeye çalışan bir “misyonerlik” tehlikesi var mıdır? Bu ülkeyi yöneten hükümet, bu ülkenin güvenliğinden sorumlu olan kurumlar, “misyonerlik”i temel bir tehlike olarak görüyorlar mı? Bugüne kadar gazetelere yansıdığı kadarıyla hâlâ devlet içinde bu “misyonerlik” tehlikesi konusunda rapor hazırlayanlar bulunuyor. Trabzon Emniyeti şimdiye kadar Rahip Santoro’yu neden ve nasıl izlediğini açıklamadı? Trabzon Emniyeti Rahip Santoro ile Yasin Hayal’i neden aynı anda izlemeye aldı, bunu da açıklamadı. Bu “misyonerlik” konusunu ciddi olarak masaya yatırmak zorundayız. Devlet içinde böyle bir tehdit ve tehlike üretimi yapılıyor mu? Yapılıyorsa hangi gerekçeye dayandırılıyor? Türkiye gibi nüfusunun yüzde 98’inin Müslüman olduğu söylenen bir ülkede “misyonerler” acaba ne yapabilirler? Ayrıca bu ülkede Hıristiyan yurttaşlarımız yaşıyor. Onlar da Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları değiller mi? Türkiye laik bir ülke değil mi? Laik bir ülkede sabahtan akşama kadar Müslümanlık propagandası yapılıyor. Hıristiyanların kendi inançlarını, dinlerini yayma hakları yok mu? İnanç özgürlüğü bunu gerektirmiyor mu? O zaman devletin bazı kurumları hangi anlayışla ülkedeki Hıristiyanları hedef haline getiren “misyonerlik” tehlikesini abartmaya, şişirmeye devam ediyorlar? Bundan ne murat ediliyor? Üstelik bu “misyonerlik” işini pişiren kesimlere bakıyorum, kendilerinin “laik” olduklarını söylemeye de özel gayret gösteriyorlar. Hangi laik anlayışta, Müslüman olmayan insanlar “hedef” olarak kabul edilebilir? Bu olsa olsa bir dinin, bir mezhebin egemenliğini savunmak olur. Bunun adı da laiklik olmaz. ??? Malatya cinayeti davasını iyi izlemek gerekiyor. Bu devletin içine sinmiş farklı inançlara düşmanlık konusunu açık açık artık tartışmalıyız. Farklı olan her şeye düşman olan ve onu bir korku gibi sunan anlayışı sorgulamanın zamanı gelmedi mi? 1875 YTL ÖDEYECEKLER Roj TV davasında 53 başkana ceza DİYARBAKIR (Cumhuriyet Bürosu) Roj TV’nin kapatılmaması için Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’e mektup gönderen 54’ü DTP’li, toplam 56 belediye başkanının “bilerek ve isteyerek terör örgütüne yardım” suçlamasıyla yargılandıkları davada karar çıktı. Mahkeme, DTP’li olmayan sanıklar Fahrettin Aslan, Hasan Karakaya ve Nusret Aras hakkında beraat kararı verirken DTP’li 53 belediye başkanını ise 2 ay 15 gün hapisle cezalandırdı. Mahkeme hapis cezasını 1875 YTL para cezasına çevirdi. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle