23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 ŞUBAT 2008 ÇARŞAMBA 4 HABERLER AKP lideri, grup konuşmasında türban konusunu dolaylı değerlendirirken, ekonomi üzerinde durdu GLOBALPOLİTİKÜLTÜR ERGİN YILDIZOĞLU Erdoğan: Sabrediyoruz ? Başbakan Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında türban tartışmalarıyla ilgili olarak doğrudan mesaj vermezken, ekonomi konusunda CHP, köşe yazarları ve meslek örgütlerini eleştirdi. AKP’yi anlamamakta direnenler olduğunu savunan Erdoğan, “Herkesin de bizi kabullenme mecburiyeti yok. Kabullenmeyebilirler de” diye konuştu. ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Başbakan Tayyip Erdoğan, Türkiye’de siyasetin yıllarca korkuluklar ürettiğini, bunların arkasına saklanarak siyaset yapıldığını söyledi. AKP’nin ufkunu ülkeye dayatarak değil ülkenin ufkunu genişleterek Türkiye’ye hizmeti esas aldığını savunan Erdoğan, birilerinin bunu anlamamakta direndiğini söyledi. Erdoğan, partisinin grup toplantısında türban tartışmalarıyla ilgili olarak doğrudan mesaj vermezken ekonomi konusunda CHP, köşe yazarları ve meslek örgütlerini eleştirdi. Kosova’yı bağımsızlığını ilan etmesi nedeniyle kutlayan Erdoğan, Kosova ve komşularından itidali elden bırakmayacak, barışı ikame edecek vakur bir tavır içinde olmalarını beklediklerini söyledi. Önyargıları kırmanın kolay olmadığını, eksiklikleri kabullenmenin herkes için zor olduğunu anlatan Erdoğan, Türkiye’de siyasetin yıllarca korkuluklar ürettiğini, korkulukların arkasına saklanarak siyaset yapıldığını söyledi. spekülatörlerin karşılarında hükümeti bulacaklarını söyledi. Son dönemlerde rakamları bilmeyen siyasetçilerin türediğini kaydeden Erdoğan şöyle konuştu: “Hatta siyasi partilerin başına geçmiş bunlar. Fakat, ‘halkımızı nasıl aldatırız, nasıl onlara aslı astarı olmayan yalan rakamlar üretmek suretiyle halkı yanlış bilgilendiririz’ gayreti içindeler. Türkiye’ye gelen sermayenin yerli değil yabancı olduğunu söylüyorlar. ‘Bir anda gidiverdiğinde Türkiye’nin ne hale geleceğini düşünün’ diyor. Bunlar farklı dünyada yaşıyorlar. Artık dünyada sermayenin yerlisi yabancısı olmaz. Para, sermaye bir cıva gibidir. Uygun limanı, uygun zemini bulduğunda kaçar. Onun için sen bu sermayeyi ülkende tutabilmenin projelerini üreteceksin.” İthalatta bir artış olduğunu, bunu saklamadıklarını, ancak bunun ağırlıklı olarak petrol olduğunu kaydeden Erdoğan, enflasyonda hedefin yakalanamadığını, ancak ekonomik programı ciddiyetle uygulayarak hedefe ulaşmaya çalışacaklarını söyledi. “Bu bir ‘Türban’ değildir!” Türban tartışmaları bana Magritt’in, bir pipo resminin altında “Bu bir pipo değildir” yazan tablosunu anımsatıyor. Bence, “gösteri toplumunun” sahnesindeki “türban” görüntülerinin altına da “Bu bir türban değildir” yazmak gerekiyor. “Türban”, türban değil başka bir şey! Başbakan da simge olduğunu düşünüyor: Soyut bir kavramın, bizim somut durumumuzda, siyasal İslamın “hakikat rejiminin” (yaşamı düzenleme, belirleme ilkelerinin), yerine geçen bir gösterge. Ama, Ortega Y Gasset’in bir keresinde metafor üzerine söylediklerinden hareketle, türbanı metafor olarak da görebiliriz. Gasset, yanlış anımsamıyorsam, “dile getirmek istemediğimiz, uzaklaşmak istediğimiz bir kavramın yerine kullandığımız bir başka kavram” diyordu metafor için. Türbanın biçimi üzerinde de bir anlaşmaya varamadığımıza göre onu bir giysi parçası olarak değil de “kavram” olarak görmek daha doğru olabilir. Eğer “türban” bir kavram ise, metafor olarak işlevi ne? Hangi, kavramın yerine kullanılıyor? Sağda ve solda, liberal entelijansiyanın üzerinde iyice düşünmesi gereken bir soru bu. Aslında düşünmeye gerek de kalmıyor giderek; “bireysel özgürlüklerin” simgesi olarak türbanın giderek siyasal İslamın “hakikat rejimine” özgürlük istediklerini açıkça söylemek istemeyenlerin, sığındıkları bir metafor olduğu ortaya çıkıyor. Bir toplumda iki “hakikat rejimi” birden egemen olamayacağına (“yaşam dünyasının” tümünü düzenlemeyi amaçlayan İslamın “relativist” veya postmodern olduğu da ileri sürülemeyeceğine ) göre, bu özgürlük talebi, diğer “hakikat rejimlerinin” özgürlüklerinin boğulmasından başka bir anlama gelmeyecek. Bu aşamada bunu açıkça talep etmekten mahalle baskısı dışında kaçınmak isteyenler, bir metafor olarak türban kavramına sığınıyorlar… A KP’Lİ YAĞMURDERELİ YÖNETİM KURULU ÜYESİ Kızılay’da ‘anayasaya aykırı’ yönetim ZEYNEP ŞAHİN ANKARA AKP’nin, Kızılay yönetimine yaptığı müdahaleler, 2004’ten bu yana “sancılı bir hukuksal sürece” neden olurken, derneğin yönetiminde anayasaya aykırı olmasına karşın AKP milletvekili Osman Yağmurdereli’nin de yer aldığı ortaya çıktı. Türkiye Kızılay Derneği’nde, AKP hükümetinin müdahalesiyle 2004’te yönetim değiştirilmiş ve alınan karşıt yargı kararlarına karşın, AKP’nin istediği isimler kurumu yönetmeye devam etmişti. Yönetimindeki hukuksuzluğun uluslararası alanda KızılayKızılhaç Dernekler Federasyonu’nun dahi dikkatini çektiği dernek, yeni bir “hukuksuzluğa” daha sahne oldu. Milletvekillerinin Kızılay ve benzeri kuruluşlarda yönetici olmasının anayasada yasaklanmasına karşın, AKP İstanbul Milletvekili Osman Yağmurdereli’nin Kızılay Yönetim Kurulu üyesi olduğu öğrenildi. Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali de dahil, toplam 11 kişilik yönetim kurulu içinde, Yağmurdereli de genel merkez yönetim kurulu üyesi olarak yer alıyor. Yağmurdereli’nin Kızılay’da, bir makam odası da bulunuyor. Yağmurdereli odayı, yönetim kurulu üyelerinden Ercan Saatçi ile birlikte kullanıyor. Yağmurdereli, Ankara’da bulunduğu günlerde, dernek çalışmaları için sık sık Kızılay’a gidiyor, odasını kullanıyor. Ancak AKP’li Yağmurdereli’nin Kızılay yönetiminde yer alması açıkça anayasaya aykırı. Anayasanın 82. maddesinde yer alan hükümler, Yağmurdereli’nin Kızılay yönetiminde olmasını engeliyor ‘İstifamı istemediler’ Konuya ilişkin Cumhuriyet’in sorularını yanıtlayan Yağmurdereli ise Kızılay Yönetim Kurulu’na milletvekili seçilmeden önce girdiğini söyledi. Yağmurdereli, milletvekili seçildikten sonra ise görevini bırakma gereği duymadığını, Kızılay yönetiminden de kendisine istifa etmesi için herhangi bir istekte bulunulmadığını kaydetti. Milletvekili seçildikten sonra, Kızılay’daki makam odasının telefonunu “direkt hat” bağlatarak kendisinin ödediğini, dernekteki sekreterini değil TBMM’deki sekreterini kullandığını, konuklarına yapılan “çaykahve” ikramının karşılığı olarak da her ay kuruma 250 YTL bağışta bulunduğunu belirten Yağmurdereli, “Yasal bir engel varsa, istifam istenirse ederim ama bu benim Kızılay’da çalışmalarda bulunmamı engellemez. Ben yine bu derneğin çalışmaları içinde yer almaya devam ederim” diye konuştu. Bir metafor olarak ‘ortaçağ’ Söz metafordan açılmışken, siyasal İslamın, “gösteri toplumunun” sahnesindeki, “organik entelektüellerinden” Fehmi Koru’nun, “çok bilmiş”, bir yazısına da değinmeden geçmeyelim. Fehmi Koru, “Dönmeyelim tamam da, hangi ortaçağa dönmeyelim?” başlıklı yazısında Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in “Ortaçağa dönülemez” sözlerine takılmış, bu bahaneyle bir taşla birçok kuş vurmaya kalkmış: Hem İlhan Selçuk ve Özdemir İnce ile hesaplaşmaya çalışıyor, hem de aynı anda “bir zamanlar Batı’dan daha ileriydik” fantezisini satmaya... Selçuk ve İnce bir başkasının savunmasına gereksinimleri olmayan iki güçlü yazar. O nedenle, “bir zamanlar kartaldık” havası üzerinde durmak bence çok daha yararlı olacak. Fehmi Koru yazısında, iki kuşu birden vuramıyor ama, bir paragrafta iki açığı birden veriyor: “Demek böylelerinin aklına ‘ortaçağ’ denildiğinde İslam geliyor. Batı’nın ‘karanlık çağlar’ yaşadığı o dönemlerde İslam dünyasının pırıl pırıl parladığını, Müslümanlar sayesinde bilim, mimari, sanat ve felsefe alanlarında büyük ilerlemeler kat edildiğini; ortaçağdan çıkışı, Batı’nın, İstanbul’un fethi ile Martin Luther’in büyük çapta İslamdan etkilenmiş 95 maddelik reform paketine borçlu olduğunu bilmiyorlar.” Fehmi Koru, “ortaçağ” kavramından, “karanlık çağlar” kavramına atlayarak, önce, tarihsel bir dönemden değil aslında bir “durumdan” söz edildiğini itiraf etmiş oluyor. İkincisi, “Peki İslam dünyası o zaman bu kadar ileriydi de neden şimdi bu kadar geride kaldı” sorusunu da tüm can alıcılığıyla gündeme getiriyor. Kimi tarihçilere göre “karanlık çağlar” gerçekten karanlıktı, ama kasıt aslında bu değil. “Karanlık çağlar”, Batı’da yükselen yeni kentsoylu sınıfın, çözülmeye başlayan feodal düzenin dini dogmalara dayanan “hakikat rejimine” karşı başlattıkları özgürlük mücadelesinin ürünü ve aracı olarak üretilen bir metafor. “Karanlık çağların” aşıldığının, geride kaldığının kanıtı tam karşıtı “Aydınlanma”! Bu bağlamda sorunun da cevabı, ya da cevabın en azından bir parçası kendiliğinden ortaya çıkıyor: İslam dünyası bu “ileri durumunu” koruyamadı çünkü, insan aklının eleştirel kapasitelerini özgürce kullanmasına olanak veren bir “hakikat rejimine” karşı inatla direndiği, “içtihat kapılarını” sıkıca kapattığı için elindeki “hazineleri” kaybetti da ondan… “Ortaçağa” dönmek istemeyenler, işte buraya, İnsan aklının özgürlüğünü ve eleştirel kapasitelerini sınırlayan bir dini “hakikat rejiminin” egemen olduğu bir döneme dönmek istemiyorlar. Türban, buraya dönmek isteyen, ama bunu açıkça savunmanın henüz, uygun olmadığı bir aşamada dile getirmeye cesaret edemeyenlerin başvurduğu bir metafor. Çünkü, bu amacı, bugünün Türkiyesinde açıkça dile getirmeye olanak verecek, psikolojik, siyasi, kültürel yıkım henüz yeterince gerçekleşemedi, “mahalle baskısı”, henüz “yaşam dünyasında”, “ekolojik egemenliğini” kuramadı. Ama yarın? Böyle giderse mutlaka… erginy@tr.net http://erginyildizoglu.blogspot.com ‘Kabullenmeyebilirler...’ AKP’nin ufkunu ülkeye dayatarak değil ülkenin ufkunu genişleterek Türkiye’ye hizmeti esas aldığını savunan Erdoğan, birilerinin bunu anlamak istemediğini, anlamamakta direndiğini belirtti. Erdoğan, “Biz de onları anlamakta hakikaten zorlanıyoruz. Niye? Halkıyla bu denli kucaklaşmış olan AKP için bazı seçkinci zümrelerin barışık olamayışını anlamakta zorlanıyoruz. Herkesin de bizi kabullenme mecburiyeti yok. Kabullenmeyebilirler de. O da ayrı bir durum. Fakat biz onların bu tavrına yine saygı duymaya devam ediyoruz, sabırla hareket ediyoruz” diye konuştu. Ekonomiyeilişkin bilgi veren Erdoğan, beklentileri olumsuza çevirmek için bugüne kadar çok yoğun kampanyalar yürütüldüğünü ileri sürdü. “Türkiye’nin kaynağı yok, kriz çıkacak, Türkiye dalgalanmaları kaldıramaz. Şu gün şu saatte kriz çıkacak” diye hayali senaryoların dolaşıma sokulduğunu savunan Erdoğan, Türkiye’yi karamsarlığa, kötümserliğe sevk etmenin gayreti içinde olan ATO’ya eleştiri Esnaf ve sanatkârların durumuyla ilgili açıklamalar yapan Erdoğan, isim vermeden Ankara Ticaret Odası’nı (ATO) eleştirdi. Bazı kurumların hedef saptırmayı çok sevdiğini kaydeden Erdoğan, “Devletin kurumları yalan söyler, ama onlar doğru söylerler. Sadece kapanan şirket sayılarına bakarsanız tabloyu eksik görürsünüz. Açılanı da görmeniz lazım. 2002 Kasım ayından 2007 yılı sonuna kadar 918 bin esnaf ve sanatkâr ticari faaliyete başlarken 521 bin esnaf ve sanatkâr da faaliyetine son vermiştir. Ama sen bunu göstermiyorsun, kalkıp faaliyetine son vereni gösteriyorsun. Sürekli bardağın boş tarafına bakarak doğru analiz yapamayız” dedi. ‘Korku tacirliği yapıyorlar’ Muhalefette olduğunu hatırlayan Bahçeli, ‘beyaz çarşaf edebiyatıyla’ milletin cepheleşmeye davet edildiğini söyledi ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan Tayyip Erdoğan ve CHP lideri Deniz Baykal’ın siyaset kurumu ile devlet kurumları arasında “siyasi düello ortamı yaratma” gayretine girdiğini savundu. Bahçeli, partisinin grup toplantısında, türbanla ilgili AKP’nin “oyalama” taktiği izlediği YÖK Yasası’nın ek 17. maddesi değişikliği tartışmalarına girmemeye özen gösterdi. Bu konudaki soruları yanıtlamaktan da kaçınan Bahçeli toplantıda, AKP ve CHP liderlerinin süreçle ilgili tutumunu eleştirmekle yetindi. AKP ve CHP’nin “cepheleştirici siyasi taktik” izlediğini söyleyen Bahçeli, idam sehpalarının anımsatıldığı, kefeni çağrıştıran “beyaz çarşafla yola çıkma edebiyatı yapıldığı” bir ortamda adeta milletin cepheleşmeye davet edildiğine işaret etti. Bahçeli “Felaket tellalları; korku tacirliği yaparak bir yandan milletimizin gönlüne perde çekmeye çalışmakta, diğer yandan ise demokrasimizin olgunlaşmasını ve geleceğini tehlikeye atmaktadır” görüşünü dile getirdi. Bahçeli, Türkiye ekonomisinin küresel kriz senaryolarının gerçekleşmesine davetiye çıkardığını kaydeden Bahçeli, Vakıflar Yasası’nı da eleştirirken yabancıların vakıflarda yetki sahibi olmasının yolu açılarak ulusal konulardaki direncin etkisiz hale getirileceğini söyledi. İktidarla GazeteciAydın İlişkisi… Gazetecinin, aydının iktidarla ilişkisi her zaman tartışma konusu olmuştur. Hele Türkiye gibi, iktidarların güçlü ve otoriter olduğu ülkelerde bu ilişki, daha da sorunlu boyutlara ulaşmıştır. Tabii “iktidar” nedir sorusu da ülkemizde önemlidir. “Hükümet olmak, iktidar olmak anlamına gelmez” sözcüklerini bu ülkede birçok başbakan yaşadıkları deneylere dayanarak ifade etti. Türkiye’de “iktidar parçalıdır” demek doğru bir saptamadır. Hükümet, Meclis, yani seçilmişler iktidarın bir bölümünü elde tutarlar, diğer bölümü ise askersivil bürokrasinin elindedir. Nitekim, Türkiye’deki temel meseleler yakın tarihimizde birçok kez Milli Güvenlik Kurulu’nda çözülmüştür. Milli Güvenlik Kurulu, askerlerle seçilmişlerin iktidarı paylaştıkları alanlardan birisidir. Zayıf hükümetler döneminde sivil ve askeri bürokrasinin sözü daha çok geçer. Koalisyon hükümetleri, bürokrasi için hareket alanını genişletme olanaklarının en çok arttığı dönemlerdir. Tabii bir de terörün yükseldiği, bombaların patladığı ve toplumda “birisi gelsin şunu halletsin” beklentilerinin arttığı ortamlarda, bürokrasinin egemenlik alanı artar… ??? Neyse asıl konumuz, iktidarla aydıngazeteci ilişkisidir. Bu ilişki bir ülkenin demokratikleşme düzeyine bağlı bir seyir izler. Gelişmiş demokrasilerde aydınların, gazetecilerin bağımsız tutum almaları, iktidarı eleştirebilmeleri daha kolaydır. Geri ve otoriter ülkelerde ise “eleştiri” yoktur, “destek” ve “beğenme” durumu vardır. Bazen hükümet güçlüdür bazen de sivil ve asker bürokrasi. İşte gazeteci ve aydının sıkıntısı da burada başlar. Bu iki iktidar gücü de gazeteciyi ve aydını kendisine yakın görmek ister. Gazeteciler aydınlar çoğunlukla bunlardan birisiyle yakın olmayı tercih ederler. Ancak güç şişede durduğu gibi durmaz. Bir bakarsınız hükümet güçlenir ve olanakların çoğu hükümetin eline geçer. Böyle durumlarda bürokrasiye yaslananların işi zorlaşır. 28 Şubat gibi bürokrasinin güçlendiği dönemlerde ise hükümete yakın olanlar açmaz içine girerler. ??? Tabii doğru olanı, ilkeli bir demokratik tutum almaktır. Bu ülkenin bir hukuk devleti olması için yasadışı iktidar tercihlerine karşı, demokratik meşruiyeti savunmaktır. Sonuç olarak bu ülkede siyasi ve toplumsal güçler kendilerini meşru olarak Meclis’te ve hukuk zemininde ifade edebilirler. Öncelikle savunulması gereken bu hukuki ve demokratik meşruiyettir. Bu demokratik zemin, sosyal güçlerin kendilerini hukuka uydurmaları, değişip, dönüştürmeleri için de bir imkândır. Laikliği de geliştirip kökleştirecek olan demokrasi ve hukuk zeminidir. Aydının vicdani bir tutumu olmalıdır. Bu vicdani tutum, haksızlıklara karşı koymak, her koşul altında demokrasiyi, özgürlükleri savunmak ve sivil bir alandan konuşabilmektir. Öyle zamanlar olur ki, kimsenin itiraz etmediği anda itiraz edebilmektir aydın olmak. Demokratik meşruiyet ortadan kalkarken demokratik meşruiyeti savunabilmektir. Toplumun parçalandığı, iktidar kavgasının sertleştiği, meşruiyet dışına çıkmaya yöneldiği dönemde doğruya doğru, eğriye eğri diyebilmek ve düşündüklerini, ters geldiği zaman da söyleyebilmektir. ??? Aydınların siyasetle ilişkisi de ilkeli olmalıdır. En yakın durduğu kesimi de eleştirmeye cesaret edebilmelidir. Burada ölçü özgürlükler, ezilen ve sesi çıkmayan kesimlerin korunması, kollanmasıdır. Türkiye’nin çoksesli, çokkültürlü ve çok renkli bir ülke haline gelmesi için “öteki”nin savunulmasıdır. Burada çokça sözünü ettiğim bir duruş vardır: Bir insanın, aydın ya da demokrat olmasının en önemli ölçütlerinden birisi kendisi gibi olmayana, “öteki”ne karşı tutumudur. Bu “öteki” Hıristiyan, Alevi, Yahudi, Kürt, Ermeni, Rum, Çerkez, Arap, Süryani, eşcinsel, kadın, çocuk, dindar, dinsiz olabilir. Onların dertleri önünüze geldiğinde ne yapacaksınız? ??? Aydının, gazetecinin iktidar güçleriyle ilişkisi olmaz mı, tabii ki olur. Sonuç olarak hükümet bu halkın oylarıyla hükümet olmuştur. Onlardan beklentimizi dile getirmek, toplumun demokratikleşme, adalet ve eşitlik taleplerini onların önüne koymak görevlerimiz arasındadır. Doğru yaptıklarına doğru, yanlış yaptıklarına da yanlış diyebilmektir. Sonuç olarak aydınlar arasında çıkan tartışmalar anlamlıdır. Bunu kişiselleşmeden uzak, ilkeli bir temel üzerinde yürütmek mümkündür. Doğru olan da budur... Erdoğan tahammül edemiyor Karikatüre bir dava daha İstanbul Haber Servisi Başbakan Tayyip Erdoğan, mizah dergisi Leman’ın iki hafta önceki kapağında kullandığı fotoğrafının gerçek olmadığını ve ağır hakaret içerdiğini öne sürerek, 20 bin YTL’lik tazminat davası açtı. Dava, Başbakan Erdoğan’nın karikatüristlere açtığı 4. dava oldu. Dava dilekçesinde, Leman’ın kapağında yer alan Erdoğan’a ait fotoğrafın “gerçeği yansıtmadığı, fotomontaj yoluyla uygunsuz hale getirildiği ve toplumun ahlaken kabul etmeyeceği bir hale büründürüldüğü” ifade edildi. Haklarında dava açılan Leman dergisi yayımcılarıysa, sözkonusu fotoğrafın uzun süredir internette bulunan ve herkesin bildiği bir fotoğraf olduğunu söyledi. Erdoğan, daha önce, gazetemiz çizeri Musa Kart’a, kendisini keneye benzeten çizer Mehmet Çağçağ ve karikatürü yayımlayan Leman dergisine, “Tayyipler Âlemi” başlığıyla karikatür yayımlayan Penguen dergisine tazminat davası açmıştı. CUMHURİYET 04 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle