23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 14 MART 2008 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Genel Sağlık Sigortası ve Sağlık Harcamaları PENCERE Görülen odur ki devlet, sosyal devlet olma özelliğini bir kenara bırakarak sağlık hizmetinden elini çekmektedir. Bu durumda ancak parası olanlar sağlık hizmetine ulaşabilecektir. Sağlığa harcanan paranın artacağı, kamunun katkısının da azalacağı artık netleştiğinden, toplumun cepten harcayacağı paranın da yıllar içinde artacağı kesindir. Sağlığa yatırım yapan özel sektörün de iştahını kabartan bu gerçeklerdir. cektir. Geçmişteki BağKur deneyimi ise bu kurumda olanların sadece yüzde 15’inin düzenli prim ödediğini göstermiştir. Havuzda para olmadığında sağlık hizmeti alınamayacağı da ortadadır. Zaten GSS, sağlık hizmeti vereceğini de garanti etmemektedir. Yasadaki “Temel Teminat Paketi”, havuzdaki para ne kadarına yeterse o kadar sağlık hizmeti verileceğini belirtmektedir. Bu nedenle SGK’li olan hepimiz, sağlık hizmetine ulaşabilmek için cepten yapacağımız ödemeler ile özel sağlık sigortası satın almak durumunda kalacağız. Burada da geçen yıllar içinde sigorta primlerinin artacağı açıktır. ABD’de 50 milyon kişi sigorta primlerini karşılayamadığı için hiçbir sağlık güvencesi olmadan çalışmaktadır. GSS Yasası’nda fakirlerin sağlık primlerinin devlet tarafından karşılanacağı belirtilmekte, ancak fakir olabilmek için aylık gelirin asgari ücretin üçte birinden az (yaklaşık 140 YTL) olması gerektiği belirtilmektedir. Bu gelirin üzerinde geliri olanların sağlık hizmetine yaklaşabilmek için mutlaka prim ödemesi gerekmektedir. Korkutan Türkiye DOMINIQUE DE VILLEPIN, Chirac döneminin son başbakanlarından biri. Geçenlerde bir konferans için Türkiye’deydi. Fransa Büyükelçiliği’nde şerefine verilen bir yemekte söz, ister istemez, AB’yle ilişkilere gelince, Ankara’nın tam üyeliğinden yana olduğu halde, şunu söylemeden edemedi: “Ülkeniz konusunda Avrupa’da yaygın bir korku var; büyük ve kalabalık olmanız korkutuyor insanları. Kırk küsur milyonluk Polonya bile adaylık döneminde korkutmuştu. Korkanlar haklı çıktılar; Polonyalılar hep bir şeyler ister, bir şeylere sürekli itiraz eder durumdalar.” Başbakan Erdoğan’ın “Her aile en az üç çocuk yapmalı” dediğini okuyunca neler düşündüğünü bilmiyoruz; olsa olsa dile getirdiği korkunun biraz daha artacağını düşünmüştür. abul edelim ki, konuk politikacı nezaket gereği sorunun o yönüne değinmemiş olsa da, Avrupalının korkusu nicelikten çok nitelikle ilgilidir. Eskiden yüzde 3’e yaklaşan nüfus artış oranı artık yüzde bire yakın düzeye indirildiği halde işsizliğin resmi rakamlara göre bile yüzde 10 civarında gezindiği, hatta gizli işsizliğin bu oranı ikiye katladığı, siyasetin sadaka yöntemleriyle muhtaç insanların oylarını almaya dayandığı, borçların faizlerini ödemek için varının yoğunun satıldığı bir ülke Avrupalıyı korkutmaz mı? Hele ulusal gelirden kişi başına düşen pay, türlü çeşitli istatistik yöntemlerine karşın yine de birleşmiş kıtanın en düşük gelirli toplumuna yetişmekten çok uzak kalmaktaysa? Daha önemlisi, gerçek “mürşit”inin akıl ve bilim mi, yoksa hurafe ve cehalet mi olacağına karar verememiş bir toplum söz konusuysa? Üstelik, densizlik ve izansızlık aynı toplumun sözde seçkin kesimlerinde kol gezmekteyse? Dokuzuncu Cumhurbaşkanı “üç çocuk” düşüncesine karşı çıkıp “Üç çocuk sokak çocuğu olur” deyince iktidarın yüksek rütbeli bir politikacısı, “Demirel’i ömrünün sonunda bu noktada görmek son derece üzücü” diye hoyratça bir laf edebiliyorsa, niceliğimizden korkanlar insanlarımızın bu niteliksizliği konusunda da ürküntü geçirmezler mi? vrupa Birliği’ne tam üyelik ufku bütün bu nedenlerle gitgide kararırken, sanki her şey yolundaymış ve sonuca tek bir adım kalmış gibi, şimdi de Kıbrıs sorununu çözmeye sıra gelmişe benziyor. Daha doğrusu, çözümü Kuzey Kıbrıs’ı yönetenlerin himmetine havale etmeye. Öyle anlaşılıyor ki, Talat ile Hristofyas tarihsel ve ideolojik ahbaplıklarından yararlanıp birleşerek kol kola Avrupa’ya gidecekler, Türkiye de onları seyredecek, öyle mi? Kıbrıs gibi son derece “haklı ve güçlü” olduğu davayı bile kaybedecek bir Türkiye, cüssesinin verdiği ürpertiye bir de bu beceriksizliği eklerse, artık korkutucu olmaktan çıkar ve sadece gülünçleşip AB’nin alay konusu olur. Sonra Oturup Ağlamasınlar... AKP İslamcılığının İslamın değil beş şartı artık oluştu: Dedikodu.. Şantaj.. Yalandolan.. Çıkarcılık.. Yolsuzluk.. Dinciliğin gün geçtikçe ağır bastığı medyayı da ancak maşayla tutabilirsin... ? Peki, gün geçtikçe gelişip yoğunlaşan iletişim teknolojisi bizde neye hizmet ediyor?.. İslamcılığın beş şartına... Üstelik kuşkulu dinlemeler üzerine bina edilen kanıtsız tanıksız ‘ne idüğü belirsiz’ davalar da medyada özellikle pompalanıyor... Bir azgınlık.. bir azgınlık ki.. demeyin gitsin.. Neden bu azgınlık?.. İslamcılar ılımlısı ve köktencisi artık ülkeyi, belediyeleri, devleti, her şeyi ele geçirdiklerine inanıyorlar... ? Azgınlığın dinci gazete sayfalarına nasıl yayıldığına ilişkin bir örnek vereyim.. Dinci köşe yazarı yazıyor: “ Cumhuriyet mitinglerini düzenleyenlere derin devlet mi dersiniz, derin çete mi dersiniz?..” “ Devleti temsil eden ‘Bayrak’ ve ‘Cumhuriyet’, devleti ele geçirmeye çalışan çetelerin eline geçmiş...” “ Özelleştirme İdaresi Başkanı’na düştü bu iş galiba... Hadi, derin devletin mallarını ve şirketlerini legal devlete, oradan da ihale yolu ile satış için TMSF’ye gidin... Cumhuriyet’in mal varlığını Cumhuriyet’in hazinesine irad kaydedin...” “ Devlet bir an önce, iddialar doğru ise, mahkeme kayıtlarına geçen iddialar çerçevesinde Cumhuriyet gazetesi, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), Vatansever Güç Birliği gibi derin yapıların paravan örgütlerine derhal el koymalı...” ? Eveeet... AKP iktidarı belli hedefe doğru doludizgin yürüyor, yandaşları da içmeden sarhoş olmuşlar... Ülke altüst... Herkes birbirine soruyor: Ne olacak?.. Bu gidişle bir şeyler olacak... Ama, ben Cumhuriyet’e “İslamcı AKP Devleti”nin el koymasını isteyen gazeteye şimdiden haber vereyim... Bir şeyler olduğunda sonuç düşündükleri gibi çıkmazsa, oturup mazlum rolünde ağlamasınlar. Prof. Dr. A. Özdemir AKTAN İstanbul Tabip Odası Başkanı lkelerin sağlık için yaptığı harcamalar her geçen yıl hızla artmaktadır. OECD ülkeleri ortalama olarak ülke gelirlerinin yüzde 7.2’sini sağlığa ayırmaktadır. Türkiye için yüzde 6.9 olan bu oran, ABD’de korkutucu yüzde 14.2 düzeyine çıkmıştır. Bu yüksek oran nedeniyle ABD’de bir sağlık sisteminden değil de dev bir sağlık sektöründen söz edilmektedir. Ayrıca sağlık sektörü dünyada enerji ve silah sektöründen sonra üçüncü büyüklüğe erişmiş durumdadır. Türkiye’nin sağlık harcamaları, oran olarak OECD ülkeleri ortalamasına yakın ise de toplam gelirin düşüklüğüne bağlı olarak kişi başına harcanan 600 Amerikan Doları ile bu ülkeler arasında en düşüktür. Kişi başı sağlığa harcanan para, Almanya’da 2 bin 333, İngiltere’de ise 1876 dolardır. Türkiye’nin son 10 yılda sağlığa harcadığı para, artan ülke gelirine paralel olarak düzenli ve sürekli bir artış göstermekte ve buna bakarak yapılan projeksiyonlar ile sağlığa gidecek paranın da önümüzdeki yıllarda önemli miktarda artacağı görülmektedir. Özel sektörün bu alana yapmış olduğu geniş yatırımların özünü de bu beklenti oluşturmaktadır. Ü K (SSK+BK+ES) sağlığa harcadığı para, 2005 yılında 14.482, 2006 yılında ise 18.067 milyar YTL olmuştur. Ancak bu kuruluşların emekli maaşları olarak ödediği miktar çok daha büyük bir yekun tuttuğundan gelir ve gider arasında oluşan fark, 2005 yılında 23.322, 2006’da ise 22.892 milyar YTL bütçe transferi ile kapatılmıştır. Sosyal güvenlik kuruluşlarının yarattığı, kara delik olarak adlandırılan bu farktır. Sağlık harcamalarında oran Ancak TTB Başkanı Prof. Gençay Gürsoy’un dediği gibi, bu bir kara delik değil, sosyal devletin yerine getirmesi gereken bir görevdir. Sağlığın finansmanında yapılan değişikliklerle kamunun bu alana yaptığı harcamaların kısılması planlanmaktadır. Ancak bu durumda artan sağlık harcamalarının kim tarafından karşılanacağı sorusu önem kazanmaktadır. Bu arada 2005 Sağlık Bakanlığı bütçesi de genel bütçenin yüzde 3.5’i olan 5.46 milyar YTL’dir. SGK harcamaları ve Sağlık Bakanlığı bütçesi, kamunun sağlığa yaptığı harcamayı oluşturmaktadır. Türkiye’nin sağlık harcamalarının 2005 yılında 30 milyar dolar civarında olduğu hesaplanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 2006 raporuna göre bu harcamaların yüzde 71’i kamu kaynaklarından, yüzde 29’u ise cepten, yani kamu dışı kaynaklardan karşılanmaktadır. Aynı dönemde ABD’de ise sağlık harcamalarının yüzde 44’ü kamudan, yüzde 56’sı ise özel kaynaklardan, yani halkın cebinden karşılanmaktadır. Ülkemizde de yeni sistem ile ABD’de olduğu gibi bu oranın tersine döneceği açıktır. Zira sağlık harcamalarında bir artış ve buna karşılık kamu harcamalarında kısıntı beklenmektedir. Elbette bunun doğal sonucu da cepten harcamaların artması olacaktır. Aradaki fark, sağlık hizmetini alan toplumun cebinden karşılanacaktır. GSS’nin sağlık hizmetine ulaşmada yeterli olmayacağı da açıktır. Bir havuz oluşturmak için prim toplamak gerekmektedir. Ekonomimizin yüzde 50’sinin kayıt dışı olduğu herkes tarafından kabul edildiğine göre zaten toplumun yarısı prim ödemeye Sonuç Sağlıkta Dönüşüm Projesi, koruyucu değil tedavi edici sağlık hizmetlerini ön plana çıkarmaktadır. Tedavi edici sağlık hizmetlerinin daha pahalı ve çok da yeterli olmadığı bilinmektedir. Halen ABD’de başkanlık yarışını sürdüren Hillary Cinton ve Barack Obama da seçim çalışmalarında sağlık konusuna özel önem vermekte ve her ikisi de koruyucu sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi ile sağlık harcamalarının azalacağını ve bu şekilde daha iyi sağlık hizmeti verilebileceğini vurgulamaktadır (NEJM, Şubat 2008). Ancak özel sektör koruyucu hekimlikten para kazanamayacağı için tedavi edici hekimlik pompalanmaktadır. İlaç sektörü başta olmak üzere tüm sektör tedavi edici hekimliği tercih etmektedir. Görülen odur ki devlet, sosyal devlet olma özelliğini bir kenara bırakarak sağlık hizmetinden elini çekmektedir. Bu durumda ancak parası olanlar sağlık hizmetine ulaşabilecektir. Sağlığa harcanan paranın artacağı, kamunun katkısının da azalacağı artık netleştiğinden, toplumun cepten harcayacağı paranın da yıllar içinde artacağı kesindir. Sağlığa yatırım yapan özel sektörün de iştahını kabartan bu gerçeklerdir. Şimdiki durumda şartlar özel hastaneler lehine gelişmekte; poliklinikler ve tıp merkezleri tasfiye edilmektedir. Durum süpermarketbakkal savaşını andırmaktadır. Ancak süpermarketlerin de hipermarketler tarafından yutulduğu gözden kaçmamalıdır. Sağlıkta dönüşüm projesi Cumhuriyetin kuruluşundan yakın zamanlara kadar sağlık, kamusal bir hizmet olarak algılanmış ve ağırlıklı olarak da 1961 Anayasası’nda sağlığın bir hak olduğu vurgulanmıştır. Ancak AKP hükümeti ile hızlı bir ivme kazanan Sağlıkta Dönüşüm Projesi, sağlığı kamusal bir hizmet olmaktan çıkarmış, özel sektör ağırlıklı bir konuma getirmiştir. Kamu Hastaneleri Birliği Yasası ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı devlet hastanelerinin özel sektör tarafından işletilebilmesinin de önü açılmaktadır. SSK, BağKur (BK) ve Emekli Sandığı’nın (ES) tek çatı altında Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) olarak birleştirilmesi ile birlikte sağlığın en büyük satın alıcısı SGK olmuştur. Yürürlüğe girmesi beklenen Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile toplanacak primler ile oluşturulan havuz ile SGK, kamu ve özel sektörden sağlık hizmeti satın alacaktır. Sosyal güvenlik kuruluşlarının A mumtazsoysal@gmail.com CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle