14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 EYLÜL 2007 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Seçim Sonuçları Neden Böyle Oldu? Atatürkçü, devrimci kesimin bir kısmı, Meclis’te muhalefeti oluşturacak sözde sol partilere istemeyerek oy verdi, bir kısmı da vermedi. Eğitimsiz vatandaş yalan propagandalara, dini telkinlere kapıldı. Bilinçli Atatürkçü yurttaş ise Meclis’e girebilecek, gerçek anlamda sol, antiemperyalist bir parti aradı. Onu bulamadı. Meydanlara dökülen milyonlar hayal kırıklığına uğradı. Sol oylar bölündü. Bir kısmı barajı aşamayacak partilere gitti. ğız, onlara hatalarını anlatacağız” dediler. ABD’nin ülkemizi bölen haritalar çizdiğini, teröristleri silahlandırdığını görmezlikten geldiler. Genelkurmay Başkanı’nın bu yöndeki çok ciddi uyarılarını da hiçe saydılar. Bu, “Tam bağımsız Türkiye” diyerek mitinglere katılan, bir Kemalist direniş bekleyen kitleleri hayal kırıklığına uğrattı. Aslında, bir alternatif yol göstermek gerekiyordu. Güya sosyalist olan partiler ne liberalizmden ayrılabildiler ne de AB’den. Ama sosyalizmden ayrıldılar. Oysa, sömürgeleşmekte olan ülkemiz ancak bir “alternatif” programla bağımsızlığına kavuşabilir. Beklenti, Atatürkçü, devrimci bir politikadır: Planlı, üreticiyi koruyan, iş alanları vb. açan bir ekonomi politikası. Bugün, başta Latin Amerika, pek çok üçüncü dünya ülkesinin uyguladığı ulusal varlıkları kamulaştırma, IMF baskılarından kurtulma politikası. Bu, iç ve dış politikada tam bağımsızlığı içeren bütün bir devrimdir. Seçim kampanyalarında bol vaatler duyduk. Ancak bir “alternatif devrimci program görmedik.” 3 Merkez sağdaki bölünme, Güneydoğu’dan, ABD ve AB’den aldığı destek de AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. PENCERE 40 Yıl Önceki Yazı... Aşağıda okuyacağınız yazı 10 Nisan 1968 günü bu köşede yayımlanmıştı... Demek ki aradan yaklaşık 40 yıl geçmiş... ? “Bundan dört yıl kadar önce (1964) New York’ta bir petrol kumpanyasına davet edilmiştim. Gökleri tırmalayan bir yapının çeşitli bölümlerini gezerken, bilmem kaçıncı katta bir daireye girdik. Aklımın ermediği çeşitten bir sürü aygıt dizilmişti salona... Dediler ki: Dünyanın her yanındaki kollarımızdan, şubelerimizden gelen bilgiler işte burada değerlendirilir... Kim çalışır burada?.. Memurlarımız... Bu makineleri kullanmak için mühendis olmak gerekmez mi? Evet, diye cevap verdiler, şimdi hem memur hem mühendis sayılacak, özel eğitim görmüş genç kuşaklar bu işleri kıvırıyorlar... Peki, yeniliğe ayak uyduramayan kıdemli memurları ne yapıyorsunuz?.. Müdür veya genel müdür yapıyoruz onları... Her şaka bir gerçeği belirtir. Çağımızda buluşlar öylesine bir hızla gelişmektedir ki izlemek kolay olmuyor. Yabancı basın, yeryüzünde bilgisayar devrinin açıldığını birkaç yıldan beri durmadan yazmaktadır. ........... Bugün Amerika’da 40 bin, Batı Avrupa’da 6 bin bilgisayar vardır; bu olağanüstü farkı gözler önüne seren Batılı yazarlar diyorlar ki: Matematikçilerin yüz yılda yapabilecekleri hesapları yarım saatte yapabilen bu aygıtların iki kıta arasında dağılımı Amerikan kudretini ortaya koymak için yeterlidir. Bilgisayar giderek çoğalacak ve iş hayatının her kesimine girecektir. Amerika, elektronik çağında dünyanın birinci devleti olarak dünyayı etkilemek bakımından bütün üstünlükleri elinde tutmaktadır; Avrupa’yı teknolojik egemenliği altına almıştır; uzaya tırmanacak, akla sığmaz silahlar yapacak, üretimini hesap edemeyeceğimiz noktalara ulaştıracak ve sanayi ötesi çağın öncüsü olacaktır. Bu karşı koyulmaz güç, Washington’dan dünyayı elektronikle yönetecektir. 19’uncu yüzyılın modası geçmiş fikir akımları, sosyalizm yasaları iflas etmiştir. Küçük ve dar görüşleri bırakmalı, gelecek dünyayı anlamaya çalışmalıyız.” ? “Küreselleşme”yi kırk yıl önce dile getiren bu satırların ardından yazıda şu soruyu gündeme getirmişim: “ Acaba teknolojik gelişme sosyal kanunları ve tarihin determinizmini yok edecek bir aşamaya mı varmıştır?..” Ve Vietnam Savaşı’ndan söz açmışım... Artılarıyla eksileriyle 1960’lı yıllarda gündeme getirilen sorun bugün bir başka biçimde sürüyor; İran nükleer silahlar peşinde, Amerikan küreselliği ya da emperyalizmi dünyayı kana buluyor, Irak felaket zincirinde en çarpıcı halkayı oluşturuyor... ? İnsana karşı, insana zıt, insana ters gelen Amerikan emperyalizmi, Türkiye’de de günümüzün birincil sorunudur... Bilgisayar, en gelişmişinden en gelişmemişine dek bütün toplumların ve kişilerin hayatına, özel yaşamına dek girdi; ama, insanlığın sorunlarını çözemedi... Çünkü insanlık 21’inci yüzyılda bile emperyalizmin ve sömürünün pençesinde kıvranıyor... Türkiye’nin yaşadığı İslam coğrafyasında ise akıl dışlandıkça, inanç siyasette kullanıldıkça, 21’inci yüzyılın gelişmişliğiyle zıtlaşmak yazgısından kurtulmak olanağı yok... Anayasalar ve Ben! 1982 Anayasası yüzde 98 oyla benimsenmişti. Yüzde ikilik bir azınlık “Bu Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan bir anayasa değil” demişti... Onu da, korkuyla, çekinerek!.. Türlü yasal engeller vardı: “Hayır” demek nerdeyse suçtu! Oy pusulasındaki ‘mavi’ renk, hayır anlamını taşıdığı için, o güzelim renk bile suç kanıtı sayılıyordu! Yönetimin başındakiler söylevler vererek ‘hayır’ oyu verecek olanları sindirici, korkutucu konuşmalar yapıyorlardı... ??? O günlerin ünlü hukukçuları, anayasa uzmanları, hocaları, yarı yarıya bir suskunluk içindeydiler; gazeteler, yazarlar da ufak tefek çıkışlarla yetiniyorlardı. Bu sütunlarda çıkan iki yazım, yürürlükteki yasalara ters düştüğü ileri sürülerek, Sıkıyönetim Mahkemesi’ne verilmişti. “Bu anayasa taslağına vatandaş oy veremez, vermemeli” dediğim için üç ay hapse mahkum edildim. İstanbul Eczacılar Derneği yönetimi de “Bu anayasaya oy verilmez” diye bir bildiri yayımladığı için üç ay hapse mahkum edilmişti. Gittik, Bayrampaşa Cezaevi’nde üç ay yattık hep birlikte! Şu işe bakın; o derneğin başkanı, bugün AKP milletvekili olarak TBMM’de! ??? Yanlıştı, kötüydü, bozuktu; yüzde doksan sekiz halk desteğine karşın 82 Anayasası ilk fırsatta değiştirilmesi, çağdaşlığa, uygarlığa, demokrasiye yakışan yeni bir anayasanın gündeme getirilmesi ya da 1961 Anayasası’na geri dönülmesi kaçınılmazdı. Ben hukukçu değilim, sıradan bir yurttaşım. Ülkenin iyiye, doğruya, güzele kavuşmasını isteyen biri! Bunca uzman, bunca anayasacı, ünlü hukuk adamı dururken niye ikide bir şu anayasa konusunda benim başım derde giriyor? 1971’de de 61 Anayasası’nın orasını burasını değiştirdiklerinde bu sütunlarda “Millet ağaçlarını koruyor, biz anayasamızı koruyamıyoruz” diye yazdığım için ‘halkı isyana teşvik’ suçlamasıyla apar topar Sıkıyönetim Savcılığı’na götürülmüştüm. ??? Şimdi en büyük tehlike karşısındayız, AKP iktidarı, kişilikleri, görüşleri, özlemleri belli birkaç kişiye yeni bir anayasa hazırlatmakta!.. Prof. Dr. unvanlı bu kişiler AKP’nin ‘Milli Görüş’üne uygun bir taslak yazmışlar!.. Daha tamamını göstermediler. ‘Birey özgürlüğü’ diye tüm gerilikleri, ilkellikleri serbest bırakacaklar. Kısa sürede bir geri Arap ülkesine dönüşeceğiz! Bir yandan çağdaş Avrupa uygarlığına katılmak isterler, AB’ye girmek için çalıştıklarını söylerler, öte yandan toplumu kapkaranlık bir ortaçağ ülkesine benzetmeye çalışırlar! ??? Şimdi tüm aydınlara, tüm düşünenlere, tüm ulusseverlere, tüm bilinçli halkımıza, tüm Atatürk Atatürk diye yazanlara, söyleyenlere büyük görev düşüyor. AKP anayasasına karşı tüm güçleriyle direnmek, her yola, her çareye, başvurarak... Yıldız SERTEL 8. Paris Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi “S eçim sonuçlarını” pek çoğumuz büyük bir hayal kırıklığı ile karşıladık. Ummuştuk: Milyonlar meydanlara dökülüp, “Ne ABD ne AB tam bağımsız Türkiye” gibi sloganlarla coşunca, “artık bu millet uyanıyor”, dedik. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, ulusal bütünlüğümüzün iç ve dış düşmanların tehdidi altında bulunduğunu söyleyince durumun vahametini daha da iyi anladık. Peki, ne oldu da ülkemizi bu vahim duruma sürükleyen bir parti yeniden seçildi? Geniş yığınları; varımızı yoğumuzu satan, yoksulluğu, işsizliği, soygunu hızla artıran bir iktidarı yenilemeye iten mekanizma nedir? Nasıl oldu da yurdumuzu emperyalist güçlere çiğneten, Sevr’e kucak açan, Atatürk devrimlerini yok etmeye yönelen bir iktidar yeniden başımıza geçti? 1 “Demokrasi çarkları” devrimlerin aleyhine mi dönüyor? Ülkemizde ulusal varlığımızı yok etmeye yönelmiş iç ve dış güçlerin emrinde bir “medya” var. Köşe başları tutuldu. Bazı televizyon kanallarına, gazetelere el kondu. Soros gibi açık veya kapalı dış kurumlar yurdun her köşesinde propagandalar yaptı, paralar döktü. Bazı sivil toplum örgütlerine baskılar yapıldı. İktidar partisi devlet kasasından paket paket hediyeler dağıttı. Size soruyorum: Oyların parayla satın alınabildiği bir ülkede demokrasi olabilir mi? Benim vatandaşım, “Şimdiye kadar bütün partileri denedim boşa gitti, bir de A partisini deneyeceğim” derse, ben sandıktan bilinçli oylar çıkacağına nasıl inanabilirim? Halkı soyarak elde edilen servetlerle yayın organlarına yalanlar söyletilirse, din siyasete alet edilirse, bunun adına halk idaresi denilebilir mi? Bu sözde demokrasinin çarkları Atatürk devrimlerinin, bağımsız, laik Cumhuriyetin aleyhine dönüyor. Bu sözde demokrasi emperyalistlerin elinde bir egemenlik kurma aracı. Amerikan emperyalizmi gözümüzün önünde, Irak’ta demokrasi getirmek adına yüz binlerle masum insanı öldürüyor. Soros’un gençlik örgütleri “demokrasi” sloganlarıyla iktidarlar deviriyor. Amerikalı dostlarıma, “Diz boyu cinayetler işleyen Bush’u nasıl ikinci defa seçtiniz” diye sorduğum vakit aldığım yanıt şudur: “Biz seçmedik. Bizde seçimleri petrol şirketleri, silah fabrikatörleri ve kilise idare eder. Onlar kimin kampanyasına para dökerse, seçimleri o kazanır.” Acaba bizde durum farklı mı? 2 Meclis’e girebilecek “sol” partiler, milyonların antiemperyalist mesajlarına sağır kaldılar. “ABD’ye, AB’ye karşı çıkmayaca Sonuç Atatürkçü, devrimci kesimin bir kısmı, Meclis’te muhalefeti oluşturacak sözde sol partilere istemeyerek oy verdi, bir kısmı da vermedi. Eğitimsiz vatandaş yalan propagandalara, dini telkinlere kapıldı. Bilinçli Atatürkçü yurttaş ise Meclis’e girebilecek, gerçek anlamda sol, antiemperyalist bir parti aradı. Onu bulamadı. Meydanlara dökülen milyonlar hayal kırıklığına uğradı. Sol oylar bölündü. Bir kısmı barajı aşamayacak partilere gitti. “İşte Türkiyemizin dramı...” Son Kurşun... Erol ERTUĞRUL Avukat “Sonra... Sonra, 9 Eylül’de İzmir’e girdik Ve Kayserili bir nefer Yanan şehrin kızıltısı içinden gelip Öfkeden, sevinçten, ümitten ağlaya ağlaya Güneyden kuzeye Doğudan batıya Türk halkıyla beraber Seyretti İzmir rıhtımından Akdenizi” solosu, İstanbul’da bulunan İngiliz Yüksek Askeri Komiseri Amiral Richard Webbe’e şöyle bir telgraf çekti: “Dün sabah saat 8.30’da Yunan ordusu İzmir’e girdi. Türkler ile çatışmalar oluyor. Büyük bir disiplinsizlik var. Birçok Türk nedensiz olarak tutuklanmış ve haksızlığa uğramıştır. Türk evleri ve işyerleri yağma edilmektedir. Yunan ayaktakımı, çevrede tam bir terör estirmektedir. Sivil yönetim ortada yoktur. Şu ana kadar 300 Türk öldürülmüştür.” İzmir’in Yunan elinde kalışı 3 yıl 3 ay yirmi beş gün sürmüştür. Bu sürede tam bir karanlık dönem yaşanmıştır. Yunan çapulcu alayının baskı ve eylemlerine, sözde uygar Batı inanılmaz bir pişkinlikle göz yummuştur. Üç yılı aşkın süren bu karanlık dönemden sonra, ordularımız Mustafa Kemal’in komutasında, 9 Eylül 1922 Cumartesi günü saat 10.30’da İzmir’e girdiler. 9 Eylül 1922 günü saat 21.30’da, körfezde bulunan ‘Edgar Kine’ zırhlısı telsizinden, süvari kumandanı Mürsel Paşa şu telgrafı çekti: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya... Kahraman ulusal ordumuzun yılmaz süvarileri bizler, düşmanın İzmir önündeki son direnişini de kırarak, 9 Eylül günü İzmir’e girdik. Halkın gözyaşlarıyla derin saygılarımı sunmaktan mutluyum.” Aynı gün, ön birliklerimiz, Konak Alanı’ndaki Hükümet Konağı’na şanlı bayrağımızı bir daha hiç inmemek üzere çektiler. 15 Mayıs 1919 günü Hasan Tahsin’in yaşamı pahasına attığı ilk kurşun, Kurtuluş Savaşımızın da kıvılcımı olmuştur. Kurtuluş Savaşımızın son kurşunu da, 9 Eylül 1922 günü yine İzmir’de atılmıştır. Mustafa Kemal 9 Eylül günü Belkahve’den baktığı İzmir’e, 10 Eylül 1922 Pazar günü, büyük sevinç gösterileri arasında gelmiştir. İzmir, bu özellikleriyle Mustafa Kemal’in yaşamındaki en önemli kenttir. İzmir, bu özelliğini hiç yitirmedi. Hep bağımsızlıkçı oldu. Hep aydınlanmadan yana oldu. Hep Kuvayı Milliyeci oldu. Hep yayılmacılığa ve sömürgeciliğe karşı oldu. İzmir’in yalnızca Kurtuluş Savaşımız sırasında değil, Cumhuriyetimizin kuruluşunda, devrimlerin gerçekleştirilmesinde, demokrasinin yerleştirilmesinde de önemli bir yeri vardır. Büyük Atatürk’ün istemi ile onun ekonomi bakanı sevgili Mahmut Esat Bozkurt tarafından ülkemizin ekonomisinin geleceği bakımından önem taşıyan ilk Ekonomi Kongresi “İzmir İktisat Kongresi” adı ile İzmir’de toplanmıştır. Bu özellikleri nedeniyle İzmir, gericilere, yobazlara hiç teslim olmadı. Aydınlanmadan hiç ödün vermedi. Hep aydınlanmanın, hep devrimlerin öncüsü oldu. O yüzden, yobazlar bu özelliklerinden ötürü, hiç sıkılmadan, “Gâvur İzmir” derler, şanlı İzmir’e. Ama İzmir, kendisini ve gerçeği bilir, güler geçer bunlara. İzmir’de ilk kurşunu da son kurşunu da atarak, bu güzel ülkeyi ve İzmir’i bize armağan edenler, Kuvayı Milliye şehitleri, terörün alçakça yöntemleri ile yaşamlarını yitirmiş çocuklarımızın yitip gitmesini içlerine sindiremezler. Son aylarda 100’e yakın gencimiz yaşamlarını yitirdiler. Bunu önemsemeyenleri hoş görmezler. Birkaç bin dolar uğruna ABD ile, Irak’a girmemek yolunda ihanet belgesi imzalayanları hoş görmezler. Böyle bir belgeye karşın, “Bunlar yalandır, böyle bir belge yoktur” diye ulusumuza yalan söyleyenleri hoş görmezler. Böyle yapanların ülke yönetimine gelmelerinden rahatsızlık duyarlar. Hele, böyle yalanları söyleyenlerin, Cumhuriyetin ilkeleri ile kavgalı olanların, ulusumuzun cumhurbaşkanı olmasını içlerine sindiremezler. Güneydoğu politikası için, geçmişte, “Dayatmacı Kemalist devlete yakın görünmemeliyiz”, “PKK terörünü kınadığımız kadar, devlet terörünü de kınamalıyız”, “DevletPKK çatışmasında, devletçi bir safta gözükmemeliyiz. Devletin eleştiri yöntemlerini benimsememeliyiz” diyen Bay Erdoğan’ı içlerine sindiremezler. Türkiye’nin gözdesi, yüreğimizin ışığıdır İzmir. Dört mevsimi bahar olan bir dilberdir o. Güzellikleri, ışığı, aydınlanması insanlarına yansımıştır güzel İzmir’in. Gözleri yosun kokar İzmir’in güzellerinin. Sevgili Cahit Külebi’nin dediği gibi, “İzmir’in denizi kız, kızları deniz kokar. Sokakları hem deniz, hem kız kokar”. VATAN Toprakları satılan MİLLETLER DİNLERİNİ yaşayamazlar Hayırlı RAMAZANLAR TÜRKİYEM ÖZDEN GÖNÜL 1 5 Mayıs 1919 günü sabah saat 8.30 sıralarında, Yunan ordusu, yayılmacı ve sömürgeci güçlerin desteğinde İzmir’e girdi. Kordon’da ilerleyen Yunan askerlerine, ilk kurşunu sevgili Hasan Tahsin attı. Yunan birliğinin bayraktarını alnından vurarak yere serdi. Kurşun yağmuruna tutulan Hasan Tahsin, hemen orada yaşamını yitirdiğinde 31 yaşındaydı. İzmir’in ele geçirilmesinden bir gün sonra, İzmir’deki İngiliz Kon CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle