16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 EYLÜL 2007 ÇARŞAMBA 4 HABERLER Eski Bakan Tayan, yasağı kaldırmanın AKP’nin sabırla yürüttüğü bir proje olduğunu söyledi GLOBALPOLİTİKÜLTÜR ERGİN YILDIZOĞLU ‘Türban ortaöğretime de sıçrar’ EMİNE KAPLAN Daha Çok Geç Olmadan… İmparatorluğun enkazı üzerinde, sömürgeleşmenin sınırından dönülerek kurulan modern cumhuriyetin, bağımsızlık, laiklik, medeni hukuk, kadın hakları gibi kazanımları, akılcılığa, (Aydınlanma’nın ‘hakikat rejimine’) dayalı kültürel geleneği, bu zeminde doğan ve gelişen eşitlikçi, demokratik, hatta sosyalist hareketlerin geleceği tehdit altında. “Mahalle siyaseti” etrafında yükselen kaygılar, tehlikenin, geç de olsa bilinçlere çıkmaya başladığını gösteriyor. AKP hükümetinin siyasal İslama kazandırdığı momentumun daha çok geç olmadan mutlaka kırılması gerekir. nik kökenleri ne olursa olsun, gittikçe artan büyük maddi ve manevi acılara mahkum edileceklerdir. ANKARA DSPMHPANAP hükümeti döneminde 37 maddelik anayasa değişikliğinin yapıldığı süreçte anayasa komisyonu başkanlığı yapan, eski Milli Eğitim ve Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, AKP’nin anayasa değişikliğiyle ilgili çalışmalarını değerlendirdi. AKP’nin kriz ve bunalım politikası izlediğine dikkat çeken Tayan, böyle bir anayasa yapma yönteminin olmadığını söyledi. Tayan, “Yeni anayasa böyle yapılmaz. Kaldı ki, Cumhuriyetin temel nitelikleri konusunda, laiklik, laik eğitim ve dil birliği konusunda rejimi sıkıntıya sokacak, türban ve YÖK konusunda çok yanlış bir hedef peşindeler” dedi. 1982 Anayasası’nda 2001 yılında önemli değişiklikler yapıldığını, anayasanın daha özgürlükçü bir hale getirildiğini anlatan Tayan, o dönem Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getiren bir ülke statüsüne kavuştuğunun altını çizdi. Şu anda anayasada yapılması gerekli acil, demokratik hak ve özgürlükler açısından hayati önem taşıyan bir konu görmediğini vurgulayan Tayan şu görüşleri dile getirdi: “Aciliyeti olan Türk Ceza Yasa sı’nın 301. maddesidir. AB’nin bizden beklediği budur. Ama bugünkü AKP yönetiminin hedeflediği noktalar, türbanla üniversiteye girebilmek, imamhatip liselerinin statüsünü değiştirmek, eğitim diliyle oynamak, laikliği yeniden tarif etmek, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere Danıştay üyelerinin atanmasında etkin konuma gelmek, yani yargı engelini aşmak. Bu tartışılmaması gereken Cumhuriyetin niteliklerini değiştirmeye yönelik gayretlerdir.” Tayan, üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasının tehlikelerine dikkat çekerek “Eğer böyle bir serbestlik getirilirse, bunun nerede duracağı belli olmaz, tutamazsınız. Bu AKP’nin uzun vadeli, sabırla yürüttüğü bir projedir. Din esaslı devlet ve toplum hayatını düzenlemeye yönelik çabalardır” dedi. Türban yasağının kaldırılması durumunda üniversitelerin ardından ortaöğretim kurumları ve kamu kurumlarında da bunun gündeme geleceğini vurgulayan Tayan, “Nerede başladığı önemli değil, nerede duracağı ve biteceği önemli. Bana göre başladı mı durmaz ve bitmez. Malezya ve İran’da böyle oldu” diye konuştu. Çankaya’da GülTeziç buluşması ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dün Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’i Çankaya Köşkü’nde kabul etti. Yaklaşık 1 saat 15 dakika süren görüşmenin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Teziç, Cumhurbaşkanı’na yükseköğretimin sorunlarını anlattığını belirtti. Teziç, şunları söyledi: “Özellikle kadro ve özlük haklarımızla ilgili sıkıntıları anlattım. Dikkatle dinledi. Çözüm yollarını söyledim. 22 üniversitelik kadroların 115 üniversiteye dönüşmesinin ortaya çıkardığı sorunları aktardım. Kendisi de üniversiteye yabancı değil. Gençlik yıllarından, eski bir akademisyen. Dikkatle dinlediler. Konu bundan ibaret...” Yeni anayasa çalışmaları ve YÖK’ü ilgilendiren bölümleri konusunda da görüşlerini açıkladığını, ancak henüz taslak netleşmediği için içerik konusunda konuşmadıklarını belirten Teziç, Başbakan’ın “Rektörler kendi işine baksın” çıkışına neden olan yeni anayasa taslağına ilişkin görüşlerinin de yanlış anlaşıldığını söyledi. Teziç, “Yanlış bir kanı var. Ben anayasa taslağının içeriğiyle ilgili değerlendirme yapmadım. Sadece izlenmesi gereken yolu söyledim” dedi. Truva atlarına dikkat Siyasal İslama karşı direniş, hem siyasihukuki hem de kültürelekonomik olmak zorunda. Bu nedenle şu sıralarda olduğu gibi, genelde halkın sorunlarına duyarsız bir çevrenin, “yaşam tarzını koruma” kaygısıyla sesini yükseltmesi, çok olumlu bir gelişmedir. Ancak bugün, salt TÜSİAD’dan, büyük medyadan gelen eleştirilerin etrafında kurulacak bir muhalefetin, gerek momentumun kırılması gerekse de uzun dönemli süreçte, etkisinin çok sınırlı, refleksinin istikrarsız olacağını da baştan görmek gerekir. Bu bağlamda, seçimlerden önceki konjonktürde yükselen ulusalcı dalgaya ilişkin yaptığımız uyarının seçimlerden sonra Meclis’te doğrulandığını söyleyebiliriz. O zaman demokratik, halkçı (halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan) bir siyasi programı içermeyen ulusalcılık iddialarının, tüm “şiddetine” karşın, hatta bu nedenle, emperyalizmin “Truva atı” olmaya mahkum olduğunu ileri sürmüştük. Seçimlerden sonra şekillenen Meclis’te yaşanan AKPMHP işbirliği, bu savımızı doğruladı. Dün olduğu gibi bugün de MHP liderliği, tüm ulusalcılık iddialarına karşın taraftarlarını “suya götürüp susuz getirmeye” devam edecek, tabanda siyasal İslamla yaşanan rekabet (mücadele değil), siyasal İslamın (emperyalizmin) değirmenine su taşıyacak, hatta ucu Hrant Dink cinayetine açılan süreci besleyecektir. Büyük sermayenin ve büyük medyanın siyasal İslam kaygılarını değerlendirirken bunların sınırını, çizen ekonomik çıkarları da görmek gerekir. 1980 sonrası siyasal rejimin aydınlanma geleneğinden kaynaklanan sol/sosyalist muhalefet üzerinde, “serbest piyasa” rejiminin de yerleşik bölüşüm ilişkileri üzerinde yarattığı yıkımın dinamikleri bizi bugünkü siyasal İslam dalgasına getirdiğini unutmamak gerekir. Bu dönem boyunca her türlü halkçı politikaya, “özelleştirme, serbestleşme gerekir”, “köylüyü tasfiye ediyoruz”, aymazlığa ve şiddetle direnen, postmodernizmin rölativizminden kalkarak siyasal İslama meşruiyet kazandıran kesimin, bugün laiklik ve demokrasi, hatta ne yazık ki hâlâ “modernite” mücadelesine yapacağı katkıların zaaflarını da baştan görmek gerekir. Bu mücadeleyi bu güçleri yadsımadan, ama esas olarak 14 Nisan “olayına”, diğer bir deyişle çalışanların en modern, örgütlenme kapasitesi en yüksek kesimine (geleneksel işçi sınıfını da ihmal etmeden) dayanarak ve “yaşam alanlarında” inşa etmek gerekiyor. Daha çok geç olmadan… Uluslararası sermayenin ve emperyalizmin en gerici… Bugün Türkiye’de siyasal İslam, “şeytanla” aynı yatağa bilerek girmeyi kabul etmiş olduğunu düşünerek avunsa bile, ABD’nin/AB’nin, uluslararası mali/tekelci sermayenin bölgemizdeki ve ülkedeki siyasi projelerinin taşeronu olmuştur. Siyasal İslam, tekelci sermayenin bölgedeki militarist ve gerici (aydınlanma ve sosyal ilerleme düşmanı) politikalarının destekçisi olmanın yanı sıra mahalle düzeyine kadar inen ve “yaşam alanlarını” yakından denetlemeyi amaçlayan bir siyasi kültürel örgütlenmeye ve kitle hareketine sahiptir. Projesi ilerledikçe “devletin baskıcı aygıtlarıyla”, “devletin ideolojik aygıtları” (Althusser) (din, hukuk, siyaset, eğitim kurumları, medya, sendikalar, aile) arasındaki göreli bağımsızlık kalkacak, devletle aile arasındaki (sivil toplum) alanı Almanya’da nazizm, İtalya’da faşizm, Rusya’da Stalinizm, İran’da da Şii teokrasisinde olduğu gibi baskıcı bir devletin denetimine geçecektir. Bu noktaya gelmeden, sürecin kesilmesi ve tersine çevrilmesi gerekir. Bu bağlamda, Antonio Gramsci’nin İtalyan burjuva devrimi tarihi ve faşizmin yükselişiyle ilgili, “cephe savaşı” ve “mevzi savaşı” kavramları bize yardımcı olabilir. Siyasal İslamın momentumu, demokratik ve barışçı (şiddet içermeden, verili yasaların içinde kalarak) kitle gösterileri, siyasi, özellikle ekonomik boykotlar, çeşitli protesto yöntemleriyle kırılabilir. Sonra, siyasal İslamın “yaşam alanlarındaki” etkisinin geriletilebilmesi için, halkçı, (halkın yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan) ve demokratik reformlarla, yerel örgütlenmelerle ve vatandaşlık inisiyatifleriyle sürdürülecek, uzun süreli kültürel, ekonomik, sosyal hakları da içeren bir “mevzi savaşı” süreci başlayacaktır. Bu iki direniş ve mücadele yöntemi birleştirilmediği takdirde ülke, emperyalizmin bölgedeki projelerinin aracı olarak işlemeye devam edecek, bu topraklarda yaşayanlar et YÖK Başkanı Teziç, Gül ile görüşmesinin ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı. (Fotoğraf:AA) “Ben Türkiye’de yaşayan bir mülteciyim. Mültecilik nedir? Ve neden Türkiye’ye geliyoruz? Bu sorulara cevap vermeden önce ‘mülteci’ kelimesinin tanımını yapmalıyız. Mülteci, vatandaşı olduğu ülkenin dışında yaşayan ve ülkesini geçerli nedenlerle terk etmek zorunda kalmış bir kişidir. Mensubu olduğu ırk, tabiyet, din, mezhep, politik görüş veya belirli bir toplumsal gruba aidiyeti nedeniyle kişi zulme uğradığından veya uğramaya korktuğundan ülkesini terk edebilir. Bu kriterler 1951 Cenevre Sözleşmesi’nce belirlenmiştir. Kişilerin ülkelerini terk etme nedenleri genellikle aynıdır; savaşlar, tutuklanma, gözaltı vb.” Bu satırların yazarı Albert BanzaBodika, Konya’da mülteci olarak yaşayan bir Demokratik Kongo Cumhuriyeti yurttaşı. Kongo’dan insanlar Türkiye’ye neden mülteci olarak gelirler? Geldikleri zaman hangi sorunlarla karşılaşırlar? İşte bunları anlatıyor Bodika: “Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni bir coğrafi kısıtlama ile imzalamış Konya’da Mülteci Olmak… tır. Sadece Avrupa ülkelerinden gelen mülteciler Türkiye’de iltica başvurusunda bulunabilirler. Diğer ülkelerden gelen kişiler ise sadece Birleşmiş Milletler’e yaptıkları iltica başvuruları süresince ve üçüncü ülkeye yerleştirilmeyi beklerken Türkiye’de sığınmacı olarak kalabilirler. Bu süre boyunca, mülteciler uydu kentlerde yaşamak zorundadır. Bu da, Türkiye’de sadece geçici olarak bulunuyoruz anlamına gelir.” ??? Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin “Mültecilerin Sesi” dergisindeki mektubunda Albert Banza Bodika yaşadıkları sorunları şöyle dile getiriyor: “Türkiye’ye geldiğimden beri Konya şehrinde yaşayan mültecilerle tanıştım. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Kurulu’nun (BMMYK) beni gönderdiği uydu kent de Konya’daydı. Peki Türkiye’de mülteciler nasıl yaşıyorlar, ihtiyaçlarını nasıl karşılaşıyorlar? Hayatları hiç de kolay değil. Çok ciddi sorunlarla karşı karşıyalar. Yiyecek, kıyafet, sağlık ve iş imkânları yok denecek kadar az. Her insan gibi mülteciler de şu ya bu şekilde içinde yaşadıkları topluma katılmaya çalışırlar. Konya’ya gelen ilk yedi Afrikalı’dan biriyim. Bu şehrin yerlileri bana birçok soru sordu. Mesela hangi ülkeden geldiğimi, Kongo’nun nerede olduğunu, neden ve nasıl Türkiye’ye geldiğimi, ne kadar burada kalacağımı öğrenmek istediler. Aynı dili konuşamadığımızdan sohbetlerimiz kısa sürüyordu. Burada herkesi Somalili sanıyorlardı. Ama Konyalılar yavaş yavaş Afrika’nın farklı ülkelerinden geldiğimizi anladılar. Ben Kongo’yu, Trabzonspor’dan Kiki Munsopa ve Sakaryaspor’dan Embayo gibi futbolculardan bahsederek anlattım. 1 Eylül 2006’dan beri bu şehirde yaşıyorum. Buraya alışmam için sabırlı ve güçlü olmam gerekti. Şu anda Konya’da yaklaşık 100 mülteci yaşıyor ve bu sayı gitgide artacak. Ribat Vakfı mültecilerin sorunlarını ciddiye alan kurumlardan biri. Bize yiyecek sağlayarak yardımcı oluyorlar. Yiyecek miktarı yetersiz olsa da kendilerine teşekkür etmek isterim. Bize barınma imkânı sağladığı için ŞefkatDer’e teşekkür ederim. Umarım sığınma evindeki yatak sayısını çoğaltır ve böylece daha fazla mülteciye barınma imkânı sağlarlar. Ayrıca mültecilere giyecek yardımı yapan Cansu Derneği’ne de (Konya) yardımlarından dolayı teşekkür etmek isterim. Türkiye’de yaşayan mültecilere geri dönersek, BMMYK sorumlularından iltica başvurularının değerlendirme sürelerini mümkün olduğunca kısaltmalarını rica ederim. Bazı mülteciler başvurularının cevabını bir yıl, hatta daha uzun süre beklemektedir. Mülteci Destek Bürosu’nun tüm çalışanlarını, eşim Astirde ve çocuklarım, Evodie, Eliane ve Peter ile birlikte selamlarım. Yaşasın Türkiye konukseverliği…” Albert BanzaBodika’nın mektubu böyle. Türkiye’de askeri darbe dönemlerinde binlerce muhalif insan Avrupa ülkelerinin kapılarını çalmıştı. Bir kısmı yıllarca o ülkelerin mültecilere açık yasaları sayesinde yaşamlarını sürdürme olanağını buldular. Bir kısmı döndü, bir kısmı oralara temelli yerleşti. Mültecilik zor iştir. Çok yakınlarımın, arkadaşlarımın neler çektiğini bilirim. Bunalımlar, çaresizlikler, doğduğun, büyüdüğün toprağa olan özlem bazen dayanılmaz hale gelir. Bodika’nın mektubunu okurken, kendi mültecilik serüvenlerimize dalıp gittim. Mülteciler, insanlığın yaşadığı dramların önemli simgelerinden birisidir. Onları anlamak gerek. Onlara destek olmak gerek… Basın Hizmet Ödülleri sahiplerini buldu İstanbul Haber Servisi Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) eski başkanlarından gazeteci, yazar Burhan Felek adına konulan Basın Hizmet Ödülleri’ne değer görülen gazeteciler belirlendi. TGC’den yapılan yazılı açıklamada, ilki 1983 yılında verilen ödül için adayların 50 yılı aşkın süreyle basına hizmet vermeleri, bu hizmetlerini halen sürdürüyor olmaları gerektiği bildirildi. Orhan Erinç başkanlığında Ara Güler, Erol Türegün, Nurhan Aydın, Turgay Olcayto, Zafer Atay, Ümit Kanoğlu, Hıfzı Topuz ve Abdülkadir Yücelman’dan oluşan seçici kurul, bu yıl 10 gazeteciyi ödüle değer buldu. Ödül alan gazetecilerin isimleri şöyle: “Kahraman Bapçum, Cafer Zorlu, Hakkı Devrim, Ali Abalı, Tarık Dursun K, Hayati Asılyazıcı, Yılmaz Şipal, Tanju Cılızoğlu, Erol Kaner, Doğan Katırcıoğlu.” Burhan Felek Basın Hizmet Ödülleri, 5 Kasım Pazartesi günü saat 18.00’de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Konferans Salonu’nda düzenlenecek törenle sahiplerini bulacak. [email protected]://erginyildizoglu.blogspot.com CUMHURİYET 04 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle