18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
5 ARALIK 2007 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Cumhuriyet aydınlanmasının simgelerinden birini, bir öncü sanat adamını yitirdik 15 GÜZELİN ARDINDA BERTAN ONARAN Küskün bir aydınımız, Aydın Gün umhuriyetin ilk kültür adamlarına hep hayranlık duyarım: Ne çok şeye birden el atmışlar, ne çok sorumluluk almışlar, nasıl bu denli çok yönlü olmayı başarabilmişlerdir! Bir yandan sanat kurumlarını kurmuşlar, bir yandan ders vermişler, bir yandan yönetmenlik yapmışlar ve ülkenin kültür yaşamını elleriyle dokumuşlar. Aydın Gün’ün geçen hafta Berlin’de öldüğünü öğrendiğimde Cumhuriyet kültürümüzün simgelerinden birini daha yitirdiğimizi düşündüm. O, aslında Cumhuriyetin ilk kuşaklarının izleyicisiydi. Ancak, öncülerinden öğrendiği kültürsanat “misyonerliğini”, 90 yıllık yaşamının neredeyse sonuna dek sürdürdü. 1917’de Adana’da dünyaya gelmiş, 1941’de Ankara Devlet Konservatuvarı’nı bitirmişti. Yeni kurulan Ankara Konservatuvarı’nda kendini mesleğine adayan hocalarla eğitilmiş; Karl Ebert gibi bir tarihi kişiye on yıl asistanlık yapmıştı. Türkiye kadar dünyayı da izliyordu. Belki de bu, Aydın Bey’in en önemli özelliğiydi: Türk sanatını dünya sanatının içinde değerlendiriyordu. Türkiye’deki sanat kurumlarını dünyanın bir başka merkezinden farklı görmüyordu. Bugün geri dönüp bakınca anlıyoruz ki, onun başında olduğu kurumlar, o süre içinde altın dönemlerini yaşamışlar. Düzenlediği programlar, doğru bir önseziyle seçtiği yerliyabancı sanatçılar ve her çalıştığı kurumda oluşturduğu disiplinle, nitelikli sanatın ciddi bir iş olduğunu kanıtlamıştı. Tenor sesiyle Türkiye’de sahnelenen ilk büyük çaplı operalarda rol almış, ilk kez sahnelenen nice operaya rejisör olarak imzasını atmıştı. Örneğin Kodallı’nın Van Gogh’u, Saygun’un Kerem’i gibi. Kurucu olarak katkıları, uzun yıllar öğretmenliği ve derin müzik kültürüyle, aydın olabilmenin ipuçlarını yakalamıştı. 1959’da İstanbul’a bir opera kurması başlı başına bir tarihi olaydır. İKSV İstanbul Müzik Festivali’ndeki yirmi yıla yakın çok yönlü işlevi; Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndaki sanat yönetmenliği ve Yapı Kredi Kültür Sanat’taki sanat danış Dans Büyücüsüz Kaldı Düşman saçma sapan lâflar eder / duyar can kulağım / Hakkımda kötü şeyler düşünür / görür can gözüm / Üzerime köpeğini salar / ısırır köpek ayağımı / çok acılar çekerim, çok acılar / Köpek değilim onu ısıramam, ısırırım dudağımı. Büyük kişilerin sırlarına ortağım / gene de nah şu kadar övünemem / Bütün ayıplar bende ama / ne yapıp yapmalı / ulaşmalı dostlara / geride kalmayı kendime yediremem. Bu dizeler, Mevlânâ’nın; günümüz Türkçesine A. Kadir aktarmış; Ruhi Su, “ŞiirlerTürküler” armağan etmişti müzikseverlere. Ardından bir çığlık geliyordu: Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım! Aslında, insan tüylü kardeşinden ayrılıp iki ayak üstünde yürümeye, beden diline ek olarak sözlü dille konuşmaya, hele yazıyla duygu ve düşüncelerini geleceğe bırakmaya başlayalı beri, pek yeni bir şey bulup söyleyemedi: temel duygular, düşünceler, korkular, sevinçler, acılar aynı kaldı çünkü. Ama bunları her gelen küçük büyük değişimlerle yepyeni biçimde söyledi, bu da sanat oldu. Maurice Béjart, insanın ilk ezgiyi yakalayıp ilk oyunu oynayışından beri birikip gelen dans geleneğini en iyi bilenlerdendi; ve gölgesiz bir insan, dünya, yaşama sevgisiyle beslenen düş gücü, öbür dans tasarımcılarının sezemedikleri, göremedikleri, dile getiremedikleri yeni biçimleri yakaladı ömür boyu. 22 Kasım’da ölümünden sonra Fransız Kanalı Büyük Usta’yı anmak üzere iki eski belgeseli yeniden yayımladı –ne acı, ne yazık, en az 60 yıllık yaşamında Fransız toplumu, dünya ona topu topu iki belgesel ayırabilmiş! Divertimento adını taşıyan ilkinde, dansın nereden doğduğunu şöyle anlatıyordu: “Önce çocuk ayağa kalkıp dans etmeye başlar; sonra onu alıp çalışma çubuğunun önüne dikeriz, bütün kaslarını, beyin hücrelerini sıkı bir eğitimden geçiririz; sonunda yaşam (dirim=can) dans etmeye başlar.” Belgeseli çeken François Reichenbach da Béjart’ı tanımlarken: “Sınırsız bir gönül yüceliği var; Wudra adlı okulunda dünyanın dört bir yanından koşup gelmiş sevdalı çocuklar bir yıl parasız eğitim görürler. Belgeselde bu gençlerle, ya da kurduğu topluluğun yıldızlarıyla çalışmalarından örnekler vardı; burada sözün gücü tükeniyor işte, keşke size o sahneleri gösterebilseydim.” Yine Reichenbah, “Béjar’da dostluk sevgisiyle sevi iç içedir!” diyordu. Bunun ne yetkin, yüce biçimde gerçekleştirildiğini yapıtlarından yalnız birkaçını görmüş olanlar bilir, unutamazlar: Bolero’da, Rumi’de nasıl bu ikili coşku kaynağının etkisiyle bulutlara uçmuştuk! Bolero’yla ilgili küçük bir ayrıntı ekleyeyim: bu dansı gözde dansçısı Jorge Done’dan sonra ünlü Rus balerinası Maya Psiletskaya’ya da önermiş; Maya çatık kaşlı Rus geleneğiyle yetişmiş, cinsel çağrışımlı el kol devinimlerine hiç hazır değil; oysa bu dansta eller yukardan aşağı memeleri, bedeni sıvazlıyor; kadıncağızın eli ayağına dolaşmış, utançtan yerin dibine girmiş; ama dansı tasarlayan dünya çapında büyük usta; çaresiz oynamış. Dansı televizyonda ya da disklerde görmüş olanlar bilir, salon dakikalarca alkıştan yıkılıyor. Maya da sayısız kez izleyicileri selamlamak zorunda kalıyor, sevinçler içinde; en sonunda Béjar’la geliyorlar ortadaki kırmızı masanın üstüne ve dans tarihinin en unutulmaz balerinalarından Maya, ustanın elinden tutup önünde diz çöküyor; ömrümde bundan büyük haz tatmadım; diyordu kendisiyle ilgili belgeselde. Haziranda İstanbul Sanat Şenliği’nde Rumi’yi görebilme talihine ermiş olanlar, Anadolu ezgilerinin, devinimlerinin, bütün dünya danslarıyla harmanlandıktan sonra önümüze getirilen yorumunu sanırım ömürleri boyunca belleklerinde taşıyacaklar, Demokritos demişti ya, “Evrendeki her şey olasılık ve gerekliliğin ürünüdür”; yaşamı seven düşünür babanın, erkenden göçmüş olsa da oğluna sınırsız sevgi aşılayabilmiş annenin ve bütün öbür bileşenlerin Maurice Béjart’da bir araya getirdikleri belli ki birkaç yüzyılda bir oluyor. Ne mutlu bize ki bu üstün yeteneği tadıp görebilme olanak ve fırsatına kavuştuk. Onun gözdelerinden Federico Fellini’nin ardından bir baleyle dediği gibi: Güle güle Maurice! [email protected] C DÜN UÇAKLA TÜRKİYE’YE GETİRİLDİ Gün’ün son yolculuğu bugün... dın Gün hep görmezlikten gelindi. İlki 1995 yılında gerçekleştirilen Leyla Gencer Şan Yarışması’nın yaratıcısıydı ve bu organizasyon Yapı Kredi’ye kültürsanat organizasyonları alanında IPRA’dan altın madalya kazandırmıştı; ancak banka, yeterince kaynak ayıramadığı gerekçesiyle 2000 yılında bu dünya çapındaki yarışmaya son vermişti. Aydın Bey bir yana, Leyla Hanım’ı da çok üzmüştü bu yarıda bırakılmak. Aslında ona en ağır gelen olay, 1996’da öğretim kadrosunda olduğu Mimar Sinan Üniversitesi’nin, eşi Azra Hanım ve bir grup değerli sanatçıyla birlikte yaş haddi gerekçesiyle birdenbire işlerine son vermesiydi. Hemen Azra Gün ile birlikte İstanbul Üniversitesi Konservatuvarı’nda bir Müzikal Bölümü kurdular; ancak YÖK bu bölümü bir anasanat dalı olarak kabul etmedi ve tam zamanlı olmasına izin vermedi. Böylece motivasyon yitimiyle, yirmi beş yıllık öğretim sürecini noktalayan Aydın Gün, eşiyle Almanya’ya gitmiş ve yeni yüzyılla birlikte yeni bir dönemin sayfalarını açmaya koyulmuştu. (Oğlu ressam Mehmet Gün Berlin’de, kızı opera sanatçısı Ayşe İktu ise İstanbul’da yaşamakta.) İşte bütün bunlardandır ki Aydın Gün, ardından hiçbir kurum tarafından tören düzenlenmesini istememiş. Onu sade bir vatandaş olarak bugün Teşvikiye Camii’nden uğurlayacağız. www.evinilyasoglu.com Kültür Servisi Berlin’de 30 Kasım’da yaşamını yitiren Aydın Gün’ün cenazesi Berlin Tegel Havaalanı’ndan dün saat 11.30’da kalkan Türk Havayolları uçağıyla Türkiye’ye geldi. Cenazesi bugün Teşvikiye Camisi’nde kılınacak öğle namazının ardından Kanlıca Mezarlığı’nda toprağa verilecek. Havaalanına Türkiye Berlin Başkonsolosu Ahmet Nazif Alpman, Türkiye Berlin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçelik ve Türkiye Berlin Kültür Danışmanı Erol Özüdoğru’nun eşliğinde getirilen cenaze İstanbul Atatürk Havaalanı’ndaİstanbul Kültür Sanat Vakfı Müdürü Görgün Taner, İstanbul Kültür Sanat Vakfı Protokol Müdürü Zeliha Kaya, Borusan Kültür Sanat Genel Müdürü Ahmet Erenli ve Türkiye’deki ailesi tarafından karşılandı. Aydın Gün’ün vasiyeti üzerine ölümü nedeniyle tören yapılmayacak. manlığı sırasında bu kurumlar gerçekten de en parlak dönemlerini yaşadılar. Yalnız müzik ve sahne sanatları değil, görsel sanatları ve klasik Türk müziğini de göz ardı etmemişti. Aydın Gün, yurtdışında da sesini duyurmuştu: 1951 yılında devlet tarafından Viyana’ya gönderilmişti. 1957’de Klagenfurt Opera Evi’nde Turandot ve Rigoletto’nun rejisini yapmış; 1966’da Paris’te Puccini’nin Batının Kızı operasını ve 1972’de Nantes’da Aida’yı sahnelemişti. BİR SANATÇI Aydın Bey, İtalyanların “Commendatore” nişanını, Avrupa Konseyi Kültür Ödülü’nü (1974), Çekoslovakya’nın Smetana Ödülü’nü (1975) almıştı. Türkiye’de ise 1971’den beri dağıtılan Devlet Sanatçılığı unvanı Aydın Gün’e (Leyla Gencer ile birlikte) ancak 1988’de verildi. Müzik sanatına hizmet edenlere sunulan en önemli ödüllerden Sevda Cenap And Müzik Vakfı altın madalyası, onun kaçta kaçı hizmet vermiş kişilere bile verilirken, nedense Ay Asırların şarkıları Kültür Servisi Yıldız İbrahimova 13 Aralık Perşembe akşamı saat 20.00’de İş Sanat sahnesinde “Asırların Şarkıları” ile dinleyicileriyle buluşacak. Sanatçı “Sahnede 30 Yıl” albümünde de yer alan, 16. yüzyıl İtalyan Rönesansı’ndan Balkan havalarına, Çigan müziğine uzanan ve türkülerimizi de içeren bir seçkiyi seslendirecek. İbrahimova’ya klarnette Ivo Papazov, piyanoda Jivko Petrov, ekobasta Veselin Veselinov, davul ve vurmalı çalgılarda Hristo Yotsov, kanunda Tahir Aydoğdu eşlik edecek. (0 212 316 10 83) SON DÖNEMİNDE KÜSKÜN CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle