23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 AĞUSTOS 2007 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Profesör mü Paratoner mi? Doğrusu, bir anayasa profesörünün “anayasaların renksiz ve ideolojilerden arındırılmış olması gerektiğini” savunması kesinlikle düşünülemeyeceğine göre, Prof. Zafer Üskül de bu sözleri, RTE’nin ancak istihareye yatıp bulduğu yıldırımsavar bir paratoner profesör olarak, milyonların bayraklarını kapıp gök gürültüsü gibi yeniden sokaklara çıkamamaları için toplumsal elektriklerini daha şimdiden nötrleştirmek amacıyla söylemiştir mutlaka... PENCERE Oktay Akbal Haklı... Oktay Akbal’la konuşuyorum, ateş püskürüyor: “ Nedir bu yılgınlık?..” Arkadan ekliyor: “ Biz neler gördük!..” Oktay öfkeli.. Ve haklı... ? En iyisi Akbal’ın “Umutsuzluğa Düşmek Yok!” başlıklı yazısından birkaç satır aktarmak... Oktay diyor ki: “Siz de yüzde 53’lerden misiniz? 72 milyon yurttaş yarı yarıya bölünmüş mü? Telefonlar, mektuplar, yazılar, tartışmalar, uyarılar!.. Bir bezginlik bulutunda yüzer gibiyiz!” Sonra isyan ediyor Oktay: “Şimdi yeni bir savaşım başlıyor. 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkar gibi, bir kez daha Atatürk ilkelerini, çağdaşlığı, uygarlığı savunmak, korumak, geliştirmek, halkımızla bütünleştirmek göreviyle karşı karşıyayız.” ? Evet, Oktay Akbal yerden göğe dek haklı... İşe Samsun’dan başlamalı... Romanını yazdığım Yüzbaşı Selahattin, Albay Bekir Sami ile birlikte Bandırma’ya çıkıp istilacı ile yüz yüze gelerek Ege’de çarpışmaya girişirken Mustafa Kemal ne yapmıştı?.. Ters yöne hareket etmişti... Samsun’a çıkıp örgütlenmeye başlamıştı... ? Örgüt şarttır... Peki, bugün örgüt ne durumda?.. Örgütün hali yürekler acısı... Sanıyorum bugün ülkemizin sol kesimindeki önder, öncü, lider siyasetçiler dünya ve Türkiye koşullarını yeterince değerlendirmekte yetersiz kalıyorlar... Şu CHP’nin haline bakın!.. Bir “özeleştiri”ye girişebildi mi?.. Şu merkez solun haline bakın!.. Sol kaldı mı?.. Kalmadı!.. Neden?.. ? Çünkü merkez sağ da kalmadı... Merkez sağ, bitti, tükendi, partileri silindi, Meclis’e giremedi, dinciliğin yükselişi karşısında eridi... Merkez sağın eridiği, işlevinin kalmadığı toplumda merkez solun anlamı ne?.. ABD’nin marifetiyle BOP kapsamında “Ilımlı İslam Devleti Modeli” uygulamaya geçiriliyorsa, Avrupa siyasi literatürüne göre merkez sol edebiyatı, gerçek dışında oyalanmak değil de nedir? Bu yazdıklarımı beğendiniz mi, beğenmediniz mi? Beğenmedinizse tartışmaya açın!.. ? Oktay Akbal’ın uyarısı yerinde.. Doğru.. Haklı... Kıpırdayalım... Silkinelim... İktidarı eleştirmekle birlikte ana muhalefeti eleştirmekten kaçınmayalım... Elbirliğiyle harekete geçelim.. Üstümüzdeki ölü toprağını silkip atalım... Çünkü üstümüzdeki ölü toprağını silkip atamazsak bilelim ki gerçekten ölürüz. Nadir Nadi Aramızda... “Çağdaş uygarlığa sırt çevirmek Atatürkçülük ise, biz Atatürkçü değiliz. Hayatta en hakiki mürşit ilim değilse, biz Atatürkçü değiliz. Vicdan ve fikir özgürlüğü doğruyu aramak, doğruya inanmak, inandığımızı savunmak hakkını bize vermiyorsa, biz Atatürkçü değiliz. Ulusal bağımsızlık başkalarının uydusu halinde yaşamak anlamına geliyorsa ve halkçılık ilkesi halkın bir mutlu azınlık elinde cennet vaatleri ile sömürülmek sayılıyorsa, biz Atatürkçü değiliz.” 20 Ağustos 1991 sabahı aramızdan ayrılan başyazarımız Nadir Nadi sanki bugünleri yazmış! ??? Zaman çabuk geçer. Günler uçup gider. Bir de bakarsın güvendiğin dağlara kar yağmış; dünküler değişmiş, bugünküler sanki başka gezegenlerden gelmiş ülkenin başına çökmüş!.. Atatürk adını anayasadan, hatta tarih yapraklarından silmeye kalkışanlar ortaya çıkmış!.. Hem de bunlar daha yakın günlerde en hızlı solcu imişler! Yerleşik değerleri altüst etmek, Atatürk Türkiye’sine çıkmaz bir yol çizmek isteyenler “baş” olmuş... ??? Bir yaşam boyu yüzlerce, binlerce yazı.. “Dostum Mozart”, “Perde Aralığından”, “Ben Atatürkçü Değilim”, “Olur Şey Değil”, “Atatürk İlkeleri Işığında Uyarılar”, “Sokakta Gürültü Var” gibi kitaplar... “Cumhuriyet” gazetesini bir yaşam boyu Kemalist ilkeler çizgisinde yaşatmak; yeni kuşakları çağdaş uygarlığın aydınlığında yetiştirmek, karşıdevrimci tehlikelere direnmek, düşmanlıklara, hatta ihanetlere karşı bilinçle savaşmak... Nadir Nadi bir simgedir. Basın dünyamızın, Atatürkçü düşüncenin, gerçek gazeteciliğin simgesi... Böyleleri unutulmaz. Ne zaman zorluklarla, ne zaman çıkmazlarla, ne zaman yenilgilerle karşılaşsak bize yol gösteren; bize doğruyu, güzeli, iyiyi öğreten, bir kişiliktir o... ??? Ben ilkgençlik günlerimden bugüne kadar Nadir Nadi’nin içtenliğine, bilinçli davranışlarına, gazetesi Cumhuriyet’in en çetin koşullarda bile sağlam direnişine saygı duyanlardanım. Gazete yazarlığında onu örnek alanlardanım. “Cumhuriyet” gazetesi 84 yıldan bu yana Atatürk devrimini en zor koşullarda bile yaşatmak savaşı veriyor... Bunu sağlayan Nadir Nadi’nin bizlerde, okurlarda yarattığı Kemalist bilinçtir. Anısına saygıyla... Demirtaş CEYHUN onuçların bugünkü gibi biriki saat içinde kolayca öğrenilemediği o yıllarda bütün gece uykusuz kalıp telefonun başından sabaha dek ayrılamayan Adnan Menderes’in de iktidarını zor koruduğu 1957 seçimi gecesinde “Allah bir daha bana bu geceyi yaşatmasın” dediğini okumuştum bir yerlerde... Gerçekten, Benjamin Franklin 1700’lü yılların ortalarında bu atmosfer olayının da aslında basit bir elektriksel olgu olduğunu keşfedip bir ucu telle toprağa bağlı bir madeni çubuktan ibaret paratoneri icat ederek havadaki elektriği toprağa iletinceye dek insanoğlu on binlerce yıl şimşek, gök gürültüsü ve yıldırım karşısında ne gülünç durumlara düşmüştür kim bilir... Doğrusu, 22 Temmuz seçimi öncesi bahar aylarında Tandoğan’da, Çağlayan’da, hele hele İzmir’de bayrağını kapıp sokağa koşan o milyonların gök gürültüsü gibi patlayan toplumsal elektriği karşısında da RTE’nin, Menderes’e taş çıkarırcasına “Allah bana bu günleri bir daha yaşatmasın” diye mırıldana mırıldana günlerce dualar okuduğundan hiç kuşkum yok. Zafer Üskül, Ertuğrul Günay, Reha Çamuroğlu gibi eski solcuları da, ola ki bu toplumsal elektriğe karşı paratoner olarak, o günlerde aptes alıp istihareye yatarak bulmuş sanki... Yoksa, Zafer Üskül’ün daha AKP milletvekili olur olmaz ayağının tozuyla “Anayasaların ideolojilerle bir ilişiği yoktur, renksiz olmalıdır, ideolojiler partiler içindir, anayasamız önce Kemalist ideolojiden arındırılarak renksizleştirilmelidir” diye fetva vermesi, bu toplumsal elektriği nötrleştirmeye çalışmak dışında başka türlü nasıl açıklanabilir, bilmem ki... Ama ne yazık ki aydınlarımız, sanki Batılının anayasa kavramını Kemalist ideolojiye bulayarak gerçekten yozlaştırmışlar gibi garip bir suçluluk duygusuna kapılıp Zafer Üskül’ün anayasa profesörlüğüyle bağdaşması olanaksız bu karşıdevrimci saldırısına gene saldırı ile karşılık vermek yerine, her ne hikmetle ise, kimi anayasaya ideoloji sokanların yalnız bizler olmadığını tanıtlamak için Alman, Fransız anayasalarından örnekler getirerek, kimi Bolivya anayasasında da Bolivar’ın adının geçtiğinden dem vurarak savunuya geçmişlerdir hemen. S Oysa Batılıların Constitutionel Government dedikleri bu anayasal düzen kavramının da insanlığın siyasal gündemine Rönesans’la Aydınlanma dönemlerinde girdiğini, yüzyıllar boyu sürmüş kanlı kavgalar sonucu insanlığı özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşturacak tek ideolojik çözüm olarak bulunduğunu bir anayasa profesörünün bilmemesi gerçekten mümkün müdür? Gene, anayasa ve anayasal düzen kavramlarının İngiltere kralı ile soylular arasında 1215 yılında imzalanmış insanlık tarihinin ilk anayasası sayılan Magna Carta’dan sonra 1300’lerde Avam Kamarası’nın oluşturulup 2 yüzyıl içinde tam 44 Magna Carta’nın daha imzalanarak, 1500’lerde de ayrı bir kilise kurulup, 1600’lerde yasama, yürütme, yargı erklerinin özerk hale getirilmesiyle İngiltere’de evrimle; Katolik Kilisesi’nin teokratik krallığının ayaklanan halk tarafından yıkıldığı Fransa’da da 1789 Devrimi’yle kurulan laik (veya seküler) devletlerle yaşama geçirildiğinin bilinmemesinin gerçekten olanağı var mıdır acaba? Osmanlı İmparatorluğu’nda da, bilindiği gibi, aralarında o günlerde Londra’da sürgün Ziya Paşa, Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi’nin de bulunduğu Osmanlı aydınları, anayasa ve anayasal düzen kavramları ile ilk kez Sultan Abdülaziz’in İngiltere gezisi sırasında 1867 yılında karşılaşmışlar ve o koşulla tahta çıkarılan Abdülhamid döneminde de 1876 Kanunu Esasi’si onaylatılıp tıpkı İngiltere’deki gibi iki kamaralı bir meclis oluşturularak Meşrutiyet diye adlandırılan demokrasiye geçilmiştir. Oysa güya Batılı anayasalardan esinlenilerek hazırlanmış bu 1876 Kanunu Esasi’sinin, yasama yetkisinin kutsal güçlerle sultandan alınıp Meclis’e devredilmesi konusu ile hiçbir ilişkisi bulunmadığı gibi; yasa, Meclis’i de zaten padişaha bağlı ve ancak “Devleti Aliyye’nin idarei umumiyesinde kullanılacak kavanin (yasalar) ve nizamatın (tüzükle yönetmeliklerin) usulü esasiyesinin (ilkelerinin) müzakere edileceği” bir kurul olarak tanımlamaktadır. Nitekim, Zafer Üskül’ün de önerdiği gibi tam anlamıyla renksiz bu Kanunu Esasi ile kurulan güya demokratik düzen de, bilindiği gibi Abdülhamid’in, Meclis’i daha yılını bile dolduramadan süresiz kapatmasıyla tam 32 yıl kesintiye uğramış, yasanın yeniden yürürlüğe sokulduğu 2. Meşrutiyet döneminde de Osmanlı İmparatorluğu sona ermiştir. Görüldüğü gibi, aydınlarımızın ta 1876’dan bu yana süregelen anayasa kavgasından da açıkça anlaşılacağı şekilde, gerçek anlamıyla anayasa, salt devletin kurumlarının nasıl oluşturulacağını belirleyen basit bir yasa olmayıp, tıpkı Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen 1920 Anayasası gibi, yasama yetkisinin kutsal güçlerle kişilerden alınıp Meclis’e verilerek “egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa devredildiği” bir yeni düzenin kurulmasını sağlayan ideolojik bir kuramdır. Osmanlı aydınlarının sanki Constitutionel Government teriminin Osmanlıca çevirisiymiş gibi bu düzene ad olarak uydurduğu Meşrutiyet deyimi bile, aslında bu gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne serse gerektir doğrusu... Çünkü çoğumuzun sandığı gibi meşrutiyet sözcüğü kesinlikle düzenin meşruluğunu vurgulamak için Arapça meşruiyet sözcüğünden değil, “padişahların yetki devretmeden bir meclisle birlikte çalışma koşulunu kabul ettiği” yönetim biçimi anlamında, Arapça “şart” kökünden türetilmiş Osmanlıca bir deyimdir. Nitekim, aydınlarımız meşruti düzen şeklinde bu deyimi Batı’daki parlamentolu krallıklar için de kullanmakta bir sakınca görmeseler bile, bir başka dilde böyle bir kavram kesinlikle yoktur. Kısacası, anayasanın bizzat kendisi bir ideoloji olduğu gibi, anayasal düzen de hiç kuşku yok ki insanlık tarihinin modern çağı başlatmış bir ileri aşamasıdır. Gene unutulmamalıdır ki, anayasanın üniversitelerde okutulması da Fransız Devrimi’nden sonra başlamıştır. Önce 1797’de İtalya’da Ferrara Üniversitesi’nde “Diritto Constituzionale” adıyla, 1834’ten itibaren de Fransa’da “Droit Constitutionnel” adıyla okutulan bu ders, ne yazık ki 1852 yılında imparatorluğunu ilan eden III. Napolyon tarafından hemen yasaklanmış ve ancak III. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yeniden programa alınabilmiştir. İşte, salt bu gerçek bile anayasa kavramının ideolojik niteliğini yeterince kanıtlasa gerektir, sanırız. Doğrusu, bir anayasa profesörünün “anayasaların renksiz ve ideolojilerden arındırılmış olması gerektiğini” savunması kesinlikle düşünülemeyeceğine göre, Prof. Zafer Üskül de bu sözleri, RTE’nin ancak istihareye yatıp bulduğu yıldırımsavar bir paratoner profesör olarak, milyonların bayraklarını kapıp gök gürültüsü gibi yeniden sokaklara çıkamamaları için toplumsal elektriklerini daha şimdiden nötrleştirmek amacıyla söylemiştir mutlaka... Yazık... Tek Kutuplu Siyaset ve Geleceğimiz Dr. Mehmet NEŞŞAR Genel Cer. Prof. umhuriyet Batılılaşma derken Avrupa’yı örnek alıyordu, oysa dünyayı ve 2. Dünya Savaşı’ndan beri de Avrupa’yı Amerika yönetiyor. Avrupa’nın sömürgecilik geleneğinden gelen kültür ve değerleri, hızlı silah çekenin hayatta kalması üzerine inşa edilmiş ABD burjuvazisi karşısında çaresiz, bocalıyor. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden bu yana tek kutupluluğu yaşayan evrenselleşme, ülkemizde önce “tek kutuplu aydınlar” yarattı.. daha sonra da tek kutuplu bir siyaseti iktidara getirdi. Toplumun her kesiminin kan ağladığı ve “mega” boyutlu yolsuzluk iddialarının ortalarda uçuştuğu bir ortamda, bu kadar akıl dışı ve asimetrik bir seçim sonucunun galibi ya da mağlubunun mevcut siyasi partiler olmadığının ciddi biçimde irdelenmesi gerekiyor. Türkiye 1950’den bu yana Amerika’ya yamanmaya çalışıyor. Sonunda “Küçük Amerika” yaratıldı ve mahalleler milyarderlerle doldu. Tarikat liderlerimiz Amerika himayesinde dünyayı misyoner okulları ile donatıyor. Borsamızın yüzde 70’i ile bankalarımı22. Dönem CHP Milletvekili C İngilizceyi İngilizce kaynaklardan öğrenin... Westminster University ve Premier College sertifikalarına sahip, London School of Busness Administration’da master yapmış ÖĞRETMENDEN, BRITISH ENGLISH Gramer, derslere yardımcı, sınavlara hazırlık İş İngilizcesi (Business English) ve İngilizce iş görüşmelerine (Interview hazırlık. Acıbadem / İstanbul 0 536 225 07 80 zın yarısı yabancıların elinde. Bernard Lewis’in Ortadoğu isimli tarih kitabında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne neden olarak gösterdiği ne varsa, bugün ülkeyi yönetenler tarafından devrimmiş gibi halka yutturuluyor. Medyanın tek kutuplu yazarları, her sabah kendilerine Wall Street ya da Brüksel’den dikte ettirilenleri halk kitlelerine basıyorlar. Varoşlara doldurulup “Emevileştirilerek” sadaka kültürüne mahkum edilmiş seçmen kitlesi, telefonuna kontür aldı mı tüm ihtiyaçları görüldü sanarak anasına söveni baş tacı etmeyi sürdürüyor. Aydınlanma ve akılcılığı reddeden postmodern dünyanın yeni liberal fırtınası dünyaya savaş, açlık, küresel ısınma getirdi; bireysel özgürlük ve demokrasiye katılım masalı ise insanları tüketim bağımlısı kölelere çevirdi. Bu çılgınlıkta suçu “rekabet edememek” olan milyarlar, insanlık onurlarını unuttu, kanları ağzına kadar HIV ve sıtma dolu zengin ülkelerin sırça köşklerinin etrafını sarıyor. Gezegen bir kez daha kendini sorguluyor. Bu dönemim aşılması gerekliliği ortada. Akılcılığın yeniden keşfedilmesi gerekiyor. Toplumu dönüştürmesi gerekirken, her yenilgi arkasında kısır retoriklerini ısıtıp ısıtıp kişiselleştirdikleri sorunlarına meze yapan “toplum önderlerimizin”, başlarını ellerinin arasına alıp bir iyi düşünmelerinin zamanıdır. Kendilerini yetkili ya da alternatif diye sunanların inandırıcılıklarının kayboluşu ve etraflarındaki tenhalık, bir tükenişi olduğu kadar yılgınlığı da ortaya koyuyor. En tehlikeli kelime yılgınlık, ancak giderek yaygınlaşıyor. Bu yılgınlığın altında serbest piyasa ortamında sosyal duyarlılıkların yaratacağı farkın irrasyonel seçmene anlatılmasındaki güçlük kadar, aydınlanma ve rasyonalizm sürecinin kaldığı yerden ileriye götürülebilmesi için gereken bilgi ve projelerin yaşama geçirilememesi yatıyor. Buradaki hayati yol ayrımı, kendini aydın ve ilerici sananların toplumun kendi iç dinamikleriyle oluşturacağı yeni iletişimsel akılcılık sürecine yabancı kaldıkları oranda dışlanıp kaybolacaklarının, ya da tersine bunu içselleştirmeleri du rumunda toplumun dönüşümüne ne kadar çok katkı koyabileceklerinin ayırdında yatmaktadır. Toplumuzun sıradan insanları ve artık hiçbir ideoloji ya da partiye ait ol mayan kitle oyları özlemle bu değişimi beklemektedir. Cumhuriyetin ve Kemalizm’in yeni kuşaklara aktarılabilmesinin başkaca bir yolu da kalmamıştır. TÜRK KALP VAKFI Ü SATILIK TERAS KAT Adana Gazipaşa Bulvarı’nda, 4+1 yaklaşık 400 m2 mutfak, banyo sıfır. Güneş enerjili, çatısı izolasyonlu teras kat. Sahibinden ihtiyaçtan satılık. ‘Tatilinizi Zehir Etmeyin Gitmeden Önce Kalbinizi Kontrol Ettirin’ 19 Mayıs Cad. No:8 Şişli / İSTANBUL Tel: 0212.212 07 07 Pbx http://www.tkv.org.tr Tel: 0532.602 31 03 CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle