23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 28 MART 2008 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Siyaset Yasağı ve Cumhurbaşkanı... Cumhurbaşkanı hakkında; hukuken siyaset yasağı kararı verilmesi mümkündür. Bu karar onun cumhurbaşkanlığının devamı sırasında sahip olması gereken milletvekili seçilme yeterliliğini ortadan kaldırdığı için, cumhurbaşkanlığı sıfatı kendiliğinden sona erecektir. PENCERE Bizim Savcıya ‘Abi’ Nasihati... Her nedense bu ‘abi’ deyişi ben gazeteye girer girmez başladı; hiç unutmam, bir gün Nadir Bey bile gizil şakacılığıyla beni “İlhan Abi” diye çağırmıştı... Bu kıdemime dayanarak Ergenekon dosyasının savcısına abilik yapayım dedim... Nasıl?.. ? İnsan ya yaşar ya ölür; yaşadıkça da hastalanır, iyileşir, ömür başka türlü geçmez... Epey hastalandım ben de, zatülcenpten vereme, ülserden katarakta dek hastalıklar beni yokladı... Şaka değil, 80’i çoktan aştık... 12 Mart döneminde içerden çıkmıştım, üstümde bir tuhaflık vardı; neydi, nedendi bilemiyorum... Hastaneye yatırdılar, bir şeyler bulamadılar.. O dönemde Yalova kaplıcaları gözdeydi, kendi kendime dedim ki: Gazeteden izin alayım, bir güzel dinleneyim... Kafaya bak sen!.. Yalova’da her gün sıcak sulara giriyorum, yürüyüşler yapıyorum; ama, nafile... Açılamıyorum... Bir gün yürüyüşün sonuna doğru sağ bacağımı çekemez oldum, kendi kendime söyleniyorum: Allah.. Allah.. Eve döndüm, telefonda bizim Merih Sezen’le konuşuyoruz: Sen, dedi, apandisit olmuşsun... Deme!.. ? Teşhisi Merih koydu, doktorlara gittim, onayladılar: Apandisitin patlamış; ama, kimi çok seyrek durumlarda beden “önlemini” alır, patlayan apandisiti bir zarla sarar... Vay canına!.. Meğer Ziverbey’in anısını bedenimde taşıyor ve saklıyormuşum... Akrostiş yazmak kolay değil... Her neyse ardından bir enfarktüs geçirdim, bir daha... Derken bedenimde kendine göre yeni dengeler oluştu ve bu yaşa erişebildim... Sizin anlayacağınız, durumu idare ediyoruz; ama, bu yaşlarda insan bıçak sırtında yaşar, her şey kıl payıdır... ? Şimdi gelelim sevgili savcımıza... Nasıl bir tehlikeyi yaşadığının farkında mı?.. Sanırım değil... Evi bastıkları saatlerde, daha sonra polislerle yolda, Emniyet’te veya savcılıkta bana bir şey olsaydı, pattadak nalları havaya dikseydim, neler olacağını sevgili savcım hiç düşündü mü?.. Damgayı yiyecekti: Katil savcı!.. Yazık olacaktı sevgili savcımıza... İşin altından ömür boyu kalkamayacaktı... ? Savcı Bey anlaşılıyor ki çok ağır bir yük üstlenmiş, altından kolay kolay kalkılamayacak bir yük... Sorgulamadaki karşılıklı konuşmalarda sezinledim ki bu yük onu tüm yaşam boyu ezebilir... Ne düşünüyordu: İlhan Selçuk’un evini sabaha karşı basarım, suç belgelerini ele geçiririm... Operasyon fos çıktı... Ergenekon dosyasını yaymak; yazarları, fikir adamlarını, emekli komutanları, muvazzafları da içine alarak sonuçta laik orduya ilişkin bir dava harekâtına dönüştürmek akıl kârı değildir... Savcımız durumu bir daha gözden geçirmeli... Kişinin kafasındakilerle “realite” arasında bir uygunluk olmadı mı iş tersine döner, dava dosyası da çuvallar... ? İlhan Selçuk’a gece baskınında kapsamlı düşünemeyen, kendi kariyerini bile tehlikeye atabilecek kararlar alabilen sevgili savcım, “Düşünen Adam” heykelini sanırım biliyordur... Savcım “Düşünen Adam” olmalı... Bu, yalnız ülke için değil, kendisi için de gerekli bir temel koşul... Dışta İki Tehlike İÇTEKİ gerilme ve kamplaşma tehlikesiyle aklı başından giden ve paniğe kapılan Türkiye, iki dış tehlikeyi tam anlamıyla sezmiş ve anlamış sayılmaz. Oysa öyle iki tehlike ki bunlar, gerekli uyanıklık gösterilmezse her ikisi de dış politikada edinilmiş kazanımlara onarılmaz zararlar verebilecektir. irincisi, Afganistan’a “ek asker” göndermenin tehlikesidir. ABD’li Başkan Yardımcısı Cheney’nin böyle bir istemde bulunmak için geldiği artık sır olmaktan çıktı. Taliban’la nasıl baş edeceğini kestiremeyen Washington, NATO’daki müttefiklerinin şimdiye kadar gönderilenlere ek olarak yeni “muharip” kuvvet göndermelerini istiyor. Ankara açısından bunun anlamı, başka ülkeler için taşıdığı anlamdan farklı olacaktır. Kâbil’de zaten asker bulundurmakta olan Türkiye, ilk kez “ölmek ve öldürmek” durumuyla karşı karşıya ve “Afgan tılsımı” bozulacak. Bugüne kadar ülkenin başkentinde garnizon görevi gören Türk askerinin Afganlılar gözünde şöyle bir özelliği vardı: “Hiç Afganlı öldürmemiş ve Afgan kurşunuyla hiç zayiat vermemiş olan” ve “Kâbil caddelerinde namlusu yere dönük olarak rahatça devriye gezebilen, halkla temas kurabilen” tek asker. Bunun sırrını başkalarına anlatmak, ancak Milli Mücadele günlerinde oluşan yakınlığı, Kemalist direnişin oralardaki yankısını, Emanullah Han’la Gazi arasındaki sıcak ilişkiyi, kendi savaşının en zor günlerinde bile Afgan ordusunun eğitimi için en iyi komutanlarını gönderebilen ve sonrasında kaynaklarının kıtlığına aldırış etmeksizin yardım elini uzatan bir Türkiye’nin oradaki saygınlığını anlatmak demektir. Başka türlü, Taliban mensuplarının bile bozmaktan çekindikleri bu ilginç ilişkinin sırrı çözülemez. Türk askerini Amerikalıların anlamsız savaşına “muharip” olarak ortak etmenin, böylesine değerli bir geçmişe ihanetten başka bir anlamı olabilir mi? kinci büyük tehlike, Lefkoşa’daki Talat’ın ve benzerlerinin Türkiye’den kopmak ve Rumlarla el ele verip AB’ye girmek için gösterdikleri telaşın tehlikesidir. İç ve dışta çok çevrenin Kıbrıs’ta barışa ve çözüme doğru olumlu bir adım olarak görmeye ve göstermeye çalıştığı bu yeni durum, eğer Ankara’nın ve özellikle askerin gözetiminden çıkarsa “hem haklı hem güçlü” olmanın ağırlığını taşıyan bir ulusal davanın kaybına yol açacaktır. Böyle bir davayı kaybedecek bir Türkiye Cumhuriyeti, yalnız kendi halkının özgüvenini sarsmış olmakla kalmaz, 1974’teki Kıbrıs harekâtına “ezik Şark’ın küstah Batı’ya ilk tokadı” olarak bakmış olan Yakındoğu ve Asya halkları gözünde ülkenin kazanmış olduğu saygınlığını da yıkar. Ankara’yı yönetenleri, konuya bir de bu gözle bakmaya ve şimdiki gevşekliği ve aldırmazlığı bir an önce bırakmaya zorlamak gerekiyor. Ar. Gör. Hasan Ali KAPLAN* / Ar. Gör. Gökmen GÜNDOĞDU* argıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Anayasa Mahkemesi’ne gönderilen AKP’nin kapatılması ile ilgili; iddianamede hakkında siyaset yasağı istenenler arasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de bulunması, Cumhurbaşkanı hakkında böyle bir yasağa hükmedilip edilemeyeceği ve hükmedilmesi halinde de Cumhurbaşkanlığı sıfatının devam edip etmeyeceği sorunlarını da beraberinde getirmiştir. Belirtmek gerekir ki anayasada bu konuya ilişkin herhangi bir açıklık olmadığı gibi anayasa m. 105/3 hükmü Cumhurbaşkanı’nın görevi sırasında sadece vatana ihanetten dolayı yargılanabileceğini belirtmektedir. Kanaatimizce anayasada bu noktada açık bir hükmün yer almaması, olası bir siyaset yasağı kararına rağmen Cumhurbaşkanı’nın görevine devam edebileceği şeklinde yorumlanmamalıdır. Y B İ Milletvekilliği görevi Anayasada bu soruna ilişkin açık bir hüküm yer almamakla birlikte mevcut hükümler değerlendirilmek ve yorumlanmak suretiyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Bilindiği gibi anayasanın m. 69/9 hükmü “Bir siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan veya faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dahil üyeleri (...) beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamazlar” demiş ve yine anayasa m. 84/4’te “Partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesi’nin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu kararın Resmi Gazete’de gerekçeli olarak yayımlandığı tarih mumtazsoysal@gmail.com te sona erer. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı bu kararın gereğini derhal yerine getirip Genel Kurul’a bilgi sunar” hükmüne yer verilmiştir. Anayasa, bir siyasi partinin kapatılmasına neden olan beyan ve eylemleri milletvekilliği sıfatıyla bağdaştırmamıştır. Bu nedenledir ki kararın Resmi Gazete’de yayımlanması ile milletvekilliği görevinin kendiliğinden sona ereceğini açıkça hüküm altına almıştır. Dolayısıyla anayasanın yukarıda anılan hükümleri karşısında, haklarında siyaset yasağına karar verilen kişilerin milletvekili seçilme yeterliliklerini kaybettikleri anlaşılmaktadır. Bu görüşe karşı ileri sürülebilecek itirazlardan biri Siyasi Partiler Kanunu (SPK) m. 95’in son cümledeki “Siyasi partiler bu kişileri hiçbir suretle seçimlerde aday gösteremezler’’ hükmü uyarınca haklarında siyaset yasağı kararı verilen kimselerin bağımsız olarak milletvekili seçilebileceği ve dolayısıyla milletvekili seçilme yeterliliğinin yitirilmediğidir. Bu itiraz iki gerekçeyle hatalıdır. İlk olarak SPK m. 95’in bu lafzıyla kaleme alınması oldukça doğaldır. Nitekim kanun zaten “Siyasi Partileri” düzenlediğinden, kapatılmanın sonuçlarını da siyasi partiler açısından ele alması gayet olağan, hatta yerindedir. Ayrıca kanunun bu ibaresinin, bağımsız seçilmeye engel olmayacak şekilde yorumlanması ve haklarında siyaset yasağına karar verilenlerin de bağımsız olarak seçilebileceği sonucuna varılması, siyaset yasağı kurumunun doğasına aykırıdır. Bu yorum Anayasa Mahkemesi’nin verdiği siyaset yasağı kararını dolanmakta ve kararı etkisiz hale getirmektedir. Öte yandan SPK m. 95 hükmünün ba ğımsız seçilmeye imkân verdiği şeklinde, anayasa m. 84/4’e de açık aykırılık oluşturacaktır. Çünkü anayasa m. 84/4 hükmü uyarınca haklarında siyaset yasağı kararı verilen kimselerin milletvekilliği kendiliğinden sona ermektedir. Dikkat edilirse burada anayasa koyucu, bu kimsenin “partisi ile ilişiği kesileceğinden” ya da “bağımsız vekil sayılacağından” değil, “milletvekilliğinin sona ereceğinden” söz etmiştir. Siyaset yasağı kararına, milletvekilliğinin kendiliğinden sona ermesi sonucunu bağlayan anayasanın bu hükmünün varlığı karşısında, SPK m. 95’i dayanak göstererek, siyaset yasağını sadece siyasi partiler bağlamında ele almak ve bağımsız seçilmeyi siyaset yasağının kapsamı dışında bırakmak, anayasaya açık aykırılık oluşturmaktadır. Her ne kadar Cumhurbaşkanı milletvekili olmadığından, yukarıda sayılan hükümler onun açısından doğrudan uygulanabilecek nitelikte değilse de bu durumda da milletvekili seçilme yeterliliğini kaybeden bir cumhurbaşkanının göreve devam edip edemeyeceği sorunu ortaya çıkmaktadır. Seçilme yeterliliği Bilindiği gibi anayasa m. 101/1 uyarınca bir kimsenin cumhurbaşkanı seçilebilmesi için milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olması zorunludur. Bir kimsenin bir göreve atanabilmesi veya seçilebilmesi için sahip olması gereken herhangi bir niteliği, aksi açıkça yazılı olmadıkça, söz konusu görevin devamı sırasında da taşıması mecburiyeti hukuk mantığının en doğal sonucudur. Hele bu kimse tüm ulusu ve Cumhuriyeti temsil ediyorsa bu zorunluluğun önemi daha da artmaktadır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı seçiminden önce hakkında siyaset yasağı kararı verilen bir kimse, “milletvekili seçilme yeterliliğini” kaybetmesinden ötürü Cumhurbaşkanlığı’na aday olamayacağından; Cumhurbaşkanı seçilen bir kimse de görevi sırasında “milletvekili seçilme yeterliliğini” kaybederse görevi kendiliğinden sona erecektir. Çözümün hareket noktası doğrudan cumhurbaşkanının “siyaset yasağı” değil, “seçilme yeterliliğinin yitirilmesi” olmalıdır. Vardığımız sonuca Cumhurbaşkanı’nın m. 105/3 uyarınca ceza sorumsuzluğunun bulunduğu ve yalnızca vatana ihanetten dolayı yargılanabileceği gerekçesi ile karşı çıkılması olasıdır. Ne var ki bu itirazda haklılık payı bulamamaktayız. Çünkü ele aldığımız ihtimalde Cumhurbaşkanı’nın yargılanması veya suçlanması değil, aksine “milletvekili seçilme yeterliliği”nin, açılan parti kapatma davası sonucunda kendiliğinden yitirilmesi söz konusudur. Bu iki durumun birbirinden farklı konular olduğı ve kıyaslanmasının mümkün olmadığı ortadadır. Anayasanın dokunulmazlıklar ile siyaset yasağını ayrı ayrı değerlendirip düzenlemiş olması bunun açık bir göstergesidir. Yani anayasanın “milletvekili dokunulmazlığı” ile “siyaset yasağı kararı” arasında kurduğı şema, sorunun çözümü açısından önem arz edebilir. Nasıl ki siyaset yasağı kararı verilebilmesi ve milletvekilliğinin düşürülmesi için milletvekili dokunulmazlığının kalkmasına gerek yoksa, yalnızca vatana ihanetten suçlanabilen bir cumhurbaşkanı hakkında da siyaset yasağına karar verilebilmelidir. Diğer bir deyişle burada tartışılan, cumhurbaşkanının “sorumluluğu” değil “yeterliliği”dir. Kaldı ki anayasa m. 105/3 hükmü, cumhurbaşkanının sadece “görevi sırasındaki” beyan ve işlemlerine ilişkindir. Oysa siyaset yasağına neden olduğu iddia edilen eylem ve beyanlar Cumhurbaşkanlığı “görevine başlamadan önce” gerçekleşmiştir. Öte yandan açılan kapatma davasının davalısının AKP olduğu; Cumhurbaşkanı’nın zaten yargılanmadığı da unutulmamalıdır. Değinilmesi gereken son konu, Cumhurbaşkanlığı makamının siyaset makamı olmamasıdır. Bu durumda siyaset yapmayan kimse hakkında “siyaset yasağı” kararının verilmesinin mümkün olup olmadığı söz konusu olabilir. Anayasa incelendiğinde ? Arkası 8. Sayfada C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle