19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
1 TEMMUZ 2007 PAZAR EVET / HAYIR OKTAY AKBAL PENCERE Emperyalizm Var mı, Yok mu?.. Refi Cevat, Refik Halit, Burhan Felek gibi eski yazarlar, aşağıda anlatacağım fıkrayı sırası geldikçe yinelerlerdi... Toplumsal yaşamın belleğine işlenmiş fıkralar, yinelenmeseler, unutulur giderler... Fıkra yinelendikçe yaşatılır, yenilenir, bu arada çarpıtılır, eğilir bükülür, zamaneye uydurulur. ? Eski zamanda, iki kafa dengi, Balıkpazarı meyhanelerinden birinde içiyorlarmış; laf arasında biri: Kapalıçarşı’nın kapısındaki zincir.. Demeye kalmadan, öteki sözü kesmiş: Kapalıçarşı’nın kapısında zincir yoktur.. Vardır.. Yoktur.. Vardır.. İnatlaşmışlar, tartışma kavgaya döneyazmış, meyhane halkı işe karışmış; aklı evveller akıl öğretmişler: Kavga edeceğinize Kapalıçarşı’ya gidin, bakın!.. Bizimkiler de üşenmemişler, yola koyulmuşlar, gidip bakmışlar ki Kapalıçarşı’nın kapısında zincir asılı duruyor; ama, “zincir yoktur” diyen inadını sürdürüyor: Yoktur!.. Bre, işte zincir!.. Yoktur!.. “Vardır” diyen, “yoktur” diyeni ensesinden tutup kafasını zincire vurmaya başlamış, ama, herifteki inada bakın, her vuruşta yineliyormuş: Yoktur.. yoktur.. yoktur.. ? Fıkra zamaneye uygundur; kimilerinin kafasına gerçekleri ne kadar vursanız da nafiledir... Sözgelimi “emperyalizm” gerçeğini dışlayıp ağzına almaktan bile çekinenler var... Oysa emperyalizmi konuşmadan günümüzde hiçbir olayın “künhüne vâkıf olmak” olanağı yok... Irak’ta yaşanan ne?.. Emperyalizmin dramı!.. Üstelik bu “emperyalizm” sözcüğünü ve kavramını biz icat etmedik, tümüyle Batı kökenlidir; en yetkin kuramını da Lenin yapmıştır. İngiliz demokrasisi, büyük çapta, Britanya İmparatorluğu’nun emperyalizmi üstüne kurulmuş ve oluşmuştur; Tony Blair de bu göreneği başbakanlığında sürdürdü; sonunda rezil oldu. ? Türkiye’nin içinde yer aldığı Ortadoğu haritası emperyalizmin cirit oynadığı bir bölge... Her gösterge, her kanıt, her olay, her olgu emperyalizmin bölgede Türkiye’nin aleyhine bir tasarımı öngördüğünü vurguluyor... Yaşadığımız süreçte Türkiye’nin karşısında uygar Batı yok... Batı emperyalizmi var!.. Emperyalizmin, Irak’ı belli bir sürede parçalayıp ülkenin kuzeyini de kapsayan bir Kürdistan devletini üs edinerek Ortadoğu’da yeni bir düzene doğru yürüdüğü ayan beyan ortada... ? Ama, kafaya ne kadar da vursanız, kimileri bu gerçeği reddedecektir.. ki bunların arasında solcu geçinen işbirlikçiler de var... Emperyalizmi es geçip hiç ağzına almadan solcu ya da demokrat olmak yeni icat... Con Ahmet’in yeni icadı... Ancak bu Con Ahmet bildiğimiz Con Ahmet değil, Neocon Ahmet!.. Haziran Duyarlılığı mı? En güzel aydır haziran! İnsan yenileşir. Yaz başlamıştır. Yaşamak anlam kazanır. İçinize bir ışık düşer. Gökyüzü değişiktir her zamankinden... Derken acılar sökün eder. Unutmak için çırpındığınız!.. Şehzadebaşı’nı bilen var mı? Şimdikini değil, otuzlu kırklı yıllarınkini.. Bir araba geliyor işte, iki sıralı mahalleli dizilmiş. Atatürk, İran Şahı ile geçiyor işte; gülerek, selamlayarak halkını... Sonra başka bir haziran Salih Bey geçiyor, dükkânların kepenkleri kapatılmış. Salih Bey, babam, kırk altısında, avukat, hukukçu. Hep bir şeyler yazmak isteyen babam!. ??? O yazmadı, ama ben yazdım. İlk öykülerimi Çocuk Sesi’ne gönderdim. Sonra Mektepli’ye derken Çocuk Duygu’suna.. Bunlar çocukluğumun dergileri; sonra, Ateş, Binbir Roman... Artık büyümüştüm. Adımla yazıyordum, çıkıyordu. Hatta para bile verdiler. İlk yazıma on lira.. İlk kazancımla anneme pasta almıştım, kendime de bir kravat... Uzakta mı hepsi? Yaşandı mı, ya da bir masal mı yaratıyorum. Çocukluğumda uydurma öyküler yazdım. Yaşamadığım, bilmediğim şeyleri bilirmişim, yaşamışım gibi... Hepsi dergilerde kitaplıklarda yok, yok oldu hepsi... ??? Gece balkona çıktım. Gökyüzü masmaviydi. Ay hilaldi, bir yıldız yaklaşır gibiydi ona... Türk bayrağı sanki bulutsuz bir mavilikte yan yana geldi gelecek... Dedim ki, bir kement atsam birleştirsem ikisini “Atalarım gökten yere indirmişler ay yıldızı” diye şarkılar söylerdik. İşte o ay, o yıldız, yüzlerce binlerce yıl geçse de ordalar, yanımızda içimizde.. Haziranlar beni gündelikten kurtarır. O her günkü kişiliğimiz, kolay kolay kopamadığımız bir yapışkanlıktan... ??? Boşuna şeyler mi yazdık, ya da yazmaktayız diye hep düşünmüşümdür. “Geçmiş, gelecek masal bütün bunlar hep eğlenmene bak ömrünü berbat etme” mi demeli Hayyam gibi... Kim ömrünü şu bu amaçla geçirmişse bir gün gelir yanıldığını mı anlar? Haziran duyarlılığı deyin siz benim yazdıklarıma.. Ay ile yıldızın bendeki yansıması deyin, geçin... Unutma Anıtı… O yakıcı temmuz sıcağı, “Sen terle ben sileyim” dizesindeki gibi, silinip atılası bir şey değil; “yakın”, “yok edin”, “yakalayın” ve “öldürün” türünden vahşi çığlıkların ve alevlerin yükseldiği o günden bugüne derinleşen dipsiz bir kuyu adeta. Görebiliyor muyuz, yoksa yavaş yavaş siliniyor mu her şey? Ali BULUNMAZ “Hiçbir şeyin anlamı yoksa, hiçbir değere evet demiyorsak, her şey olanaklıdır (…); kişi kendini cüzamlıların bakımına adayabileceği gibi, içinde insanların yakılacağı ateşler de tutuşturabilir…” Böyle diyor Albert Camus, 1951’de yayımlanan Başkaldıran İnsan adlı eserinde. Doğru değil mi? Bunlar yaşanmadı mı? Tarihi sayfalarda, ölülerimizi belleklerimizin en kuytu köşelerinde, kahramanlarımızı eş dost sohbetlerinde ve türkülerimizi kır manzaralı tablolarda… Bilmemiz, duyumsamamız ve her gün yeniden düşünmemiz gereken tüm güzellikleri unutmuşuz ya da ağır ağır unutmaktayız birer birer. Belleğimizin zamana kaç defa yenildiğini saydık mı? Güzel, aydınlık olanı yıkmak, yok etmek ve yerine devasa bir ucube koymak isteyenlere karşı çoğu kez sesimizi çıkarmamışız, beklemişiz bu da geçer diyerek. Hatta tüm nobranlığıyla şairlerimizin, ozanlarımızın, gerçek aydınlarımızın ve insan olan insanlarımızın zamanını durduranlara göz yummuşuz. Adına öldürüm denen o yürek tırmalayıcı sözün, ne denli yakıcı ve hain olduğuna tanıklık etmişiz. Ama unutmaya başlamışız, hızla akan zamana boyun eğmeye yüz tutmuş belleğimiz. Geriye bir iki buğulu söz kalmış, vakti geldiğinde tekrarlayıp vicdanımızı rahatlatmak için. Ve isimler… Behçet, Metin, Asım, Muhlis, Hasret, Asaf, Muhibe, Uğur, Erdal, Handan, Belkıs … Uzayıp gidiyor zamansız bir boşlukta. Ama bir kale sağlamlığında; çirkinliğe, onursuzluğa ve korkaklığa başkaldırarak. O yakıcı temmuz sıcağı, “Sen terle ben sileyim” dizesindeki gibi, silinip atılası bir şey değil; “yakın”, “yok edin”, “yakalayın” ve “öldürün” türünden vahşi çığlıkların ve alevlerin yükseldiği o günden bugüne derinleşen dipsiz bir kuyu adeta. Görebiliyor muyuz, yoksa yavaş yavaş siliniyor mu her şey? “Madımak müze yapılamazmış; kimse böyle bir şey beklememeliymiş”, öyle diyor “hizmet” için siyasete soyunan bir yurttaş. Kimse ondan böyle bir şey beklemiyor zaten! Ama gelin, biz yine de daha öncekilere ek olarak bir anıt dikelim inadına; uzun, geniş ve simsiyah. Gelip geçenler “Bu nedir” diye sorunca, adını kararlılıkla haykırıp; unutma anıtı diyelim. Büyük bir kara leke gibi, upuzun ve geniş bir anıt dikelim. Neyi unuttuğumuzu / nasıl da unutmaya başladığımızı, benzerlerini yaşamaya nasıl mahkum olduğumuzu bize hatırlatması için inşa edelim anıtımızı. Unuttuklarımızı görmek ve hatırlamak; hepsinin yüzümüze bir tokat gibi çarpması için… CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle