18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 19 ARALIK 2007 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Emek, Verimlilik ve Sol... Rıdvan BUDAK DİSK Tekstil İşçileri Sendikası Genel Başkanı “Emek en yüce değerdir.” Bu söz, hayat mücadelemize ışık tutan en önemli sözlerdendir. Bu, sadece hayatımızın büyük bir bölümünü oluşturan sendikal faaliyetimizden kaynaklanmıyor. Emeğin en yüce değer oluşu, yalnızca emeğin savunucuları için geçerli bir söz de değildir. Emeğe bu niteliğini veren, onun insanın en onurlu, en erdemli unsuru olmasıdır. Emek verilen her şey güzeldir. Elle yapılan ayakkabı daha uzun ömürlü, daha değerlidir. Elle açılan baklava, börek daha bir lezzetlidir... Emek vererek elde edilen, vergisi ödenmiş servet daha anlamlıdır. Son 2030 yılda ortaya çıkan, şeref ve haysiyetini koruyan çok azı dışında, bugün çoğunun adı sanı bile hatırlanmayan türedi zenginler, emek vermeden “köşeyi dönmeye” çalıştıkları için un ufak olup gitmişlerdir. En yüce değer, yani emek, dünyada solun ideolojisinin temel kaynağıdır. 1970’leri hatırlayalım: O yıllarda sol emekle bütünleştikçe iktidara yaklaştı. “Toprak işleyenin su kullananın”, “Ne ezilen ne ezen, insanca hakça bir düzen” sözleri solu emeğe yaklaştırdı ve iktidar yaptı. Toplumun geniş kesimleri etnik, bölgesel, inançsal farklılıklarına rağmen emekçi kimliğinde bütünleştiler ve sola yaklaştılar. 1980 öncesi Doğu ve Güneydoğu’da olduğu gibi... Oysa bugün sol ile emek arasında böyle bir bağ kalmamıştır. Bu yüzden de sol bu haliyle iktidar seçeneği değildir. Bugün Türkiye’de sol yeniden halkın umudu haline gelecekse, en önemli çıkış yolu emek olacaktır. Ancak sol ve emek ilişkisi klasik ölçütlerin dışına çıkmıştır. Acil çözüm bekleyen sorunlardan biri, emek verimliliği ve paylaşım ilişkisinin nasıl kurulacağıdır. ve artan verimlilikten payını alması solun sahiplenmesi gereken bir hedeftir. Çağımızda verimlilik tek bir yolla arttırılabilir: Emeğin niteliğini yükselterek yani onu daha eğitimli kılarak... İşçiyi daha uzun süreli ve daha yoğun çalıştırma yöntemi, başlangıçta verimliliği arttırıyor gibi görünse de uzun vadede kalıcı etki yaratamaz. Çünkü bu vahşi kapitalizm döneminden kalma yoğun sömürü ve köleleştirme demektir. Türkiye’nin bu yolla bir yere varabilmesi mümkün değildir. Bugün tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de emek olağanüstü derecede üretkendir. Bunu sağlayan da esas olarak teknolojideki yeniliklerdir. Emek yoğun sektörlerde, örneğin tekstil sektöründe bile 2001 krizinden sonra teknolojik yatırımlarla emek verimliliği artmıştır. Tabii ki yoğun ve uzun iş saatleri yoluyla verimlilik arttırma çabaları da söz konusudur ancak bu esas olarak kayıt dışı işletmelerde görülmektedir. Kayıtlı işletmelerde verimlilik artmakta ama çalışanlar artan verimlikten hak ettikleri payı alamamaktadır. Adaletli paylaşılamayan verimlilik artışı da çalışanlarda büyük mutsuzluğa neden olmaktadır. Esas çözüm bekleyen sorun da budur, çünkü solun bir hedefi de emeğin insanca ve mutlu yaşamasını sağlamaktır. de. Bankalardan da bir tek lira kredi kullanmıyoruz. Buna rağmen Sönmez Filament zarar ediyor” diyor. Yani, ürettiği malın tümünü satan ve işçilerin verimliliği en üst düzeye çıkan işletmeler bile zarar ediyor. İşte solun cevaplaması gereken soru budur. Sol partilerimizin saygıdeğer liderlerine sesleniyorum: İşte yaşadığımız dünya, işte Türkiye! Buyurun, sorunlar bunlar, çözüm üretin. Milyonlarca işsizin, yoksulun derdine çare bulun. Çare bulurken klasik çözümlerin yeterli olmayacağını da bilin. Bu sorunları çözmek parti kongresi kazanmaya benzemez. Ama bu sorunlara cevap bulmadan, emeğin gönlünü ve güvenini yeniden kazanmadan da Türkiye’de iktidar olunmaz. Çünkü hayat buralardan akıyor. Ekonomide hedef belirlemeyen hiçbir siyasi görüş başarılı olamaz; ekonomide başarılı olamayan hiçbir iktidarın da ömrü uzun olmaz. PENCERE Arife... Yarın bayram... Fıkracılıkta âdettir, bayram üstüne yazmak... Ben ilk kez arife üzerine yazıyorum... ? Arife ya da arefe bayramdan bir önceki gündür... Atasözü ne der: “ Arife günü yalan söyleyenin bayram günü yüzü kara çıkar...” Ne var ki arife sonradan daha yaygın bir anlam kazanmış, herhangi bir olaydan önceki süreci de vurgulamaya başlamıştır: Savaş arifesi.. Sınav arifesi.. Seçim arifesi.. Evlilik arifesi... ? Yarın Kurban Bayramı... Mübarek günde yine sokaklar, avlular, arsalar ve köşebaşlarında kan gövdeyi götürecek... Çoluk çocuk seyrine bakacak... Büyükler nârına yanacak... Şaka değil.. Kurban Bayramı’nı kentleşme sürecinde kırsallığın kültürüyle ve göreneğiyle yaşamaktan bir türlü vazgeçemiyoruz... ? Bugün arife.. Yarın Kurban Bayramı... Eski yoksulluk zamanlarında bayramlık giysiler çok önlem taşırdı, kimisi sabırsızlık gösterip bayramlığını arife günü giyerdi... Böylesine ne denirdi: Arife çiçeği... ? Evet, bugün arife.. Yarın Kurban Bayramı.. Peki, Türkiye neyin arifesinde?.. Yarınımızı biliyor muyuz?.. Bugün neyin arifesini yaşıyoruz?.. Kimisi bu sorunun bilinmezliğindeki gerilimi yaşıyor... Parçalanacak mıyız?.. Dinci devlet mi olacağız?.. Bölünecek miyiz?.. İran’a mı döneceğiz?.. Malezya’ya mı benzeyeceğiz?.. Ne olacağız?.. Çoğu dinci daha bugünden İslamcı devletin arife çiçeği gibi giyinip kuşanmış, ortada salınıyor... ? Ne diyelim?.. Şairimizin ünlü şiirine göz mü kırpalım: Yarın bayram.. Geleceğimiz mahrem.. Kırılgan biçarem.. Yok mu bir çaren?.. ? Çare olmaz olur mu!.. Atatürk Cumhuriyetini tarihe gömmek isteyen dinciler arife çiçeği gibi ortalıkta salınıyorlarsa vaktinden önce bayram yapıyorlar demektir... Peki, bu ülkenin çağdaş insanları kurbanlık koyun gibi boyunlarını bunlara uzatacaklar mı?.. Yoksa insan gibi yaşamak istencini gösterecekler mi?.. İşte bütün mesele bu... Olmak ya da olmamak... Belçika ve ‘Yurda Dönüş’ NAPOLEON dönemi sonrasında yaratılan ve pek de “doğal” sayılamayan bir devlettir Belçika Krallığı. Flamanca konuşanlarla Fransızca konuşan Valonların ve Almanca konuşanların, Cermenlerle Latinlerin, Protestanlarla Katoliklerin yan yana yaşadığı bu ülkenin yönetim yapısını alışılmış kalıplardan birine sokmak kolay değildir. Her iki türden insanın karışık bulunduğu başkent Brüksel’le birlikte, ne tam anlamıyla bir federasyon, ne de konfederasyon. Birlikte yaşarken pek anlaşamazlar; ara sıra kopmaya kalkarlar, kopamazlar. Böyle bir ülkede geçenlerde yapılan geniş kapsamlı kamuoyu yoklaması, Flamanlardan yüzde 72’sinin, Valonlardan yüzde 88’inin, Brüksellilerden de yüzde 87’sinin “Belçika 20 yıl sonra da var olmalıdır” dediğini ortaya koymuş. Kuruluşu yapay da olsa, sürdürülüşü zorla da sağlansa, “ulus” yapısının insanlara nasıl bir güven sağladığını açıkça göstermiyor mu sonuç? öyle düşününce, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusdevlet yapısını bozmaya kalkışmanın ne büyük bir cinayet olacağı kendiliğinden ortaya çıkmakta. Aynı yapı içinde işlenen hatalar yüzünden vatandaşlık gereksinimleri tam karşılanamamış, aksine gereksiz sınırlamalarla yüz yüze kalmış, yoksunluklar içinde yaşamaya zorlanmış Kürt kökenli insanlarımızın teröre bulaşıp dağa çıkmış olmasına bir de bu açıdan bakmak gerekiyor. “Eve Dönüş” kavramını bir de “yurda dönüş” açısından düşünmek yeni çözüm kapıları açabilir bu soruna. Aranan, sadece ana kucağı ya da yuva sıcaklığı mıdır? Yoksa, aş, iş, doğru dürüst eğitim, sağlam sosyal güvenlik mi? Vatandaşlık gururunu birlikte paylaşmaya olanak veren bir toplumsal eşitlik, sarsılmaz adalet, ırka, mezhebe, etnik kökene göre yapılmış her türlü ayırımcılığı kesinlikle reddeden ve cezalandıran bir hukuk sistemi mi? Bütün bunlar, çeşitli boyutlarıyla, güneyiyle kuzeyiyle tam bir Doğu Anadolu Kalkınma Planı yapma koyma zorunluluğunu gündemin kaçınılmaz bir maddesi olarak siyasal partilerin önüne koymuş oluyor. İktidar partisinin, o yapmazsa ana muhalefetin. Onlar yapmazsa, bilin ki bu ödevi ciddi olarak yapacak olan parti, geleceğin Türkiyesi’nde iktidar olur. unun başarıya ulaşması, yalnız dağdaki teröristin değil, ufuksuzluk yüzünden yurdun dört bucağına dağılan Kürt kökenli vatandaşların da bölgeye dönüşünü sağlayacaktır. Yalnız onların mı? İşsizliğin kol gezdiği bir Türkiye’de, kamu yatırımcılığının planlı olarak geldiği, yalnız yol yapımı olarak değil, madencilik, enerji üretimi, hatta imalat alanlarına devletin yeniden girdiği bir Doğu Anadolu, başka bölgelerden gelecek değişik etnik kökenli insanlarla Türkiye’nin etnik ve ekonomik sorunlarının çözümüne yeni bir katkı getirecektir. Hükümet politikaları değişmeli Verimlilik artarken işyerlerinde emeğe düşen payı arttırmakta zorlanıyorsak, bu durumda sorunu işletmelerle sınırlandırmak yanlıştır. Bu durum ekonomik politikaların bir sonucudur ve burada hedef bu politikaları uygulayan hükümet olmalıdır. Bugün AKP ekonomide sınırsız liberalizmin, siyasetin dinselleşmesi ve toplumun cemaatleşmesinin, dış politikada ise ABD’nin yanlış politikalarının temsilcisidir. Ama görünüşte hem liberal hem sosyal, hem milliyetçi hem demokrattır. AKP tek kale maç oynamaktadır. Bu duruma bütün imkânlarımızla karşı koymak zorundayız. Sendikal ve siyasal görevler bütünleşmiştir. Solun ve sosyal demokrasinin yüzünü emeğe dönmesi, emeğin de siyasal gücün oluşmasına destek vermesi gerekir. Türkiye’nin iktidar olabilecek bir güce ulaşan bir sosyal demokrasiye çok ihtiyacı vardır. B B Nasıl yapacağız? Akla gelen ilk cevap “örgütlenerek ve toplusözleşme yoluyla ekonomik hakları geliştirerek” olacaktır. Bu doğrudur ancak bazen bu yöntem de yeterli olmuyor. Örneğin, Bursa Sanayi Odası Başkanı ve Sönmez Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Celal Sönmez, “Fabrikalarımızda en son teknoloji ile çalışıyoruz. Stok sıfır, ne üretirsek anında satabiliyoruz. İşçiler olağanüstü gayretle çalışarak üretim yapıyor, verimlilik en üst düzey Verimlilik ve paylaşım Emeğin daha verimli hale gelmesi [email protected] Paranoya! Ali BULUNMAZ ütfen şu “eski” ve “içi geçmiş” söylemleri bırakalım! Artık eski “korku” ve “kaygılarımızdan” sıyrılmanın zamanı geldi, öyle değil mi? Örneğin “ülke bölünecek” şeklinde “hezeyanlar” yankılanıyor dört bir tarafta. “Korku” pompalanıyor. “Yeni” anayasa ile federasyonun yolunun açıldığını, etnik bölücülüğün gemi azıya aldığını söyleyenler; çözüm için “genel af”, “eve dönüş” formülünden bahsedenler var. “Eyvah, Kürtİslam sentezi yaratılmaya çalışılıyor” diye “boş yere” endişelenenler var. “Tutturmuşuz laik Cumhuriyet elden gidiyor” diye! Ne gerek var şimdi “yersiz korkularla” ortalığı bulandırmaya? Yapılan bir ankette, araştırmaya katılan öğretmen adaylarının yarısının “Bilimin çözemediğini din çözer” şeklinde “fikrini” ortaya koyması, “ulemaya sorulsun” anlayışıyla koşutluk içinde değil mi? İmam hatipli kız öğrencilere ayrılan belediye otobüsleri, türbanlı genç kızın internette vergi reklamında boy göstermesi tuhaf bir durum mu? Elbette hayır. Hiç kimse telaşlanmasın! Neden rahatsızız? Ülkedeki “özgürlük”, “demokrasi” ve “istikrar” ortamından hoşnut değil miyiz? Turuncuturkuvaz “yeni” anayasa, turkuvaz milli takım forması, türbanlıların sayısının artması, tarikatcemaat örgütlenmelerinin hemen her alanda iktidar kurması, Türkİş’in hükümetle uyumlu çalışacak olması, YÖK’ün ve dolayısıyla üniversitelerin “yasakçı” zihniyetten “nihayet” uzaklaşmaya başlaması ve yargının iktidara bağlanmaya çalışılmasından neden memnuniyetsizlik duyuyoruz? Laik, aydınlanmacı, Cumhuriyet kazanımlarına bağlı bireyler olarak din devleti, bölücülük, ABABD, “ılımlı” İslam, ikinci cumhuriyet gibi tehlikeler yaratıyoruz kendi kendimize. “Herkesin” gördüğü “huzur”, “refah” ve “istikrar” ortamını bir türlü fark edemiyoruz? Öyle ki, iktidarın kotardığı her şeyde bir art niyet aramaya alıştırmışız kendimizi. Yoksa paranoyak mıyız? L CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle