05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 ŞUBAT 2008 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Anayasa Değişikliği Veto Edilmelidir! Bir hukuk devletinde yargı organının kararlarına uyulması zorunluluğunun yanı sıra anayasasının değiştirilemez hükmüne göre yorumlanarak iptal edilen bir düzenlemenin önünü açmak ve daha da öteye giderek bunu anayasal kural haline getirmenin hukuk devleti ilkesiyle bağdaşırlığı bulunmamaktadır. PENCERE ‘Bizim Kadınlarımız’ Ve Yazgıları?.. Amerika adıyla sanıyla dünyanın en büyük emperyalist devleti, değil mi?.. Evet.. Ama, tüm kusurlarına karşın dünyanın en büyük demokratik devleti, değil mi?.. Evet.. Nasıl oluyor bu?.. Bir paranın iki yüzü gibi oluyor.. Yazı mı?.. Tura mı?.. Hangisini istersin?.. ? Amerika’da cumhurbaşkanı seçimi epey gıllıgışlı bir yapıya sahip olsa da, çok alengirli kurallara bağlansa da, demokratik bir süreç sonunda gerçekleşir... Şu sırada iki partili demokratik rejimde cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması olasılığı en güçlü iki aday var... Adları lazım değil... Biri kadın.. Biri zenci.. Yazı mı?.. Tura mı?.. Hangisini istersin?.. ? Masal gibi... New York’ta çok eski sayılmayacak bir zamanda, bir erkek, caddede yürürken sigara içen bir kadını dövmüş... Gazeteler olayı yazmışlar... Ertesi günü New York’un bütün kadınları caddelerde fosur fosur sigara içerek yürümeye çıkmışlar... Yine de Amerika’da kadın cumhurbaşkanı olasılığı 21’inci yüzyılda gündeme girebildi... ? Ya zenciler?.. Karaderililer?.. Filmi çevrildi, çok da tutuldu; insanlık tarihinde bilinen ilk köle başkaldırısı Spartaküs olayı milatla zamandaş... Amerika’da köleliğin kaldırılması ise 19’uncu yüzyılın yarısından sonra... Arada neredeyse iki bin yıl var... Olay nasıl patlak verdi?.. Afrika’dan gemilerle Amerika’ya kaçırılan zenciler güneydeki tarlalarda beyazların köleleri olarak çalıştırılıyorlardı... Kuzeyde hem sanayileşme gelişiyordu; hem işsizlik ve yoksulluk uç veriyordu... Çıkar çelişkileri derinleşince güneyle kuzey arasında iç savaş çıktı... İç savaş kölelerin başkaldırısından çıkmadı... Karaderili ile beyaz arasında çıkmadı... Beyaz ile beyaz arasında çıktı... Ve kölelik kaldırıldı... ? Bugün Türkiye’de türban sorunu mu var?.. Yok canım... Kadın sorunu var... Kadını erkekten aşağı görüp köleleştiren dinsel dünya görüşüyle, kadını erkekle eşit sayarak insanlaştırmak isteyen dünya görüşü arasında çatışma yaşanıyor... Ama çatışma kim ile kim arasında?.. Erkek ile erkek arasında... ? Kadınlarımız, genelde haklarını talep edemeyen edilgin, durgun, korkak, sessiz, ağzı var dili yok kitleler halinde... Tesettürü yeğlemiş ya da razı olmuş durumdalar... Ne garip tecelli?.. Amerika’da zenci köleliğini beyazlar kaldırdı... Türkiye’de kadın köleliğini kaldırmak erkeklere mi düşecek?.. Rejiden de Beter YENİ kuşaklar siyasal tartışmaların etkisiyle “rejim” sözcüğünü iyi bilir de “reji” sözünü pek bilmez. Oysa, o sözcük Osmanlı ekonomisinin ve Türk çalışma yaşamının vazgeçilmez bir parçasıydı. Örneğin, İstanbul’da geçim sıkıntısından çalışmak zorunda kalan kadınlar Beşiktaş’taki “reji”de tütün yaprağı balyalama işlerinde çalışmaya giderlerdi. Reji, hâlâ Hayrettin İskelesi’ne karşı köşede dimdik duran büyük yapının adıdır. Osmanlı dönemindeki “Tütün Rejisi” şirketinden ve onun tekel sisteminden kalma bir ad bu. Cumhuriyet Türkiye’sini yönetenlerin Tekel fabrikalarını satmak için ihale açıp teklif aldığını okuyunca o dönemi düşünmeden edebilir misiniz? imdiki gibi tam bir borca batıklık dönemiydi o dönem. Kırım Harbi ve sultanların saray merakı yüzünden alınmış borçların faizini bile ödeyemez duruma düşen Osmanlı Maliyesi Avrupalı sermaye sahipleriyle Galata bankerlerinin baskısı yüzünden Rüsumu Sitte İdaresi kurmaktan, yani devletin “altı resmi” dolayısıyla elde ettiği gelir kaynaklarını faiz ödemeye ayırmaktan başka çare bulamamıştı. 1884’te kurulan “Düyunu Umumiye” bunun devamıdır. Damga pulu, ipek, balıkçılık resmi, tuz, tütün ve “müskirat” denen alkollü içki üzerinden kolay tahsil edilebilen bu gelir kaynaklarının en önemlisiydi tütün. Tam bir tekele dönüşen ve türkülere girmiş “kolcu”larıyla neredeyse devlet içinde devlete dönüşen Tütün Rejisi de gelirlerin en büyük kaynağıydı. ekel, Türkiye Cumhuriyeti’nin de değerli gelir kaynaklarından biriydi ve pekâlâ öyle kalabilirdi. Tuz ve yaprak tütün işletmeleriyle, altı fabrikasıyla. Ama, geçen gün bu gazetede açıklandığı gibi, önce ihale yolsuzlukları ve vergi oyunlarıyla haksız rekabete, siyasal makamların ihmalleriyle de gelir kaybına sürüklendi. Birileri çıkıp “Durun bakalım, bu altın yumurtlayan tavuk belki de devletin ekonomik gücünü arttırıp başka hizmetlerin daha iyi görülmesini sağlayan verimli bir işletmeye dönüştürülebilir” demedi. Kazanç artık yabancılara ve yerli ortaklarına akacak ve devlet alabildiği vergilerle yetinecek. Rejide hiç değilse işletmelerin mülkiyeti Osmanlı’da kalıyordu; şimdi o da gidiyor. Ayrıca, satılan fabrika ürünlerinin kazancından devlete ödenecek payın Tütün Rejisi’nce Osmanlı Hazinesi’ne ödenen yüzde sekizlik orana varıp varmayacağı bile belli değildir. Yabancı sigaracıların ithal tütünlere bağımlılık arttırıcı madde katma alışkanlığının o şirketlerce işlenecek yerli tütüne de bulaşıp bulaşmayacağı da tam bilinmiyor. Kesin olarak bilinen tek şey, Tekel’in tütün ve tuz işletmelerinde çalışan 13 bin işçinin ciddi bir kıyıma ve tam bir sendikasızlaştırmaya kurban edileceğidir. Bu ulusal cinayete onlar karşı çıkmasın da kim çıksın? Hamdi Yaver AKTAN Yargıtay 8. Ceza Dairesi Üyesi A Ş T nayasanın 10 ve 42. maddelerinde değişiklik yapan 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un genel gerekçesinde “yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafetlerinden dolayı bazı öğrencilerin eğitim ve öğrenim hakkının engellenmesi kronik bir sorun haline gelmiştir” denildikten sonra madde gerekçelerinde de hizmet sunulurken giyim, kuşama göre ayrımcılık yapılamayacağı ve eğitim ve öğrenim hakkının kişilerin en temel ve vazgeçilmez haklarından biri olduğu ifade edilmektedir. Çağdaş ve evrensel hukuk tarafından temel insan haklarından kabul edilen eğitim ve öğrenim hakkı ve ayrımcılık yasağı gibi değerler, siyasal İslamın referansı olduğuna kuşku bulunmayan türbanın meşrulaştırılmasının ötesinde yasalaştırılmasının dayanağı yapılmak istenmektedir. Bu da yeterli görülmemiş olacak ki genel gerekçede Atatürk’ün sözlerine yollama yapılmaktadır. Değişikliğin arka planında, laiklik ilkesine aykırı olduğu yargı tarafından kararlaştırılmış bulunan türbanın serbest bırakılması düşüncesinin bulunması karşısında Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerine gönderme yapılması, inançların, emir olduğu, özgür düşünceyi dışladığı ve türban örtülerek de “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşakların yetiştirilemeyeceği gerçeğini değiştirmez. tim hakkı”yla ilgili 2. maddesiyle birlikte ele alındığında “düşünce, vicdan ve din” özgürlüğüne ilişkin 9. maddesine aykırı bir sorunun ortaya çıkmadığına karar vermiştir. Davaya ilişkin özel koşullar ile eğitim hakkının temel niteliğini göz önüne alarak “1 No’lu Ek Protokol”ün 2. maddesini, sözleşmenin 9. maddesinden bağımsız olarak ele alan büyük daire, demokratik bir toplumda, insan haklarının var olması için vazgeçilmez olan eğitim hakkının temel bir yer işgal ettiğine vurgulama yaparak maddenin “hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz” biçimindeki ilk cümlesinin kısıtlı bir şekilde yorumlanmasının anılan hükmün amaç ve hedefine uygun düşmeyeceğini açıklama gereğini duymuştur. Gerekçeler ve yorumlar Bu gerekçeden hareketle ek protokolün 2. maddesinde koruma altına alınan hakkın uygulama alanının anaokulundan yükseköğretime kadar bütün eğitimi kapsadığı sonucuna varan büyük daire, esasen anılan maddenin öteden beri bu şekilde uygulanmakta olduğunu da belirtmiştir. Bu denli önemli ve geniş yorumlanmasına karşın 2. maddeyle güvenceye alınan eğitim hakkının mutlak almadığı ve doğası gereği devlet tarafından düzenleme yapılmasını gerektirdiğinden, örtülü olarak bazı kısıtlamalara tabi olacağı da açıklanmıştır. Hatta, sözleşmenin 8, 9, 10 ve 11. maddelerinde aranan tutumdan farklı olarak “1 No’lu Ek Protokol”ün 2. maddesi kapsamındaki “meşru amaçlar”ın tamamının sıralanmasının zorunlu olmadığı, başvurulan yollarla güdülen amaç arasında makul bir orantısallık ilişkisi bulunduğu takdirde kısıtlamanın 2. maddeyle uyumlu olacağı büyük dairenin gerekçesinde yazılmıştır. Genel ilkeleri somut olaya uygulayan büyük daire türban yasağının sonuç olarak sözleşmeye “Ek 1 No’lu Protokol”ün eğitim hakkıyla ilgili 2. maddesi hükmünü ihlal etmediğine karar vermiştir. Anayasaya göre egemenlik yetkisini Türk milleti yetkili organları eliyle kullanır (m. 6/1). Yargı yetkisi ise yine millet adına bağımsız mahkemelerce kullanılır (m. 9). Yargı organının süreklilik arz eden kararlarını bertaraf etmek için yasa yapılmasında, hukuk devleti ilkesinin ihlal edileceğine kuş Yargı kararları Anayasa Mahkemesi’nin “türban kararı”yla, Yükseköğretim Kanunu’na eklenen 16. maddenin iptaline karar verilirken eğitim ve öğrenim hakkı anayasanın başlangıcındaki ilkelerle birlikte değerlendirilerek düzenlemenin anayasaya aykırılığı saptanmış ve ayrıca değiştirilemez 2. maddeyle 10 ve 24. maddeler ve devrim yasalarının korunmasına ilişkin 174. maddeye de aykırı düştüğü belirtilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de laiklik ilkesi gereği türbanın yükseköğretim kurumlarında yasaklanmasını demokratik toplumda güdülen amaçla meşru, orantılı ve haklı gördüğü gibi gerekli olduğunu da kararlaştırmıştır. Dördüncü Daire, Leyla Şahin kararında sözleşmeye “Ek 1 No’lu Protokol”ün “eği ku bulunmamalıdır. Türbanın yükseköğretimde yasaklanmasının eğitim hakkını ihlal etmediği açık olmasına karşın anayasaya aykırılık sorununu aşabilmek için anayasanın bu şekilde değiştirilmesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Bir hukuk devletinde yargı organının kararlarına uyulması zorunluluğunun yanı sıra anayasasının değiştirilemez hükmüne göre yorumlanarak iptal edilen bir düzenlemenin önünü açmak ve daha da öteye giderek bunu anayasal kural haline getirmenin hukuk devleti ilkesiyle bağdaşırlığı bulunmamaktadır. Yapılan değişikliğin ayrıca teknik olarak da savunulabilirliğinde güçlükler mevcuttur. Anayasaya göre temel hak ve özgürlükler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunlarla sınırlanabilir (m.13/1.). Oysa, 42. maddeye “Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir” şeklinde fıkra eklenmektedir. Sınırlama sebepleri belirtilmediği ve dolayısıyla yasa koyucuya geniş ve belirsiz bir alan bıraktığı için anayasanın 13. maddesinin 1. fıkrası hükmü bu düzenlemeyle göz ardı edilmiştir. Diğer taraftan 42. madde, anayasanın temel haklar ve ödevlerle ilgili ikinci kısmın, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler başlıklı üçüncü bölümünde yer almaktadır. Anayasanın 91. maddesinin 1. fıkrasına göre, 42. madde anayasanın ikinci kısmının üçüncü bölümünde yer aldığı için, eğitim hakkının kanun hükmünde kararnameyle (KHK) düzenlenebilmesi olanağı söz konusu olacaktır. Aykırılığı, anayasanın başlangıcına, değiştirilemez 2. maddesiyle 10, 24 ve 174. maddelerine olmak üzere beş ayrı noktadan saptanarak iptal edilen bir hükmün benzerinin KHK’yle düzenlenmesininse ayrıca açıklanmayı gerektirmeyecek ölçüde vahim olduğu açıktır. Sonuç Yasama organından çıkmış bulunan ve türbanın önünü açmayı hedefleyen anayasa değişikliği, yargı kararlarını bertaraf etmeyi amaçladığı için hukuk devleti ilkesine, geçmişte iptal edilen hükme, gerekçesiyle benzer bir düzenleme olduğu ve dinsel kaynaklı kuralı, hukuk kuralına dönüştürdüğü için laik Cumhuriyet ilkesine ve Atatürk ilke ve devrimlerine aykırı olmakla, görevine başlarken anayasaya, hukukun üstünlüğüne, Atatürk ilke ve devrimlerine ve laik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağına ant içen Cumhurbaşkanı (m.103) tarafından yasama organına geri gönderilmelidir! [email protected] Susmak Yok, Konuşmaya Devam... Ali BULUNMAZ M eşhur atasözümüzdür: “Söz gümüşse sükut altındır.” Bizim dinciler altını sevmez, en azından öyle görünür. Her tarafta onların sesi yankılanır haliyle. Özgürlükçüdürler, ama kendi cemaatleri için özgürlük ister ve “cemaatimizde kişi özgür bir bireydir” biçiminde kalem oynatırlar. Fakat iş karşılarında konumlananları dinlemeye gelince onlara “azınlık” derler; “Azınlığın çoğunluğa tahakkümüne nasıl izin verirsiniz?” diye serzenişte bulunurlar. Yıkıcı olarak, yapıcıları “azınlık” görmeyi, bunu böyle belletmeyi “demokratlık” sayar ve yandaş demokrasisinin kulpuna sıkı sıkı sarılırlar. Özgür değil, ama özgürlükçüdürler. Çünkü onlar da bilir ki, cemaat biat demektir ve biat edilen yerde özgürlük yoktur. Yalnızca özgürlükçülüğe açık kapı bırakılır. Özgürlükleri kullanarak, daha sonra onları kaldırmaya yönelmek burada esastır. “Hedefe ulaşmak” için, “hazmettirerek” ya da “adım adım” gelirken, özgürlükçü söylem beyinlere nakşedilir. Cemaat gazete ve dergilerinde bunlar neşredilir veya neşrettirilir. Bu kesim sebat içindedir. Önderleri bir kapı olmazsa diğerini zorlar, hatta gerekirse okyanus ötesine geçer ve orada yerli papa olmaya soyunur. Fetvalar verir, gönüllere mesajlar yollar, dinciliği kullanarak, siyasetticaret ilişkilerini güçlendirmede aracılık eder. Dün söyleneni bugün yalanlamak ve emperyalizmle kucaklaşmak, siyasetle harmanlanan dinciliğin kimlik kartıdır. Buna “mağduriyet” ve “mazlumluğu” eklediğinizde, “bedel ödemek” ya da oy avlamak için tüm koşullar hazır demek tir. Etraftaki kimi çatlak sesler “hedefi” açık ettiğinde, “erken konuştun” soruşturmasına uğrar, aynı şeyleri söyleyen torpilliler ise duymazdan gelinir. Dinciler uzlaşmaktan kaçınır, ümmet görülen ya da ümmete çevrilmek istenen ulus ile tüm kurumların kendilerine biat etmesini ister. Hukuk, “kendilerine uygun karar verdiğini düşündükleri sürece” hukuktur; hukuku uygulamak ve adaleti sağlamakla görevli kurumlar ise içi yandaşlarla doldurulduğu zaman saygı duyulacak kurumlardır. Dinciliğin ve yandaş demokrasisinin yılmaz savunucuları, sorulardan hoşlanmadığı gibi, sorgulayanlardan da hiç hazzetmez. Dünün tecahüli arifaneleri “Ne oluyoruz?” dediğinde, dinci ve yandaş demokratların “öfkeyi hitabet sanatına” dönüştürme yeteneği hatipliğinden ileri gelir. “Sessiz yığınlar, bizi kendilerine tercüman olmamız için Meclis’e gönderdi” demek, imamlık ile hatipliğin kesişme noktası ve gerçeğin ta kendisidir. Dincilik kayığında yola devam edenler özgür değil özgürlükçü, demokrat değil yandaş demokrasisinin tarafı ve uygulayıcısıdır. O kayığın yüzdürüldüğü sularda hoşgörüden eser yoktur. Hesaplaşma, yakın geçmişte yarım kalanları tamamlama isteği, tüm kurum ve kuruluşları kendine göre düzenleme, kendi sermaye ve medyasını yaratma çabası da yolculuğun ana duraklarıdır. O zaman sorulması gereken şudur: Sessiz kalıp, yandaş demokratları kızdırmayalım diyerek yolun sonu mu beklenecektir; yoksa susmak yok, konuşmaya devam mı denecektir? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle