24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B 2 EKİM 2008 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 BİTTİ W ashington yoluna düştük. Yolculuğu- muzun başõnda yol kenarõnda gördüğü- müz, üstüne çiçekler konulmuş mezarõn kime ait olduğunu anlayamamõştõk. Sõk sõk cey- lan ölüleriyle karşõlaşõnca, geride bõraktõğõmõz, çi- çekler içindeki mezarõn sõrrõnõ da çözdük. Teker- lekler altõnda can vermiş bir ceylandõ o, böyle bir mezarõ Washington’a yaklaşõrken de gördük... Fa- kir Baykurt’un Kaplumbağalar’õndaki Kõr Ab- bas geldi aklõma, çift sürerken bilmeden öldürdüğü kaplumbağaya mezar kazan bir köylüyü anlatõr Baykurt. Hemen her kültürdeki insanlarda var olan bu duyarlõlõğa karşõn çağõmõzõn hõzlõ araçlarõndan bu güzel canlõlarõ kurtaramõyoruz. Sarõ levhalar üs- tündeki geyik resimleri, uyarõ tabelalarõ da yete- rince işe yaramamõş. Yolumuzun üstünde en az beş altõ yerde ceylan ölüsüyle karşõlaştõk. Washington DC’de kaldõğõmõz Topaz Otel, N Sokağõ’nda Beyaz Saray’a yürüyerek gidilebile- cek bir uzaklõkta, kentin göbeğinde olmasõna rağmen, sessiz, sakin bir yerdeydi. Önüne taşlar konmuştu. Yanõnda başka bir otel, onun da yanõnda, kapõsõnda “Centilmenler Kulübü” yazõlõ bir striptiz kulübü vardõ. Otelimizin bize ev rahatlõ- ğõnõ hissettiren geniş odasõna yerleşirken, elimi- zi sürdüğümüz eşyanõn iki gruba ayrõldõğõnõ önce fark etmedik. Giysilerimizi astõğõmõz gardõropta gördüğümüz bazõ eşyalarõn bize satõlmak üzere konduğunu üstündeki etiketleri gördükten sonra, biraz geç anladõk. Şemsiyeler, gecelikler, pijama, terlik, çorap vs. Gece kalacağõmõz oda aynõ za- manda bize bir şeylerin pazarlandõğõ, ürünleri sõ- nõrlõ, küçük bir dükkân... Biz bu dükkânõn hem müşterisi, hem tezgâhtarõyõz. Durumu geç de ol- sa anladõk anlamasõna ya, banyoda kocaman hav- lular dururken, kullandõğõmõz bornozlar hangi grup- tandõ acaba? Bilmeden etiketlerini yõrtmõş olabi- lir miydik? Bunlarõ düşünürken odamõzõn ilk baştaki ev rahatlõğõ kalmadõ. Washington’da iki gün geçirdik. İlk gün Gor- getown taraflarõnõ gezdik, Lübnan lokantasõnda bi- ze Yunan tatlõsõ diye getirilen künefenin dilimiz döndüğünce Türk tatlõsõ olduğunu anlatmaya ça- lõştõk. El Salvadorlu garson kõz: “Buraya Yunanlılar geliyorlar, Yunan tatlı- sı olduğunu söylüyorlar, Türkler de kendi tat- lıları olduğunu söylüyorlar...” Uyanõk Yunanlõlar bütün Akdeniz kültürüne sa- hip çõkmõşlar. “Siz bize inanın” dedik kõza. Bilmiyorum El Savadorlu kõz bize inandõ mõ? Garson kõz bize şunu da sordu: “Buraya gelen Araplar kahve falına bakı- yorlar, gerçekten inanıyorlar mı, yoksa bir şa- ka mı?” “Bizler eğlenmek için bakarız, ama inanan- lar da var.” El Salvadorlu kõz kahve falõna inananlara çok şaşmõş… Bilse bizde insanlar daha nelere nelere inanõr- lar... İkinci gün Beyaz Saray’õ gördük, çevresini dolaştõk. Çevredeki mimari harikasõ büyük bina- lar içinde yalnõz Beyaz Saray’õn bahçesi demir par- maklõklarla çevrilmişti. Tepesinde keskin nişan- cõlar dolaşõyordu. Turistler arasõnda ellerinde pankartlarla Irak işgalini protesto eden iki üç gös- terici Amerikalõ da vardõ. Amerika’da bu güzel, gösterişli yapõlarõn ya- nõnda, çağdaş hayatõn zenginlikleri içinde, pana- yõr geleneği hâlâ sürüyor. Beyaz Saray’õn yüz met- re ötesindeki parka çadõrlar, tezgâhlar kurulmuş, panayõr hazõrlõğõ yapõlõyordu. Akşam ordu bandosu konser verecekmiş. Amerikanõn şehirleri ulusal he- yecanõ yansõtan heykeller, anõtlarla dolu. Was- hington bu konuda başõ çekiyor olmalõ. Kitabevleri Washington’da da ilk uğradõğõmõz yerlerden oldu. M Caddesi üzerinde üç katlõ bü- yük bir kitabevine girdik. Giriş katõndaki raflarõn genişçe bir bölümü dergilere ayrõlmõştõ. Büyük ki- tabevlerinde bile edebiyat dergilerinin çok fazla olduğu söylenemez. Çoğu üç ayda ya da altõ ay- da bir çõkan dergiler... Abonelik sistemi burada da- ha yaygõn olabilir. Amerika’da Türkiye’yle ilgi- li okuduğum ilk yazõda benzin fiyatlarõndan söz ediliyordu. Benzin fiyatlarõndan yakõnan Ameri- kalõlara; “Ne homurdanıyorsunuz? Türki- ye’deki benzin fiyatlarına bakın!” deniyordu. Ül- kemizle ilgili okuduğum ikinci yazõ M Caddesi üzerindeki bu kitabevinde karşõmõza çõktõ. Karõş- tõrdõğõm edebiyat dergilerinde Türk edebiyatõyla ilgili olarak yalnõzca Orhan Pamuk’tan söz eden bir yazõyla karşõlaştõm. N+1 adlõ dergide yer alan makalenin yazarõ Gloria Fisk, Türkiye’de iyi bir üniversitede öğretim görevlisi olarak çalõşõ- yormuş. Öğrencilerinin Orhan Pamuk’u okuma- malarõ Gloria Fisk’i çok şaşõrtmõş. “Ben buraya Orhan Pamuk’un ülkesi, diye geldim, ama siz onu okumuyorsunuz!” demiş. Nobel almõş bir ya- zarõ neden okumadõklarõnõ öğrenmeye çalõşmõş. Al- dõğõ yanõtlarõ bir bir sõralõyor Gloria Fisk. Maka- lede Hrant Dink’ten, 301’den, Trabzon’dan, O. Samast’tan da söz ediliyor. Bir ankete göre, Türklerin yüzde 86’sõ, “Hepimiz Ermeniyiz” sö- zünü doğru bulmamõşlar. Gloria Fisk’in yazdõk- larõnõn çoğunu biliyordum, ancak böyle bir anket olduğunu doğrusu bilmiyordum. İstediği zaman ül- kesine gelip giden, Colombia Üniversitesi’nde öğ- retim görevlisi olarak çalõşan Orhan Pamuk’tan “sürgün” olarak söz ediliyor yazõda. Washington’dan dönerken uğradõğõmõz Co- lumbus’u bize yeğenimiz Cenk gezdirdi. Cenk ODTÜ’de okudu, doktorasõnõ ODTÜ’de yaptõ, bir süre orada asistan olarak çalõştõ. Yakõşõklõ bir ço- cuk, onu Yıldırım Bekçi’ye benzetirdik. Columbus’ta bir Türk profesörün kurduğu BERTEC adlõ şirkette çalõşõyor. Akõllõ bir çocuk, buraya askerlikten kaytarmak için filan gelenler- den değil. Hocasõ Necip Bey’in ilkin Columbus’ta evinin bodrumunda kurduğu şirket, dünyada ay- nõ işi yapan üç şirketten biri... Necip Bey, Ame- rika’da biyomekanik konusunda çalõşan bir Türk, Cenk’in doktorasõ da aynõ dalda. Bilmeyenlere bi- yomekanik çok bilinen bir olayla kõsaca şöyle an- latõlabilir: Takma bacaklarõyla koşan atleti hatõr- layacaksõnõz, sağlam bacaklõ atletler onun takma bacaklarõna itiraz ederek aralarõna almak isteme- mişlerdi. İşte bu tür sorunlar biyomekaniğin ko- nusu. Biyomekanik, mühendislikle tõbbõ birleşti- ren bir dal. Felçli ya da sakat hastalar için aletler geliştiren, yaratõcõlõğa dayalõ işlerle uğraşan bir şir- ket Necip Bey’in şirketi de... Yeğenimiz Cenk’in hocasõyla birlikte patentini aldõklarõ bazõ buluşlarõ da var. Böyle akõllõ bir gencin ağzõndan, Ameri- ka’yõ, Amerikalõlarõ anlamaya çalõşõyorum. Ka- sõmdaki başkanlõk seçimiyle ilgili o da öteki Türklerin söylediklerini söylüyor: “Burada seçimleri kestirmek çok zor. Her an bir şeyler değişebilir. Obama’nın süksesi iyi ama, öteki de (McCain) eski kurt.” Urbana’da emlak işleri yapan İlyas Bey de aşa- ğõ yukarõ aynõ sözleri söylemişti bana, adõ bile fark- lõ bir başkan adayõna Amerikalõlarõn ne diyeceği hâlâ netleşmiş değildi. Cenk’in anlattõklarõna göre, burada insanlar hâ- lâ kime oy vereceklerini bilemez durumdalar. Bir yandan Demokrat adayõn fazla tanõnmamasõ, öte yandan Cumhuriyetçi adayõn eski düzenin deva- mõ olarak görülmesi, herkesi iki arada bir derede bõrakõyor. Televizyonlarda Türkiye’de olmayacak şeyler de görüyorsunuz. Örneğin, bir kanalda Ame- rika’daki en büyük Protestan kilisesinin başkanõ (papaz), sõrayla katõldõklarõ bir programda aday- lara dinsel görüşlerini, kürtaj, gay evliliği gibi ko- nularda düşüncelerini soruyor. Sinemalarõn önündeki gişelere yakõn yerlerde, biletinizi kredi kartõyla da alabileceğiniz bilet ma- kineleri var. Amerika’da en çok insan gücünden tasarruf ediliyor, mümkün olduğu kadar az insan çalõştõrõyorlar. Benzinliklerde “pompacı” diye bir meslek yok. Kendi işinizi kendiniz yapõyorsunuz. Kredi kartlarõ bu yolu daha da açmõş... Büyük mar- ketlerde kasiyer önlerindeki kuyruklara girmeden, aldõğõnõz ürünleri okuttuktan sonra, kredi kartõnõzla paranõzõ ödediğiniz kasalar da var. Cenk, bizim buradaki kitapçõlarõ da görmek is- teyeceğimizi daha söylemeden biliyor. Urba- na’da, Washington’da gördüğümüz kitabevinin bu- rada büyük bir şubesi var. Tek bir bina kitabevi- ne ait. Alnõnda büyük yazarlarõn adlarõ yazõlõ. Mü- zikle ilgili genişçe bir bölümünde bir duvara, al- dõğõnõz CD’leri dinleyebileceğiniz kulaklõklar konmuş, müziği dinleyerek emin olduktan sonra alõyorsunuz. Kitabevinin bir köşesindeki kafede çayõmõzõ, kahvemizi içerken, Cenk önümüzdeki bardaklara dikkatimizi çekiyor. Bardaklarõn dõşõ- na elimiz yanmasõn diye karton bir kuşak sarmõşlar, sõcaklõğõn geçmesini engelleyen, içinde küçük ha- va boşluklarõ, girintiler, çõkõntõlar olan ince bir kar- ton kuşak... Bunun gibi, Amerika’da elinizi sür- düğünüz her şeyin patentinin alõnmõş olduğunu anlatõyor Cenk. Uygarlõk yaşatõcõlõğa, akla, buluşlara saygõyla çok koşut gelişen bir şey. Bunla- rõn bizde çok önemli eksikler olduğunu düşünüyorum. Al- manya’da bir yazar arkada- şõm, kütüphanelerdeki kitap- larõ ne kadar okuyucu tara- fõndan okunmuşsa, ilgili ku- rumlarõn ona göre kendisine her yõl para ödediklerini söy- lemişti. Yazar, telif hakkõnõ yalnõz yayõnevinden değil, kütüphanelerden de alõyor. Amerika’da toplumu ge- ren şeyler olup olmadõğõnõ da soruyorum Cenk’e, örne- ğin bizdeki türban gibi... “Var, burada da kürtaj toplumu ikiye bölmüş du- rumda. Muhafazakârlar kürtaja karşı, yenilikçiler kürtajın yasaklanmasını is- temiyorlar...” Demek ki bizde bez parçasõ, Amerika’da can parçasõ... Burada bedava dindarlõk yok, isteyen istediği ki- liseye girip çõkmõyor. Gittiğiniz kiliseye üye olu- yorsunuz, ayda 10 dolara yakõn bir para aidat ödü- yorsunuz. Din işlerine devlet para ayõrmõyor, ki- liseleri vakõflar yönetiyor. Pazar günleri kiliseye herkesin aynõ saatte gitmesi şart değil, iki ayrõ sa- atte giden gruplardan birini tercih ediyorsunuz. Böylece bütün gün bomboş duran kiliseler, daha çok işe yarõyor. Bizim imam hatiplere benzeyen okullarõ da devlet açmõyor, devlet denetiminde, si- vil örgütler açõyorlar. Urbana’da böyle bir okulu da gezdim. “Radikal dinciler burada da var” di- yor Cenk. “Ama kimin çok dindar, kimin az din- dar olduğunu kolay anlayamazsınız, hiç belli etmezler.” “Kiliseden şimdi çıkıp gel- dim, ağzımın orucuyla... gi- bi laflar edilmez mi?” “Hayır, edilmez.” Aynõ konuda bir başka soru daha soruyorum: “Radikal dinciler devleti zorluyorlar mı? Devletten birtakım is- tekleri var mı?” “Elbette birtakım istekleri var. Örneğin, on emrin okul duvarlarına asılmasını ya da haç işaretinin bulunmasını isterler. Yaradılış teorisinin okutulması için de uğraşı- yorlar. Ama devlet bunlara karşı. Annesi babası misyoner olduğu için okula gönderil- meyen, diplomasını dışarı- dan sınavlara girerek alan bir genç tanıdım ben. Bir süre bi- zim şirkette çalıştı.” “Nasıl bir çocuktu” diye soruyorum. Gülüyor Cenk: “Saftirik bir şey...” Çaylarõ- mõz bitince kalkõyoruz. “Sizi asıl başka bir ki- tabevine götüreceğim” diyor Cenk. “İlginç bir kitabevi...” Dõşarõdan bakõnca gösterişsiz bir gi- rişi var kitabevinin. Öylesine bir işyeri gibi... İçe- ri girince de büyük bir dükkân olduğunu hemen an- layamõyorsunuz. Labirentlerden oluşan çok büyük bir dükkâna girdiğinizi dolaştõkça anlayabiliyor- sunuz. Labirentlerin biri bitiyor biri başlõyor... Ki- tabevinin tamamõnõ gördüğünüzden emin olmadan çõkõyorsunuz sonunda. Lübnan lokantasõnda künefeyi Yunan tatlõsõ diye getirdiler Dört beş günlük yolculuktan sonra gene sin- caplar şehri Urbana’dayõz. Bu uzun yolcu- luğun yorgunluğunu atmak için duş ve iki bar- dak çay yetti bize. Oksijen bol ne de olsa... Arabamõzda, bizi yoldan alõkoyacak kadar ol- masa bile, ufak tefek arõzõlar ortaya çõktõ. Sol kapõnõn, şoför kapõsõnõn camõ açõlõp kapan- mõyor, paralõ yollarda camõ açmak yerine, ka- põyõ açõp paramõzõ öderken, gişe görevlisi bi- raz şaşõrmõş gibi bakõyordu. Her seferinde oğ- lum parasõnõ uzatõrken kendisine şaşkõn ba- kan görevliden özür diliyor, arõzayõ anlatõyor onlara. Urbana’ya 50 dakika uzaklõkta Bloo- mington’da bir Türk tamirci var, oraya git- tik. Arabanõn karõşõk aksamõnõ, ince işlerini Türk tamirciye anlatmak daha kolay olduğu için, yakõn kentlerdeki Türklerin çoğu bura- ya geliyorlarmõş. Dõşarõda güneşlenir gibi bekleyen patronu görür görmez, Re- şat Nuri’nin “Anadolu Notları”nda anlattõğõ Pat- ron Hoca geldi aklõma. Başõ takkeli, çember sa- kallõ, yuvarlak, değirmi yüzlü, geniş pantolonu şal- var gibi sarkmõş, eli tes- pihli, daha çok bizim Ha- cõ Bayram çevresindeki dükkânlarda karşõlaşabi- leceğim bir esnaf tipi, Amerika’da Blooming- ton’da karşõma çõktõ. Güler yüzlü, içten, ko- nuşkan bir adam... Konuştukça da anlõyorum ki, sözünü esirgemeyen biri. Benden sordu- ğu memleketimizi kendisi anlatmaya başla- dõ. AKP’ye atõp tutunca beni iyice şaşõrttõ. Bu kesimin işleri belli mi olur, kim bilir hangi tarikattan, diye düşündüm. Bloomington’daki Patron Hoca aslen Kas- tomonulu, yõllar önce İstanbul’da bir pasta- nede çalõşõrken, İsrailli bir Yahudi, 17 Türk işçiyle birlikte onu pastane açmak üzere New York’a getirmiş. İsraillinin amacõ Tür- kiye’deki börekleri, pastalarõ Amerikalõlara da sevdirmekmiş, ancak işler umduklarõ gi- bi olmamõş, Bunun üzerine Yahudi patron Türkiye’den getirdiği işçilerinin çoğunu yanõna alõp İsrail’e gitmiş. İshak Bey, yani bizim Patron Hoca, New York’ta kalmõş, uzun süre taksicilikle geçimini sağlamõş. Sonra da Bloomington’a gelerek bu tamirhaneyi açmõş. Yalova’dan getirdiği usta ile iki oğlu yürü- tüyor işlerini. Bir de kasada bekleyen Ame- rikalõ yaşlõ bir kadõn var. Tamir işlerinin ya- nõ sõra ikinci el araba da alõp satõyorlar. Otuz- lu yaşlardaki oğullarõndan birinin adõ Cihat... Ötekinin de buna yakõn bir adõ var. Patron Ho- ca’yla Türkiye’deki siyasetten çok Ameri- ka’daki siyaseti konuşmak istiyorum. Baş- kanlõğõ hangi adayõn kazanacağõnõ soruyorum. Ağõz birliği etmişler sanki, o da öteki Türk- ler gibi konuşuyor: “Amerika’da bu işler hiç belli olmaz. Her an işler değişebilir.” Bu Amerika’nõn anketler düzenleyen SO- NAR, ANAR, KONDA gibi şirketleri yok mu? Neden seçimlerini kestirmek zor? As- lõnda sonucu belli olmayan bir seçimde san- dõğa gitmek daha güzel olmalõ. İlk kez Ame- rikalõlara imreniyorum. Biz bir süredir hep so- nucu belli seçimler için san- dõğa gittik. Arabamõzõn onarõlmasõnõ beklerken, Amerikalõ bir kõz giriyor içeri, mavi gözlü, uzun boylu, Zeyna gibi eni- ne boyuna bir kõz. Kollarõn- da, omuzlarõnda, paçalarõnõ kõvõrarak giydiği kot panto- lonunun açõk bõraktõğõ yer- lerinde dövmeleri var. Cana yakõn, gülsen gülecek, ko- nuşsan konuşacak bir kõz. Önce müşteri olabileceğini düşünüyorum kõzõn, sonra müşteriden öte bir rahatlõğõ olduğunu görü- yorum dükkânda. Kahvesini kendi elleriyle dolduruyor, her zaman Neşet Ertaş, İbrahim Tatlıses dinleyen Yalovalõ ustanõn, disko mü- ziği dinlediğini görünce, gülmesini tutamõyor: “Ustanın disko müziği dinlediğine ina- namıyorum!” diye İngilizce laf atõyor içe- ri. Bu uzun boylu Zeyna gibi kõzõn kasada- ki kadõnõn kõzõ olabileceği ihtimalini de ka- famdan siliyorum, ana-kõz gibi konuşmu- yorlar çünkü. Tamirhanede çalõşan erkekle- rin en uzun boylusu 1.66’dan fazla olmadõ- ğõ için, 1.80’lik Amerikalõ kõzõn burada bir sevgilisi olabileceği aklõmõn ucundan bile geç- memişti. Türkçe konuşunca Amerikalõya, İn- gilizce konuşunca Türk’e benzeyen, 1.66’lõk boyuyla da gerçek bir Türk’e benzeyen Pat- ron Hoca’nõn oğlu Cihat’la el ele çõktõklarõ- nõ görünce, benim kadõn-erkek ilişkileri ko- nusunda daha öğreneceğim pek çok şey ol- duğunu anlõyorum. Arabamõzõn işi bitince Bloomington’daki tamirciden ayrõlõyoruz. Bizde bez parçası onlarda can parçası T O P L U M U G E R E N K O N U L A R O N L A R D A Ç O K F A R K L I Indianapolis’e geçtik Columbus’ta yeğenimizin evinde bir gece kaldõktan sonra, araba ya- rõşlarõyla ünlü Indianapolis’e geç- tik. Büyük araba yarõşlarõnõn ya- põldõğõ bir kent burasõ. Ünlü Me- ridyen Caddesi’nde yürüdük. Şeh- rin ortasõndaki büyük anõt, ba- ğõmsõzlõk savaşõna ve Meksikalõlarla yapõlan savaşlara katõlan kahra- manlarõn anõsõna dikilmiş. Anõtõn bi- raz ilerisinde atlarõnõn ayağõ maviye boyanmõş bir fayton müşteri bekli- yordu. Bütün büyük şehirlerdeki anõtlar, yükseklikte binalarla yarõ- şõyorlar. Amerikalõlar gösterişli dev anõtlara, heykellere önem ve- riyorlar. Kendinizi bu yüksek hey- kellerin bütünüyle fotoğrafa alma- nõz çok zor. Bazen binalarõn tepe- sinde bile heykel görebiliyorsunuz. Yõllar önce üniversitemizin açõlõş törenle- rinden birinde, Özal’õn bir bakanõ, gezip gör- düğü Yeni ZelIanda, Avustralya gibi ülkelerden söz ederken, çok coşkulu, abartõlõ bir tavõrla: “Her şeyleri var ama, tarihleri yok!” demişti. O gün sayõn bakanõ dinlerken, benim gibi öte- ki dinleyicilerin yüzünden de yarõm ağõz bir gü- lümseme geçmişti. Bakan sanki hâlâ tarih ol- madan devlet olamayacağõna inandõrmak isti- yordu bizi... Evet, Amerika için de aynõ sözler söylenebilir: “Her şeyleri var, ama tarihleri yok!” Müzelerinde sergiledikleri en eski araç ge- reç 200 yõl öncesine ait Kõzõlderili oklarõ... Ta- rihleri yok ama, büyük devlet... Nurullah Ataç bir yazõsõnda; “Tarihi bilin ama tarihe takõlõp kalmayõn!” der. Tarihi olmamak elbette bir ek- siklik, ama tarihe takõlõp kalmak, tarihi olma- maktan daha kötü... Tarihi olmayanlar, yazõk ki tarihe takõlõp kalanlardan çok ileride bugün. Bu- nun nedenlerini iyi anlamalõyõz. Amerika gezi- si, kõsaca söylemek gerekirse bunu öğretti ba- na, bir de ülkemde yõllardõr heveslendiğim halde, fõrsat bulamadõğõm tenisi öğrendim, 60. yaşõmda tenis sayesinde futbolu bõrakabilece- ğim. Amerika’da seçim işleri hiç belli olmaz İ L K K E Z O N L A R A İ M R E N D İ M ‘Her şeyleri var ama, tarihleri yok’ Colombus’ta bir kütüphane
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle