15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 HAZİRAN 2007 PAZAR 12 PAZAR KONUĞU leyla.tavsanoglu?cumhuriyet.com.tr Seçilenler belli bir anayasal çerçeve içinde ülkelerini kurumlarla birlikte idare etmek zorundadırlar Sorun AKP’ den kurtulmak SÖYLEŞİ LEYLA TAVŞANOĞLU İlhan Kesici çoğumuzun bildiği bir isim. DPT Müsteşarlığı’ndan ANAP’tan İstanbul Belediye Başkanlığı’na adaylığını ve yine ANAP’tan milletvekilliğini izledik. Merkez sağda politika yapmayı tercih ederken sürpriz bir çıkışla geçen ay sonunda CHP’ye girdi. Bu kararının nedenini nasılını onunla konuşmak gerekti. Öyle de yaptım. İlhan Kesici bütün sorularıma son derece açık bir söylemle yanıt verdi. AKP hükümetini topa tuttu. “Bunlardan kurtulmak gerek” dedi. Hele de “Oy halk dalkavukluğu yapmakla alınmaz” sözü, söylediklerinin en çarpıcılarından birisiydi. Genel seçimler yaklaşırken Türkiye’de siyasi ortamı nasıl görüyorsunuz? KESİCİ Türkiye’nin birinci meselesi bu AKP yönetiminden kurtulmaktır. AKP’ye oy veren insanlarla AKP’yi yöneten dar, çekirdek kadroyu birbirinden ayırmak lazım. İnsanlar, birazdan tenkit edeceğimiz hususları yapsın diye bu partiye oy vermediler. Güzel şeyler yapsın diye bu partiye oy verdiler. AKP’nin başındaki dar çekirdek kadroda Başbakan, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, TBMM Başkanı, bir de parti dışından milletvekili olmayan, akıl hocalığı yapan, uluslararası ilişkileri tanzim, tertip etme gayreti içinde olan birtakım insanlar bulunuyor. AKP’ye 2002 seçimlerinde oy vermiş olan seçmenlerle bu dar çekirdek kadronun yaptıklarını birbirinden ayırmak lazımdır. Bu dar çekirdek kadro Türkiye’nin başına çok ciddi, belki de önümüzdeki 50 yıl bile telafisi imkânsız denebilecek olan haller yarattı. Biz biliyoruz da, sizce ne gibi haller yarattılar? Dış politikada Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, hatta Lozan’dan bile öncesine dayanan, Türkiye’nin ne kadar milli hassasiyeti varsa tamamını hercümerç ettiler. Yani Türkiye’nin Ege’yle, Kıbrıs’la, MusulKerkük’le, Türkmenlerle, hatta bizim Kürt vatandaşlarımızın oradaki Kürt akrabalarıyla ilgili hassasiyetleri vardır. Bunların tamamı mefluç hale getirilmiştir. Bu Sayın Başbakan’da devlet nosyonu gibi bir kavram kesinlikle yoktur. 10 Aralık 2002 yılında, AKP’nin genel başkanı olduğu dönemde, henüz başbakan değilken ABD Başkanı Bush’la bir görüşme yaptı. Ama o görüşmede Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen ne bir büyükelçi ne de Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu görüşmeden haberi var. Böyle bir şey olamaz. Orada ne konuşulduğunu hâlâ Türkiye Cumhuriyeti devleti bilmiyor. ‘Çoluk çocuk oyunu değildir’ Bir de 1 Mart tezkeresinin TBMM’de oylanması sırasında Erdoğan, Çorum’da bir cenazeye katılmadı mı? Öyle bir tezkereyi TBMM’den geçirmek için çabalayan partinin genel başkanı o gün, devlet işlerini ne kadar ciddiye aldığını gösterir bir biçimde Çorum’da vefat etmiş olan üç belediye meclis üyesinin cenaze törenlerine katıldı. Oysa öyle günlerde, normal bir devlette Türkiye’nin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, iktidar partisinin genel başkanı, Genelkurmay Başkanı, aynı odada yatıp kalkmalı, aynı tastan çorba içmeliydi. O oldu da ne oldu? 80 yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı hiçbir ülkede yakılmamışken Erbil’de 3 Mart’ta yakılmıştır. Bir de 4 Temmuz’da bizim askerlerin başına Süleymaniye’de çuval geçirildiği sırada Erdoğan, Samsun’da içme suyu projesinin temelini attığı sırada, olay üzerine ABD’ye nota verilip verilmeyeceğini soran gazetecilere ilginç ‘ AKP’ye 2002 seçimlerinde oy vermiş olan seçmenlerle bu dar çekirdek kadronun yaptıklarını birbirinden ayırmak lazımdır. ’ bir espri yapmıştı… Evet. Sayın Başbakan, “Nota dediğiniz müzik notası mıdır? Bu iş böyle çoluk çocuk oyunu değildir” dedi. Bu ne devlet adamlığına ne başbakanlığa ne de medeni insanlığa yakışan bir tavırdır. Abdullah Gül Bey de aynı gün mezun olduğu lisenin pilav gününe katılıyordu. O nedenle dış politikayı, eski tabirle bunların tasallutundan bütünüyle çekip almak lazımdır. 1 Mart tezkeresine AKP grubunun bölünerek 90’ın üzerinde milletvekilinin aleyhte oy vermesinin nedeninin, kapalı kapılar ardında yapılan bir anlaşma olduğu söyleniyor. Buna göre tezkere geçseydi Türkiye’de bir savaş hali ilan edilmesi ve Tayyip Erdoğan’ın daha sonra milletvekili seçildiği Siirt seçiminin iptal edilmesi endişesi söz konusuydu. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz? Olabilir. Buna benzer haberler benim de kulağıma geldi. Barzani 3 Mart’ta Erbil’de bayrağımızı yaktıkları gün şunları söyledi: “Elbette bu tezkere geçmezdi. Geçmeyecekti. Benim TBMM’de 75 tane milletvekilim var” dedi. TBMM’nin Sayın Başkanı, ana anayasa filan da dinlemem. Bütün aldığım oylarla ben buraları idare ederim” mantığıyla olmaz. Demokrasinin tarifinde bu yoktur. Oyu alanlar belli bir anayasal çerçeve içinde ülkelerini kurumlarla birlikte idare edeceklerdir. Bu yüzden de Türkiye tam bir yüksek gerilim hattı altına sokulmuştur. Bu böyle giderse bu cereyan eninde sonunda Türkiye’yi olağanüstü şiddette çarpacaktır. Vahim tablo AKP hükümeti Türkiye’de ekonomik istikrarı sağladığını söyleyerek pembe tablolar çiziyor. Öte yandan geniş halk kitleleri, tarım kesimi, işçi, memur, esnaf, emekli ise aynı şeyi söylemiyor. Siz ülkede ekonomik istikrar olduğuna inanıyor musunuz? Ülkede özel ve kamu sektörü eseri olarak 80 yılda yaptığımız ne kadar ekonomik değer varsa, yani fabrikalar, sanayi kuruluşları, turizm tesisleri, aklınıza ne geliyorsa, tamamının kümülatif olarak borcu 200 milyar dolardır. Son 4.5 yıl içinde tek bir tuğla bile üstüne konulmadan, doğru dürüst tek bir kayda değer hizmet yapılmadan o 200 Oyla gideceklerdir. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecini ve sonrasında geniş halk yığınlarının düzenledikleri mitingleri görünce neler düşündünüz? Son üç ayda Türkiye’de iki çok ilginç olay yaşandı. Birincisi Cumhurbaşkanlığı krizi. İkincisi de mitinglerin ardından sağda ve solda siyasi partilerin birleşmeleri, ittifak yapmaları gibi hadiseler oldu. O mitinglerde halk birinci olarak, “Bizi bu iktidardan kurtarın” dedi. İkinci olarak da “Hassasiyetlerimizi dikkate alın” dedi. Burada bir kriz yönetimi ortaya çıktı. Bu krizi de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetmesi lazım. AKP’nin 352 milletvekili var. Kendisi cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Olamadı. Basından öğrendiğimiz kadarıyla Vecdi Gönül’ü yapmak istiyordu. Yapamadı. Resmen aday gösterdiği Abdullah Gül’ü de cumhurbaşkanı yapamadı. Bütünüyle eline yüzüne bulaştırdı. Böylece önümüzdeki kriz sürecini yönetemeyeceğini göstermiş oldu. Eli çok kuvvetli olmasına rağmen küçük bir Cumhurbaşkanlığı seçimini bile bir krize dönüştürdü. Onun altında kaldı. Evet, üstelik de bu yadırgandı. Şener AKP’nin dört kurucu isminden birisidir. Ben dışarıdan bakan birisi olarak söylüyorum; Deniz Baykal bu kriz sürecini uzlaşmayla yönetmeye talip olan bir pozisyon sergiledi. Üstelik o sırada bizim bir CHP angajmanımız da yoktu. Burada size bir örnek vermek istiyorum. Sarkozy Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda yüzde 53 oy aldı. Bu bir anlamda seçimi silip süpürmek demektir. Öte yandan bakıyorsunuz, Tayyip Erdoğan Bey’in aldığı oy oranı yüzde 34. Sarkozy’nin aldığı oy neredeyse onun iki katı. Üstelik Fransa’nın bizim kadar yumuşamaya da ihtiyacı yok. Bazen beğenirsiniz bazen beğenmezsiniz ama Sarkozy bütün dünyanın gözü önünde şunu yaptı: Dışişleri Bakanlığı dahil, kabinesinde altı bakanlığı seçim kampanyasında rakip partileri destekleyen insanlara verdi. “Bunlar Fransa’nın iyi yetişmiş insanlarıdır. Başka partileri destekliyor olabilirler. Ama Fransa’nın böyle bir yumuşamaya ve bu değerleri de değerlendirmeye ihtiyacı var” dedi. Bu tamamıyla bir akıl göstergesidir. Demokrasi de böyle bir şey. Siz merkez sağ partilerde bulunmuş bir P O R T R E İLHAN KESİCİ Sıvas/Zara 1948 doğumlu. Yükseköğrenimini ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde yaptıktan sonra İngiltere’de Bradford Üniversitesi Ekonomik Kalkınma Altyapı Projeleri, İngiltere Kraliyet Kamu Yönetimi Enstitüsü’nde Kamu Yüksek Yönetimi programlarına katıldı. Türkiye’ye dönüp ODTÜ’de endüstri mühendisliği master çalışması yaparken TCDD’de görev aldı. Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) çeşitli kademelerinde çalıştı. Orta elçi payesiyle AET nezdinde Türkiye Daimi Elçi Yardımcılığı yaptı. 1991’de DPT Müsteşarı oldu. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde hem DPT Müsteşarlığı hem devlet memuriyetinden istifa etti. 1994’te ANAP’tan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na adaylığını koydu. O seçimlerde RP’den adaylığını koyan Tayyip Erdoğan’a karşı yüzde 1.5 oy farkıyla seçimi kaybetti. 1995’te ANAP’tan Bursa milletvekili seçildi. 22 Mayıs 2007’de CHP’ye girdi. muhalefet partisinin genel başkanı bir şey söylediği zaman saniye geçirmeden olmadık cevapları ona yetiştiriyor. Ama aradan üç buçuk yıl geçmiş, Barzani’ye karşı ses yok. “Sen hangi hadle, hangi hakla TBMM’de 75 tane milletvekilim var, dersin” diye soramadı. Bir de Erdoğan’ın alt kimlik, üst kimlik tartışmasını açmasını nasıl değerlendirmiştiniz? Türkiye Cumhuriyeti alt kimlik, üst kimlik tartışmasını Lozan’dan itibaren bitirmiştir. 1924 Anayasası özetle diyor ki: “Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran halka Türk milleti denir.” Bu olağanüstü güzel bir deyimdir. Ama bu Sayın Başbakan kısmen cehalet, kısmen de masum olmayan kasıtlarla hiç yoktan bir alt kimlik, üst kimlik tartışması yaratmıştır. Peki, Türkiye’nin alt kimlik, üst kimlik meselesi yok mu? Var. Alt kimliği vatan toprağıdır, üst kimliği de başımızın üstünde dalgalanan Türk bayrağıdır. Devletimizin ve cumhuriyetimizin ilkeleri tam anlamıyla tarumar edilmiş vaziyettedir. Aslında demokrasi sadece seçimlerde oy almak değildir. Demokrasi seçimlerde oy alan insanların devletlerini belli bir anayasal çerçeve içinde kurumlarla birlikte yönetmesidir. Yani sadece, “Oyu ben aldım. O yüzden kurum murum, milyar dolarlık borcun üzerine bir 200 milyar dolar daha eklenmiştir. Her hafta biz bu borcun faizi olarak 1 milyar dolar ödüyoruz. Bu vahim bir tablodur. O nedenle Türkiye’nin bunların yönetiminden behemahal kurtarılması lazımdır. Her ülkenin dini kutsaldır Bu hükümet kadar din üzerinden siyaset yapan Türkiye’de başka bir hükümet hatırlıyor musunuz? Bunlar şöyle bir kurnazlık yapıyorlar: Sonuçta beceriksizlikleri ve kusurları ortaya çıktıkça kutsal dini inançları devreye sokuyorlar. Her ülkenin dini kutsaldır. Bizim dinimiz de kutsaldır. Ama bu konuştuklarımız dünyevi hallerdir. Dünyevi yönetimdeki kusurları ve beceriksizliklerini örtbas etmek için kutsal dini duygularını siyaset arenasının tam göbeğine getirip oturtuyorlar. Bu dine de çok zarar veriyor. AKP’ye oy vermiş olan seçmene bunları usulüyle anlatabilmiş olsak kızacak olanlar kendilerine oy vermiş olan seçmenler olacaktır, kanısındayım. Bunlardan Türkiye’nin derhal kurtarılması lazımdır, dediniz. Sizin kurtuluş formülünüz nedir? Bakın, oy diye bir şey var. Oy dediğiniz birleşik oy pusulası kâğıt beş gramdır. Peki, Baykal’ın bu kriz dönemindeki tutumunu nasıl değerlendirdiniz? Bana göre Deniz Baykal bu kriz sürecini en iyi yöneten genel başkan olarak ortaya çıktı. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde AKP’nin ya da Erdoğan’ın kendi milletvekilliğini ve başbakanlığını başka borçlu olduğu taraflar vardır ama ikinci en büyük borçlu olduğu insan Deniz Baykal’dır. Çünkü normal şartlarda Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili olması mümkün değildi. Baykal ve CHP bir anayasa değişikliğine katkıda bulundu. O sayede Erdoğan milletvekili seçilip başbakan olabildi. Baykal ve CHP bunu Türkiye’yi normalleştirmek ve rahatlatmak için yaptı. Sizce Erdoğan neden Cumhurbaşkanlığı sürecini böyle bir oyuna çevirdi? Baykal, aylar öncesinden “AKP cumhurbaşkanını kendi içinden birisi olarak seçmek istiyorsa hakkıdır. Ben de buna katkıda bulunurum. Eşinin başı türbanlıymış ya da değilmiş, diyerek hassasiyet göstermem. Yeter ki devlet ve cumhuriyetimizin ilkeleri etrafında olan bir kişi olarak cumhurbaşkanı adayı ortaya çıksın. Gelin bunu tartışalım” dedi. Hatta Baykal, Abdüllatif Şener’in ismini telaffuz etmedi mi? siyasetçisiniz. Nasıl oldu da CHP’yi seçtiniz? 8 Mart 1998’de Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde ANAP’ın bir kapalı grup toplantısında ben bir konuşma yaparak dedim ki: “Türkiye siyasi şartları itibarıyla 1920 şartlarına doğru hızla gitmektedir. Ekonomik şartları itibarıyla da postmodern bir Düyunu Umumiye’ye doğru süratle ilerlemektedir.” Genelkurmay Başkanı bundan üç ay önce bu şartları söyledi. Benim o konuşmamdan sonra bizim Deniz Baykal’la Türkiye’deki gidişat, Türkiye’nin 21. yüzyıla hazırlanması konusunda çok sohbetimiz oldu. Ama bunu pek kimse bilmez. 1999’dan sonra ben de Deniz Baykal da parlamento dışındaydık. O sıralarda bu konular etrafında çok daha sık beraberliklerimiz oldu. Ben 2002’de de aday olmadım. Ama tam dokuz yıldır kendimi bir gölge kabine üyesi gibi dünya ve Türkiye olaylarını takip ederek çalıştım. Bundan iki ay önce de www.ilhankesici.org adresiyle bir web sitesi açtık. 27 Mart 2007’de bir siyasi soruya cevap verirken de “Ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız” dedim. O sıralarda seçim tarihi 4 Kasım 2007’ydi. Hatta Başbakan, erken seçim vatana ihanettir, diyordu. ‘ 80 yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı hiçbir ülkede yakılmamışken Erbil’de 3 Mart’ta yakılmıştır. ’ ‘ Devletimizin ve cumhuriyetimizin ilkeleri tam anlamıyla tarumar edilmiş vaziyettedir. ’ Süleyman Demirel adaylığıma pek sıcak bakmadı Yani erken seçim kararını alanlar şimdi vatan haini mi oldular? Kimin vatana ihanet içinde olduğu belli oldu. Bizim söylediğimiz sözden sonra süreç çok hızlandı. Ben ANAVATANDYP birleşmesini önce dışarıdan, sonra kısmen içeriden izledim; bilgilendim. Benim o noktada şöyle bir gözlemim oldu: Benim herhangi bir katkıma bu arkadaşlarımızın ihtiyacı yoktur. Böyle bir talep de yoktur. Talep olmuş olsa bile ciddi bir katkıya ihtiyaçları bulunmadığını gördüm. O sırada Deniz Baykal’ın bize vaki bir talebi oldu. Bu bir vatandaşlık göreviydi. “Ben parti değiştirmem” demek doğru bir söylem olmayacaktı. Çünkü bu zamanlar normal zamanlar değildir. Oy sadece popülizmle, halk dalkavukluğuyla alınan bir şey değildir. Halk kendi değerleriyle cumhuriyetimizin ve devletimizin ilkelerini bağdaştıracak bir alternatif bulduğu anda oyunu bu ilkeler yönünde verecektir. Hedefimiz halkın değerleriyle cumhuriyetimizin ilkelerini kavga ettirmemektir. Şu son yılları zaten hep kavgayla geçirmedik mi? Geçmiş tarihlerden gelen yaralar bereler olabilir. Siyasetin işi yaraları kaşımak değildir. Siyasetin işi yaralara merhem sürüp sarmaktır. Bizim yapmamız icap eden hadiseyi böyle görüyorum. Bizim yapmamız gerekenler şunlar: Yakın tehlike olarak halkımızı ezdirmemek, ülkemizi soydurmamak, devletimizi böldürmemektir. Bunlar işin defansif bölümü. İkincisi de bizim bunları yapabilmemiz için ülkemizin normalleşmesi, sakinliğe kavuşması, yüksek gerilim hattının altından çıkarılması lazımdır. Bunlar için de sadece CHP değil, CHP kurumunun öncülüğü ve desteğine çok ihtiyaç olduğu kanısındayım. Nihayet, siyasetin işi devletini böldürmemek, parçalatmamak, kavga ettirmemek, halkın yüzünü güldürmek, zenginleştirmektir. Sizin CHP’ye katılma kararınızı Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel nasıl karşıladı? Ben Süleyman Demirel’in Başbakanlığı zamanında DPT Müsteşarı’ydım. Yakın çalıştık. Çok saygı duyduğum bir Başbakan ve Cumhurbaşkanı. Ama Sayın Demirel Cumhurbaşkanı olmasından, yani 1993’ün ortasından itibaren partiler üstü bir konuma geçmiştir. Kendisi de bunu açıklamıştır. Bizim Binhan Hanım’la evliliğimiz de 1994 yılında olmuştur. Biz Sayın Demirel’le çok siyaset konuşmayız. Konuştuğumuz ender zamanlarda benzer fikirlerimiz vardır. Zaman zaman farklı yaklaşımlarımız olur. CHP’ye katılma kararımla ilgili olarak da dışarıdan görebildiğim kadarıyla anlaşılabilir ve normal olarak değerlendirdiğim ölçüde, buna pek de sıcak bakmadığına dair bir izlenimim var. Aydın Menderes’le helalleşmeniz de var. Buna neden gerek duydunuz? Aydın Bey’le iç siyaset yaklaşımında farklı düşündüğümüz zamanlar olmuştur. Yirmi beş yıldır dostluğumuz sürüyor. Benim bu siyasi pozisyonu alışımda başka arkadaşlarımla da bunu konuştum. Aydın Bey’in de insani helalliğini istedim. Bu insani bir haldir; siyasi bir hal değildir. Kaldı ki Aydın Bey de bunu böyle algılamıştır. Basın toplantısında, aile büyüğünüz Sayın Demirel’in onayını aldınız mı, gibi sorular soruldu. Ben orada bunu kısmen ifade etmiştim. Ama bir bölümünü unutmuşum. Benim iki tane aile büyüğüm var. Birisi Sıvas’ta yaşayan 87 yaşındaki anam. Onun elini de öptüm, rızasını da aldım. İkincisi de İstanbul’da hayatı birlikte paylaştığım eşim Binhan Hanım’dır. Binhan Hanım’ın da rızası, gönlü vardır. Başka da bir rızaya ihtiyaç olmaz. ‘ Geçmiş tarihlerden gelen yaralar bereler olabilir. Siyasetin işi yaraları kaşımak değildir. Siyasetin işi yaralara merhem sürüp sarmaktır. ’ CUMHURİYET 12 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle